Evrensel gazetesinin başyazarı İhsan Çaralan, İran, Rusya ve Türkiye arasında imzalanan 6 maddelik deklarasyon metniyle ilgili olarak "Erdoğan-AKP yönetimi, şimdi Moskova’da Suriye politikasını Rusya ve İran’ın çizgisine, 'Esad rejimine garantör olma' çizgisine çekerek, bugüne kadar suçlamalar, hatta küfürler yağdırdığı 'Zalim Esed rejiminin garantörü' olduğunu ilan etmiştir" görüşünü savundu.
İhsan Çaralan'ın "Beş yıllık Suriye siyasetinde 'büyük u' dönüşü!" başlığıyla yayımlanan (22 Aralık 2016) yazısı şöyle:
Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Andrey Karlov’un Ankara’da öldürülmesinin ertesi günü Moskova’da yapılan toplantıda Suriye ve bölgedeki gelişmeleri etkileyecek önemli kararlar alındı.
Rusya, İran ve Türkiye dışişleri bakanlarının katıldığı Moskova toplantısından sonra, üç ülkenin üstünde uzlaştığı bir deklarasyon yayımlandı. Deklarasyonda;
-Halep’ten sonra Suriye genelinde bir ateşkes için girişimler yapılması,
-Üç ülkenin yapılacak barış görüşmelerde garantör ülkeler olması,
-Suriye’de önceliğin rejim değişikliği değil, Suriye’nin toprak bütünlüğü ile bağımsızlığını korumak ve ‘Teröre karşı mücadele etmek’ olduğu,
-“Genişletilmiş Ateşkes”in adını Şam’ın Fethi Cephesi olarak değiştiren el Nusra Cephesi ve IŞİD’i kapsamadığı açıklandı.
Moskova’da yapılan basın toplantısında, Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu ile İran Dışişleri Bakanı Zarif arasında Hizbullah’ın da terörist olup olmadığı üstünden yapılan polemik ise “Deklarasyona” ortak olunsa da İran ve Türkiye’nin arasında (Ama bir adım sonra önemli olacak) farklı görüşlerin devam ettiğini gösteriyordu.
“Genel bir ateşkes”, Suriye’de iç savaşı bitirecek bir girişimden söz edildiğinde, kimin yaptığına pek bakılmıyor. Hele de rejimle yakınlığı olan ve Batılı ülkelerin bölgedeki tarihsel sorumluluğu da dikkate alındığında Rusya ve İran’ın girişimleri daha da meşru görülüyor. Ama gerçek bu görünüşten daha farklı.
Çünkü her şeyden önce, “Suriye krizi” ile önemli kararlar alınırken masada rejimin, Rojava halkları ve diğer halkların meşru temsilcilerinin olmaması elbette ki önemli bir sorundur ve Suriye’de gerçek bir siyasi çözümün olmazsa olmazıdır. Aksi halde bölgedeki en büyük iki emperyalistten birisi olan Rusya’nın, bölgedeki iki önemli bölgede ve Suriye üstünde gerici amaçları olan iki gücü yanına alarak yaptığı bir uzlaşmanın belgesi olan “Moskova Deklarasyonu”nun özü itibariyle Sykes-Picot Anlaşması’ndan ne kadar farklı olduğu tartışılırdır.
Bu yüzden de “Moskova Deklarasyonu” sözlere dökülen “ateşkes”, “Suriye krizine çözüm”, “IŞİD ve el Nusra’ya karşı mücadeleye devam”,...gibi kulağa hoş gelen bir girişimin belgesi gibi görünse de sonuçta “Suriye’nin paylaşılması”, “Bölgenin yeniden paylaşılması” için oluşturulan masadan çıkan bir deklarasyondur. Dahası yakında bu masaya Batılı emperyalistlerin ve bölgenin başlıca gerici güçlerinin oturacağından da şüphe etmek için bir neden yok.
Moskova’da önceki gün yayımlanan “deklarasyon”, Halep’te sağlanan ateşkesin Suriye’nin genelinde bir ateşkese dönüştürülmesi ve Suriye krizine siyasi bir çözüm bulunması için bir girişim olduğu iddiasını taşıyor. Bu yarın yeni tartışmalara da yol açacak. Ama “deklarasyon” sadece Suriye krizi için değil Türkiye’nin beş yıllık; “Sabah namazını Kilis’te kılıp öğle namazını Şam’da Emevi Camii’nde kılarız” diye çıkılan ve Türkiye’ye çok ağır faturalar getiren Suriye politikasında da kesin ve “büyük U dönüşü”nün belgesi olması bakımından da çok önemlidir.
Daha iki hafta önce Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ağzından “Biz Fırat Kalkanı operasyonunu Esed rejimini devirmek için başlattık” demeye devam ettiği dikkate alındığında, “Moskova Deklarasyonu’nun Türkiye’nin tutumundaki “değişimi” (büyük geri adımı) göstermesi bakımından önemi daha iyi anlaşılır.
Çünkü böylece Türkiye; beş yıl önce Esad rejimini devirmeyi birinci sırasına yazan ve şimdiye kadar da bunun Suriye politikasındaki “iki kırmızı çizgiden birisi”(*) olduğunda ısrar eden tutumundan vazgeçtiğini ilan etmiş olmaktadır.
Oysa beş yıldan beri Erdoğan-AKP yönetimi ve onun her kılıktaki sözcüleri, Türkiye’nin Suriye politikasının “Esad rejimini devirmeyi” ve “PYD ve YPG’yi terörist ilan eden politikasını eleştirenleri, “Suriye’de nasıl bir rejim kurulacağını ve kimi yönetime getireceğini Suriye halkları bilir” diyenleri “vatan hainliği”, “Zalim Esed yandaşlığı”, “Suriye istihbaratı ile bağlantılı”,...olmakla suçladılar. Ama Erdoğan-AKP yönetimi, şimdi Moskova’da Suriye politikasını Rusya ve İran’ın çizgisine, “Esad rejimine garantör olma” çizgisine çekerek, bugüne kadar suçlamalar, hatta küfürler yağdırdığı “Zalim Esed rejiminin garantörü” olduğunu ilan etmiştir.
Kuşkusuz ki, Erdoğan-AKP Hükümeti ve AKP propagandası, Moskova Deklarasyonu’nu, “Suriye’nin paylaşımı masası”nda yer alma başarısı, hatta “Erdoğan-AKP yönetiminin yeni bir dış politika zaferi” olarak sunacaktır. Daha şimdiden bunun işaretleri var. Ama bunun orta vadede pek inandırıcı olmayacağını da bildiklerinden, zaman içinde bugüne kadarki politikasının faturasını, “Davutoğlu’nun Türkiye’yi çektiği bir mecra” olarak gösterip ona çıkarılması için girişimler yapılacaktır. Bunun da daha şimdiden belirtileri vardır ve Davutoğlu etrafında giderek, “FETÖ’cü” çemberi daraltılmaktadır. 15 Temmuz darbe girişimi ile ilgili kurulan Meclis Komisyonundan Davutoğlu’ya gönderilen yazılı sorular bunu açıkça göstermektedir.
Bu yüzden de önümüzdeki günlerde “Suriye politikasının mimarı” olarak Davutoğlu’nun gösterilmesi, yetmezse yanına Hakan Fidan’ın da konması sürpriz olmayacaktır. “Rusya uçağını da FETÖ düşürdü”, “Davutoğlu da emri ben verdim dedi” propagandası bunu açıkça gösteriyor. Ama bu suçlamalarda nereye kadar gidilir, Davutoğlu çemberi ne zaman kapanır, bunları da sürecin seyrine göre göreceğiz.
Bütün bu girişimler Erdoğan-AKP Hükümetini kamuoyunda aklar mı”, “Bu ağır fatura Davutoğlu ve ekibinin feda edilmesiyle önlenir mi?” denirse bu sorunun yanıtı şarta bağlıdır. Şartsa, Türkiye’nin ilerici demokrat güçlerinin bu önemli konuda gerçekleri açıklamada göstereceği başarıdır. Eğer Türkiye’nin ilerici demokrat güçleri, aydınları, demokratları gerçekleri göstermede üstlerine düşeni yaparlarsa, bu ağır faturayı gerçek sorumlular ödemek zorunda kalacaktır. Bundan şüphe etmek için bir neden yok.
(*) AKP hükümetlerinin iki “kırmızı çizgisinden diğeri ise PYD ve YPG’nin terörist olduğu üstünden Rojava kantonlarının özerkliğini tanımamaktı.