"Türkiye ile ABD'nin birbirine güven duyması mümkün değil, çatışma derinleşebilir"

"Türkiye ile ABD'nin birbirine güven duyması mümkün değil, çatışma derinleşebilir"

Cumhuriyet yazarı Kadri Gürsel, ABD-Türkiye ilişkisiyle ilgili olarak "İlişkilerin ittifak durumundan çatışma sathına sürüklenmiş olması bir başarısızlıktır" dedi.

"Türk-Amerikan ilişkileri Soğuk Savaş’ı izleyen düzensizliğe ayak uyduramamıştır" diyen Gürsel, "Çatışmanın psikolojik boyutu da var. Ankara’daki iktidarın 15 Temmuz darbe girişiminin arkasında ABD’yi görmesi ve ABD’nin de Ankara’daki bu algının hiç değişmeyecek olduğunu bilmesi, ilişkileri nihayetsiz zehirleyen, esaslı bir güvensizlik faktörüdür.  İki eski müttefikin birbirine güven duyması mevcut halde mümkün değildir. Bu da ilişkilerin düzelmesini önler, çatışmayı derinleştirir" ifadesini kullandı.

Gürsel'in "Türkiye ve ABD: Çatışmalı boşanma" başlığıyla (14 Kasım 2017) yayımlanan yazısı şöyle:

Türkiye ve ABD, Soğuk Savaş’ın iki müttefikiydi.Aralarında tanımlanmış ortak çıkarlar söz konusuydu. 

Türkiye o zamanlar Batı sisteminin parçasıydı. Bundan dolayı iki ülke arasında bazı ortak değerlerin varlığından bile bahsedilebilirdi. 

40 yıl süren Soğuk Savaş 90’ların başında Batı İttifakı’nın Sovyetler Birliği’ne karşı zaferiyle sonuçlandı. Soğuk Savaş’ı izleyen üçüncü on yılın sonuna yaklaşırken, Türk-Amerikan ilişkileri hakkında artık şu tespiti kesinliğe yakın bir biçimde yapabiliriz: 

Türk-Amerikan ilişkileri Soğuk Savaş’ı izleyen düzensizliğe ayak uyduramamıştır; ilişkilerin üzerinde durduğu kaide güncelleştirilememiştir.  Soğuk Savaş sonrasında ikili ilişkilerin yeni bir stratejik ortaklık temelinde tanımlanması şart değildi. Lakin belirli prensipler çerçevesinde bir düzene oturtulması gerekirdi. 

En basit biçimde açıklamaya çalışacağım:  Soğuk Savaş’ın iki müttefiki arasında ortak çıkar kalmayınca ne olur?  Farklılaşan ve hatta karşıtlaşan çıkarlar arasında çatışma başlar.  Soğuk Savaş’ın iki müttefiki arasında ortak değer kalmazsa ne olur? 

Değerler çatışması yaşanabilir.  İlişkilerin ittifak durumundan çatışma sathına sürüklenmiş olması bir başarısızlıktır. 

Ve özellikle Ankara için daha büyük bir başarısızlıktır bu.  İki eski müttefikin ekonomik, askeri, diplomatik ve kurumsal kapasitelerinin çapını birbiriyle kıyaslayın. Bir de bu iki aktörün zamanında birbirlerine nasıl ve ne dereceye kadar nüfuz edebilmiş olduklarını karşılaştırın. Fevkalade asimetrik bir tablo karşınıza çıkar. 

Ortaklığın yerini çatışmaya bıraktığı bir anda zayıf olanın, güçlü olana karşı oyununu çok daha hassas, akıllı ve öngörülü biçimde oynaması gerekir. Ya da gerekirdi... 

Günümüz Türkiye’sinin ABD’ye karşı kendine özgü ekonomik ve askeri bağışıklıkları var mıydı, bölgedeki diğer aktörlerle dengeleyici, alternatif ittifaklar geliştirmesi mümkün müydü, yumruklar sıkılmadan önce bütün bu sorulara pozitif cevaplar verilebiliyor olması gerekirdi. 

Bakınız, bugün bir bütün olarak Türk medyasının verip vermediği kriz haberlerinin hepsi, bir eski ittifak ilişkisinin çatırdayarak çökerken çıkardığı gümbürtüden ibarettir.  Büyük tedirginlik yaratan Sarraf hadisesi...  Fethullah Gülen’in her şeye rağmen ABD’de rahatça ikamet edebilmesi... 

Tutuklanan Amerikan konsolosluk görevlileri...  Karşılıklı vize yasakları...  ABD’nin PYD’yi silahlandırması...  Rusya’dan S-400 alımı...  Ve bazı Türk bankalarına milyarlarca dolar ceza kesileceği yolundaki haberler... 

Bu gümbürtüler, ikili ilişkilerde yaşanan derin krizin semptomlarıdır yalnızca. Dolayısıyla, bu semptomlardan bazıları ortadan kaldırıldığı takdirde, sırf buna bakarak ilişkilerin nihayet sağlıklı ve sürdürülebilir bir zemine oturtulduğu zannına kapılmamak lazımdır. 

Lakin Türkiye’nin ABD’yle meselesinin özü tam da bu hususun eksikliğiyle ilgilidir: İlişkilerin sağlam bir kaide üzerinde yeniden tanımlanması ve bu yolla çatışmanın önlenmesi.  Bu iş, ortak çıkarları ve bunları uzun vadeye taşımaya yardımcı olacak değerleri birlikte tespit etmekten geçer. 

Bunu başarmak ise bugünkü şartlarda mümkün görünmüyor.  Nedenlerin başında, Soğuk Savaş yıllarında iki ülkeyi birbirine bağlayan güvenlik önceliklerinin şimdi net biçimde ayrışmış olması geliyor. 

Hikâyesi uzun, arka planı karmaşık ama değişimin bir örneği olarak yeterince çarpıcı: 1999’da PKK’nin liderini Türkiye’ye teslim etmiş olan ABD’yi, 2014’ten başlayarak PKK’nin Suriye’deki uzantısı PYD’yi iyice silahlandırmış ve eğitmiş bir ABD olarak bulduk karşımızda. 

Bugün İran, Suriye, Rusya ve Körfez bölgesi söz konusu olduğunda da Türkiye ve ABD’nin çıkarları değişen oranlarda uyuşmazlık ve çatışma içindedir. 

Çatışmanın psikolojik boyutu da var. Ankara’daki iktidarın 15 Temmuz darbe girişiminin arkasında ABD’yi görmesi ve ABD’nin de Ankara’daki bu algının hiç değişmeyecek olduğunu bilmesi, ilişkileri nihayetsiz zehirleyen, esaslı bir güvensizlik faktörüdür.  İki eski müttefikin birbirine güven duyması mevcut halde mümkün değildir. Bu da ilişkilerin düzelmesini önler, çatışmayı derinleştirir. 

Dahası, ülkede Saray ve medyası tarafından sürekli biçimde pompalanan Amerikan karşıtlığı toplumda o kadar yüksek seviyelere çıkmıştır ki sonunda bu durum Washington’ın elini serbest bırakan bir hal aldı. ABD, zaten kaybedildiğini düşündüğü Türkiye halkını, vize yaptırımı kararını alırken hesaba katmadı. 

Dış politikanın kanunudur: Başarısızlıktan sorumlu olan aktörlerin yerini yenileri almadıkça ikili ilişkilerde yitirilen güveni yeniden tesis etmek imkânsızdır.