Türkiye’nin diplomasi ve savunma ilişkilerinin belki de en tartışmalı üyeliği Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü, yani NATO’ya yapıldı. Ankara’daki Adnan Menderes hükümetinin 1952’de Soğuk Savaş’ın ayazında NATO’ya katılma kararı o gün de fikir ayrılığına sebep olmuştu, bugün de aynı şekilde fikir ayrılığına sebep olmaya devam ediyor. Kimine göre NATO üyeliği Türkiye’nin caydırıcı güce sahip olmasının güvencesi, kimine göre ABD’ye bağımlılığın bir belgesi. Kimine göre Türkiye’yi Batı’ya bağlı tutan son halat, kimine göre emperyalizmin bir sembolü.
Özellikle ABD’de Donald Trump’ın iktidarda olduğu dönemde akıbeti sıkça tartışılan NATO, Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesiyle tekrar bir başat aktör olarak gündeme geldi. Türkiye’nin eski NATO Daimi Temsilcisi Büyükelçi Fatih Ceylan, T24’e verdiği söyleşide kırılma noktalarıyla bu savunma ittifakının geçmişini ve geleceğini anlattı; ülkemizde konuyla ilgili yaygın mitlere değindi, ‘meşhur’ 5.maddenin aktive olması durumunda sürecin nasıl işleyeceğini anlattı.
NATO'nun kitabını yazdıEmekli Büyükelçi Mehmet Fatih Ceylan'ın 'Nato: Geçmişi, Günceli ve Geleceği' isimli kitabı da Eylül ayından itibaren raflardaki yerini aldı. Ceylan kitabında, "NATO’nun kuruluş yıllarından bugüne kadar geçirdiği evrimi benimsediği stratejiler ışığında ele aldı, iki kutuplu-tek kutuplu-çok kutuplu dünya düzeninin dinamiklerini bilgi, belge ve yayımlanmış stratejilere dayalı olarak analiz etti." KünyeYazar: Mehmet Fatih CeylanKitap: Nato: Geçmişi, Günceli ve GeleceğiYayınevi: Orion KitabeviSayfa adedi: 242 |
Türkiye ve Yunanistan arasındaki söylem giderek sertleşirken bunun bir sıcak çatışmaya dönüşmeyeceğine inandığını belirten Ceylan, iki NATO müttefiki arasında bir çatışmanın ittifakın sonunu getireceğini vurguladı.
Ceylan, Türkiye’nin Finlandiya ve İsveç’in NATO üyeliğini uzun süre engellemesi durumunda, Ankara’nın ulusal çıkarlarının da olumsuz etkileyeceğini öngördü.
Ceylan'ın T24'ün sorularına verdiği yanıtlar şöyle...
- NATO Soğuk Savaş döneminde kurulmuş ittifak. Yıllar içinde büyük değişimlere uğradı. Bu savunma ittifakının rotasını ‘Stratejik Konsept’ler belirliyor. Biraz NATO’nun tarihi hakkında konuşarak başlayalım. Ortak değerleri nedir ittifakın?
NATO 1949 yılında Kuzey Atlantik Antlaşması ile kuruldu. Soğuk Savaş döneminde 5 adet, Soğuk Savaş sonrasından bugüne kadar 3 adet olmak üzere toplam 8 'Stratejik Konsept' kabul etmiştir.
Bütün bu Stratejik Konsept'lere baktığımızda şunları görüyoruz; kuruluş aşamasındaki ilk Stratejik Konsept, hemen 2. Dünya Savaşı’nın sonrasında ortaya çıkan durumu karşılayan konsept. Ama ondan sonraki konseptlere baktığımızda,- ki buna SSCB’nin ve Varşova Paktı’nın dağılması da dahil- hepsinde iki ortak özellik var. Birincisi elbette transatlantik bağa yapılan vurgu. İkincisi de ittifakı ayakta tutan, üzerine inşa edildiği ortak değerler. NATO’nun değerleri demokrasi, bireysel özgürlüklere ve hukuk devletine saygıdır. Yani tüm 'Stratejik Konsept'lere göre elbette transatlantik çerçeve çok önemlidir ama en az onun kadar önemli olan diğer bir husus ise ittifak üyesi ülkelerin demokrasi ile yönetilmeleri, bireysel özgürlüklere ve hukuk devletine, hukukun üstünlüğüne saygı duymalarıdır. 2021 Haziran ayında Brüksel’de yapılan NATO zirvesinden sonra, bunu son 'Stratejik Konsept'te de görüyoruz.
- Peki ne zaman, neye göre hazırlanıyor bu 'Stratejik Konsept’ler?
'Stratejik Konsept'ler genellikle ya ittifak bünyesinde krizlerin ortaya çıktığı veya küresel düzende dönüm noktaları olduğu zaman hazırlanıyor. Soğuk Savaş’ın bitmesi elbette dönüm noktası. Sadece Avrupa, Atlantik güvenliği açısından değil küresel düzen bakımından da önem taşıdı. Elbette SSCB’nin ve Varşova Paktı’nın dağılmasıyla bütün tehditler ve riskler ortadan kalkmadı.
- NATO’nun misyonu Soğuk Savaş’tan sonra nasıl değişti?
Soğuk Savaş sonrası dönemde NATO’nun kendisi için belirlediği üç temel görevi bu çerçevede ele almakta fayda var.
Washington Antlaşması’ndaki 5. madde yani kolektif savunma ve caydırıcılık, Soğuk Savaş sonrası yeni 'Stratejik Konsept'te de yer aldı. 'Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için' maddesi. Kurucu anlaşmalardan Washington Anlaşması’nın özü budur: Herhangi bir ittifak üyesi ülkeye karşı yapılacak silahlı saldırıya diğer müttefik ülkeler NATO Konseyi’nin karar alması kaydıyla yardım etmekle mükelleftirler.
Bunun yanına iki yeni görev daha eklendi Soğuk Savaş dönemi sonrası risklerini karşılamak üzere. Bunlardan bir tanesi kriz yönetimiydi. Hatırlayın Soğuk Savaş bitti ama 1. Körfez Savaşı patlak verdi. Irak, Kuveyt’i işgal etti. Bu, o zamanki tabirle “alan dışı” krizdi. Avrupa’nın göbeğinde de Bosna-Hersek krizi patlak verdi. İttifak dolayısıyla kriz yönetimi ve krizlerin nasıl önlenebileceğine odaklanmaya başladı. Her ne kadar NATO 1. Körfez Savaşı’na, hatta 2. Körfez Savaşı’na da doğrudan müdahil olmasa da bu şekilde bir görevin NATO’nun asli uğraş alanlarından biri olarak belirlenmesi kabul edildi.
Üçüncüsü ise işbirliğine dayalı güvenlik görevi. İşbirliğine dayalı güvenlikten kasıt şu; Berlin Duvarı yıkıldı, SSCB dağıldı, Varşova Paktı dağıldı ve ortaya yepyeni, bağımsız ve egemen devletler çıktı. Bu büyük dağılma karşısında NATO, Avrupa-Atlantik güvenliğine bölge dışından yönelebilecek olası riskleri asgariye indirmek için özellikle Avrupa’da yer alan merkezi ve Doğu Avrupa ülkeleriyle- hatta Rusya da dahildir - ilişkilerini geliştirmek, bir güven arttırıcı dönemi ortaya çıkarmaya, buna vücut vermeye yöneldi. İlk yaptığı hamlelerden biri 1991 yılında Kuzey Atlantik İşbirliği Konseyi’ni kurmak oldu ve bu konseyde Rusya, Ukrayna ve bütün merkezi Doğu Avrupa ülkeleri de yer aldı. Bunu ilerletti 1994’de Barış İçin Ortaklık Projesi’ni ortaya attı. Bu da işbirliği öngörüyordu. İki tane temel amaç belirledi NATO o zaman:
1) Eski Sovyet Bloku ülkeleriyle ilişkileri geliştirmek, güvenlik çemberini daha geniş bir alana yaymak, bu süreç içinde bu ülkeleri olabildiğince başta NATO olmak üzere Batılı kurumlarla bütünleşmeye yöneltmek.
2) Eski Sovyetler Birliği topraklarına yayılmış, konuşlanmış nükleer kuvvetlerin tümünün Rusya’da toplanması. Belarus’ta, Kazakistan’da, Ukrayna’da konuşlu füzeler vardı.
1997 yılında NATO-Rusya Kurucu Senedi imzalandı. 1975’te imzalanan Helsinki Nihai Senedi ve 1990’da Paris’te imzalanan şart da var.
Bunların temel ilkelerine baktığımızda şunları görüyoruz; bu belgelerin altına imza atmış bütün ülkeler Rusya dahil bu bağımsız ulusların egemenliğine, bağımsızlıklarına ve toprak bütünlüklerine saygı, iç işlerine karışmamaya ve bu bağımsız ulusların kendi hür iradeleri ile alacakları kararlarla istedikleri ittifaklara, gruplara da katılmasına saygı göstermek. Yani bu ülkeler kendi izleyecekleri yolu kendilerinin belirlemesi, kendi yönetimlerinin ve toplumlarının benimsemesi. Bu her üç belgeyi de dikkate aldığımızda artı AGİT’in kurulmasından sonra AGİT bünyesinde benimsenen tüm belgelere yansımış bir formüldür, temel ilkedir bu.
1990-2000 arası bir dizi AB zirvesi yapıldı ve bu zirvelerde zamanında NATO içinde gelişmeye başlayan Avrupa sütunu veya Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği (öyle tarif ediliyordu) artık Avrupa güvenlik ve savunma politikasına evrilmeye başladı. Bu 1990-2000 periyodunda ortaya çıkan bir şey. 1999 yılında Washington’da yapılan NATO zirvesinde de artık NATO’nun da Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası'nın hayata geçirilmesinde bir rezervi olmadığını anladık çünkü hemen bunun ertesinde yapılan 2000 yılında Nice zirvesi vardı. O zirve ertesinde AB bünyesinde güvenlik ve savunmadan sorumlu o zaman geçici birimler bilahare kalıcı birimlere dönüştürüldü. Dolayısıyla bir taraftan Avrupa güvenliği bağlamında baktığımızda NATO’nun Soğuk Savaş ertesi dönemde kendisi için belirlediği iki ana göreve ilaveten Avrupa güvenlik ve savunma politikasında da ciddi bir evrim olduğuna şahit oluyoruz.
Bir de NATO genişledi tabii. 1999 yılından başlayan NATO’nun genişleme sürecinde Polonya, Macaristan ve o zamanki adıyla Çekoslovakya müttefik oldu. NATO yıllar içinde 16’lı yapıdan bugün 30 üyeye çıktı. Şimdi Finlandiya ve İsveç’in de NATO’ya üye olmasıyla birlikte üye sayısı 32’ye çıkacak. Rusya bundan rahatsızlık duyduğunu çeşitli vesilelerle belli etti.
- Peki 11 Eylül 2001 saldırılarının etkisi ne oldu?
11 Eylül saldırıları güvenlik ortamını ve güvenlik ortamındaki algılamaları tümden değiştiren bir tablo ortaya çıkardı. Küresel anlamda terörle mücadele NATO’nun gündemine girdi.
Bunun ardından 2002 yılında NATO-Rusya konseyi oluşturulmasına rağmen Putin’in özellikle NATO’nun genişlemesini öne sürerek NATO’ya karşı, başta ABD olmak üzere dolayısıyla NATO’ya karşı daha farklı bir yaklaşım içine girdiğini görüyoruz.
Hatırlayalım: 2005 yılında Putin, ”SSCB’nin dağılması 20. yüzyılın felaketidir” dedi. 2007 yılında Münih Güvenlik konferansına katıldığında ABD’nin oluşmasına hız verdiği tek kutuplu dünya düzenine açıkça meydan okudu ve dünya düzeninin daha farklı bir temele oturtulması gerektiğinden baya kuvvetli ifadelerle söz etti. Bir yıl sonra da ne oldu? Rusya- Gürcistan Savaşı.
Kırılma noktalarından söz ediyorsak 2014 yılına gelelim. Burada da iki tane kırılma noktası var. Bir tanesi Mart’ta Rusya’nın Kırım yarımadasını ilhakı ve Donbas’a yönelik istikrarsızlaştırıcı faaliyetler içine girmesi. İkincisi ise Haziran’da Suriye ve Irak’ta IŞİD’in ortaya çıkması ve terör eylemlerine girişmesi, ardından “halife” devletini ilan ettiğini açıklaması. Bunlar Türkiye’yi hem kuzeyde hem güneyde doğrudan ilgilendiren hususlar.
2008 Rusya - Gürcistan Savaşı’na rağmen 2010 'Stratejik Konsepti’ne baktığımızda Moskova’nın adeta stratejik ortak olarak görüldüğünü görüyoruz. 2014’te de Kırım’ın gayrimeşru olarak işgal ve ilhakına rağmen, 2016 yılında yapılan Varşova Zirvesi’nde şöyle bir kara aldı NATO; “Biz Rusya ile diyalog ve angajmanımıza son vermeyeceğiz ama bu yaptığı karşısında da ittifak üyesi ülkelerin kolektif savunmalarını takviye edeceğiz”. Çok uluslu taburlar yerleştirildi Baltıklar, Polonya, Romanya, Bulgaristan’a…
2022 Ocak’ta bile NATO Rusya Konseyi toplandı, Ukrayna’daki bu ikinci işgali önlemek üzere ne yapılabilir diye ama olmadı. Geldik 2022 Şubat’a ve asıl çok büyük kırılma noktası ortaya çıktı. Küresel düzeni de derinden sarsan bir ortam belirginleşti.
- Bu noktada Çin’i de konuşmak gerekir sanırım. NATO ilk defa 2022’de Çin’i bir ‘sınama” olarak nitelendirdi… Tekrar çok kutuplu bir dünyaya doğru giderken NATO’nun rolü ne olacak?
Dediğiniz gibi, son yılların en önemli kırılmalarından biri 2000’li yıllarda bile ilgili çevreler hariç pek kimsenin üstünde durmadığı Çin’in yükselmesi oldu.
Özellikle ekonomik anlamda Çin’in yükselmesini görüyoruz. Bunun 2013 yılından sonra Çin’in dış ilişkilerinde izleyeceği stratejiye olan yansımalarını da görebiliyoruz. Yani Şi Jinping’in iktidara gelmesinden sonra Çin’in daha iddialı bir strateji oluşturmaya başladığını söyleyebiliriz. Bunu da iki temel belgede gördük. Biri 2019 yılında Çin’in benimsediği ulusal güvenlik stratejisi, diğeri de 2049 Vizyonu. Bu strateji ve vizyon sadece ekonomik, kültürel, sosyal vs. alanlarda değil aynı zamanda savunma ve askeri alanlarda da Çin’in ön almasını ve silahlı kuvvetlerinin modernizasyonunu öngören bir yolun izlenmesini ortaya koyuyor. Bu üç ana aktörün; bir tarafta ABD, bir tarafta Rusya, bir tarafta Çin arasındaki stratejik rekabetin özellikle 2014 sonrasında ( Rusya’nın Kırım ilhakı, Donbas istikrarsızlaşmaya başlaması…) artmasıyla bu üç ülkenin ulusal güvenlik ve askeri stratejilerine yansıyan o stratejik rekabetin izlerini çok açık görüyoruz. Rusya açısından artık tereddütsüz ABD ve NATO düşman olarak nitelendiriliyor. 2020 yılında kabul ettiği 2021 yılında güncellediği ulusal güvenlik stratejisinde bu çok açık. Çin açısından baktığımızda biraz daha nüanslı bir tablo olduğunu görüyoruz. ABD ile askeri alanda herhangi bir çatışmaya, cepheleşmeye girmeyi tercih etmediğini ortaya koyuyor ama ABD ile stratejik bir rekabet içine girildiğini de teslim ediyor. Bu 2019 Çin ulusal güvenlik stratejisinde yer alan bir husus. Karşımızda bugün itibariyle bu üç küresel aktör arasındaki stratejik rekabetin derinleştiğini çok net görüyoruz. Bu hem AB’nin 2022 Martı ayında benimsediği stratejik pusulaya hem de NATO’nun yeni 'Stratejik Konsept'ine yansımış durumda. Şuna da dikkat etmek lazım NATO’nun 'Stratejik Konsept'ine baktığımızda Rusya ve terörün doğrudan tehdit unsurları olarak tanımlandığını görüyoruz. Çin’e bakış hem NATO’nun hem AB’nin 'Stratejik Konsept'inde farklı. Şöyle deniliyor; Çin NATO için AB için doğrudan bir askeri tehdit değil ama yükselen bir güç olmasının getirdiği bir sınama oluşturduğu da kesin. Bir işbirliği ortağı ama aynı zamanda ekonomik ve stratejik rakip, böyle tanımlanıyor.
ABD’nin 2017’de, Trump döneminde son yayınlanan ulusal güvenlik stratejisine baktığımızda aslında Çin’in potansiyel bir tehdit olarak Rusya’nın da önüne geçtiğini görüyoruz. Rusya’yı şimdilik güncel bir tehdit diye nitelendiriyor, ama 2017 yılından bu yana ortaya koyduğu ulusal güvenlik ve askeri stratejilere baktığımızda giderek ABD yönetiminin düşüncesinde Çin’in Rusya’nın da önüne geçtiğini görüyoruz.
Bu Avrupa ölçeğine geldiğinde farklılaşıyor. Evet, aynı zamanda işbirliği ortağı, küresel sınamalarda Çin ile işbirliği kaçınılmaz. Örneğin pandemi çıkıyor işbirliği yapmak zorundayız, özellikle iklim değişikliği konusunda işbirliği yapmak zorundayız, her iki tarafın da menfaatine olacak alanlarda işbirliği yapmak zorundayız. Bunlar yatırım, ticaret, ekonomik ilişkiler vs. olabilir… Şunu unutmayın daha sonra askıya alındı ama 2020 Aralık ayında AB Çin ile çok geniş çaplı bir yatırım anlaşması imzaladı. Çin’in Avrupa ülkelerinde hatta Türkiye’de de geniş çaplı yatırımları var. En son Almanya’da Hamburg limanındaki işletmenin hisselerini satın aldı. Pire Limanı’nın işletmesini satın aldı. Türkiye’ye dönük birtakım yatırımları var. Orta Doğu bölgesine geldi, en son iki yıl önce Çin Dışişleri Bakanı İran’a gittiğinde kamuoyuna açıklanan şekliyle 4 milyar dolarlık yatırım anlaşmalarının altına imza attı. Doğu Akdeniz’de 5-6 sene evvel Rusya ile ortak tatbikat yaptı. Yani Çin çok geniş bir coğrafyada varlık gösteriyor.
En son ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi’nin Tayvan ziyareti ertesinde ABD-Çin ilişkilerinde çok ciddi bir tırmanma ortaya çıktı ve bu hala aşılmış değil. Bu ziyaretin ardından Çin biliyorsunuz tatbikat yaptı, Tayvan’ın üzerinden geçen füzeler atıldı. Uzak Doğu, yani Hint Pasifik bölgesi denen bölgede tansiyon artışı var. ABD müttefik olarak gördüğü ülkelerin bu konuda kendisini desteklemesini istiyor.
Rusya’nın yaptıkları malum ve bunlar NATO’nun güvenliğine doğrudan etkide bulunabilecek sonuçlar doğurdu, dolayısıyla böyle bir tablo çıktı karşımıza. Her yeri kapsayan diyebiliriz, çünkü gıda krizi ve enerji krizi ile de karşılaştık Rusya’nın Ukrayna’da başlattığı savaş nedeni ile. Bu küresel etkileri olan bir şey. Bu geniş küresel tabloda ilk başta ABD, Çin ve Rusya arasında olan çekişmeyi görüyoruz.
Son olarak; Çin’i de Rusya ile karıştırmamakta fayda var. Çin çok farklı bir yapıya sahip. Hem kültür olarak, dünyadaki olaylara bakış itibariyle hem de ekonomik ve toplumsal yapı olarak çok farklı. Rusya’nın ekonomik ölçeğine baktığımızda Güney Kore gibi veya İspanya gibi bir ülke. Ne ihraç ediyor? Doğalgaz, petrol, silah bir de tahıl başka bir şey yok. Modernizasyon yapamıyor. Doğalgaz krizi oldu şu ortaya çıktı: AB oradan doğalgaz almaktan vazgeçti ama, doğalgaz altyapısının yatırım ihtiyacı ortaya çıktı. Doğal gaz alt yapısındaki bazı bileşenlerin Batı teknolojisiyle modernize edilmesi gerekliliği ortaya çıktı, bunları da gördük. Ama Çin öyle değil, Çin’in imalat sektörü çok gelişmiş halde. Bugün artık dünyada ikinci büyük ekonomi, önümüzdeki on sene içinde ABD’nin de önüne geçeceği söyleniyor. Dolayısıyla Çin’in küresel çıkarlarıyla Rusya’nınkilerin tamamıyla örtüştüğünü söylemek mümkün değil.
- Peki Türkiye’yi bu çok kutuplu dünyada ne bekliyor? Müttefiklik Türkiye’yi bir taraf olmaya zorlar mı?
Ukrayna’daki savaşın devam etmesi ister istemez Türkiye’yi etkiliyor ve zorluyor. Başka bir şey daha var, aslında Rusya bizim güneyden de komşumuz oldu. Geldi Suriye’ye yerleşti. İki büyük askeri yapıyı hayata geçirdi. Bir tanesi Tartus’ta, aslında daha önceden de vardı ama onun imkan ve kabiliyetlerini genişletti, Hmeymim’de ciddi bir hava üssü kurdu. Dolayısıyla Rusya bizim Suriye tarafında birkaç km ötemize geldi, yerleşti. Suriye konusu bitmiş değil, Ukrayna’daki savaş devam ediyor. Türkiye’nin son yıllarda maalesef, son bir buçuk yılı ayıralım ama onun öncesinde maalesef bölgede cepheleşmeye dönük ve askeri gücü ön plana çıkaran bir yol izlediğine şahit olduk. Bu, Türkiye’yi bölgede ve her istikamette ciddi şekilde yalnızlaştırdı.
Kuzeyde Rusya ile üst düzey işbirliği konseyimiz var, Ukrayna bizim stratejik ortağımız stratejik düzeyde işbirliği anlaşmamız var, bunlar doğru fakat oradaki durum malum şu anda. Bunun Karadeniz güvenliğine etkisi olmadığını iddia etmek mümkün değil. Karadeniz’deki dengeler de değişti, kuzeydeki durum bu. Doğu Akdeniz’de bir taraftan Kıbrıs meselesi, bir taraftan hidrokarbon kaynaklarının sondajı, çıkarılması, pazarlanması vs. Hoş pazarlanacak bir şey yok ama araştırma, sondaj yapma konularında gerilimler olduğu kesin. Baştan söyleyelim Doğu Akdeniz’de en uzun kıyıya sahip ülke Türkiye’dir ve Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de meşru hak ve çıkarları vardır, bu inkar edilemez bir şey. Fakat burada izlenen politikayla Türkiye karşısındaki cepheyi genişletti. Tabii ki Yunanistan ile Güney Kıbrıs’ın hükümeti bundan yararlanacaktı, hiç şüphe yok. Zaten azami ölçülerde yararlandılar ama bir baktık Mısır’la ilişkiler bozuldu, Suriye’deki durum malum, Irak merkezi hükümeti ile zaman zaman su yüzüne vuran ama bitmemiş sorunlarımız var. Körfez bölgesi ülkeleri ile Katar hariç sorunlar ortaya çıktı. Bir baktık Birleşik Arap Emirlikleri, Doğu Akdeniz’de varlık göstermeye başladı, Yunanistan ile ortak tatbikat yaptı, Kıbrıs adası civarındaki birtakım şeylere katılmaya kalktı. Hoş Katar da bu petrol, doğalgaz araştırmalarına o da girdi. O çok iyi ilişkiler içinde olduğumuz Katar. Gerçek bu. İsrail ile ipler kopuktu Mavi Marmara hadisesinden sonra, Türkiye’nin bölgesel güvenlik ve dış politikasında bunlar hep ters rüzgarlar esmesine ve karşımızdaki cephenin genişlemesine yol açtı. Bunları tamir etme gereği ortaya çıktı. Türkiye’deki ekonomik daralmayı da görüyoruz, ekonomi dengeleri de bozuldu.
2021 yılının başından itibaren, ABD’de Joe Biden’ın da iş başına geçmesiyle Türkiye’ye daha farklı bir bakış açısı olduğunu da görmek gerekir. S-400 krizi de olanca hızıyla devam ediyor aslında. Şu anda gündemde çok üst sıralarda değil ama Türkiye-ABD ilişkilerinde bir ilerleme olacaksa aşılması gereken bir sorun olarak karşımızda duruyor. Bütün bu faktörler bir araya geldi ve 2022 Ocak ayından itibaren kullanılan söylemlere veya atılan adımlara baktığımızda Türkiye’nin dış ve güvenlik politikası bağlamında bölgesinde bir normalizasyona yöneldiğini görüyoruz.
Her ne kadar çelişkili söylemler varsa da, mesela bir gün yerimiz Avrupa’da deniliyor, ertesi gün İstanbul Sözleşmesi’ne son veriliyor; bir sonra Avrupalı liderler ülkeyi ziyaret ediyorlar, ondan sonra Afganistan bağlamında “Taliban’la bizim değerlerimiz ortaktır” gibi birtakım söylemler kullanılıyor. Yani belli bir söylem bütünlüğünden yoksun bir şekilde normalizasyon çabaları devam ediyor.
İsrail ile olumlu adımlar atıldı, güzel. Mısır’a yönelik açılımlar yapıldı ama Libya’daki anlaşmazlık, görüş ayrılığımız nedeni ile en son Mısır Dışişleri Bakanı’nın verdiği bir beyan var “normalizasyon durdu, rafa kalktı” diye. BAE’ye yapılan açılım var. Suriye ile ilgili birtakım enteresan şeyler söylendi, Esad rejimiyle ilişki kurma bağlamında birtakım yeni söylemlere şahit oluyoruz. Hatta Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Suriye Dışişleri Bakanı Faysal Mikdad ile Ekim 2021’de görüştüğünü açıkladı. İstihbarat örgütleri görüşüyor falan diye biliyorduk ama demek ki siyasi boyutta da bir görüşme olmuş orada.
Rusya’nın bu kartı nasıl oynadığını da bilmiyoruz, haksızlık yapmayalım zaman zaman geliyor gündeme ama ABD’nin YPG konusunda benimsediği hatalı tutum çok konuşuluyor. O çok konuşuluyor, konuşulsun. Müttefiklik ilişkisine sığmaz, değişmesi lazım, ben de kabul ediyorum ama Rusya da aynı kartı kullanıyor. İran’ın ne yaptığına zaman zaman şahit oluyoruz dış basında daha fazla okuyoruz.
Lübnan’a kadar uzanan bir kuşak var, orada Hizbullah kartı var. Tüm bunlar bizim hep çevremizde. Bizim her halükarda mezhepler üstü ve Türkiye’nin ulusal çıkarlarına dayalı bir yol izlememiz lazım. Bu galiba anlaşıldı ki 2021 Ocak’ından beri bölgesel bazda ilişkiler toparlanmaya çalışılıyor. Yönelimi, yönü doğrudur ama şu ana kadar biraz İsrail’i farklı bir yere koymak lazım sanki orayla ilişkiler daha iyi bir yere gidiyormuş görüntüsü var ama mesela Mısır ile aynı tablo yok, Suriye’de atacağımız adımlar konusunda belirsizlikler var, körfez ülkeleriyle olan ilişkiler bir şekilde toparlanmaya çalışılıyor. Bunun içine Suudi Arabistan da dahil. Böylesine bir küresel çekişme içerisinde Türkiye her hal ve karda kendi bölgesinin huzur ve istikrarı için yapılacak çalışmalarda ön planda yer alması lazım. Tahıl koridoru anlaşmasını yapması iyi bir adım. Rusya ile Ukrayna’yı bir araya getirmeye dönük hamleler yerinde hiç şüphe yok ama o sadece Türkiye’nin tek başına çözebileceği bir tablo değil. Çünkü Rusya’nın orada esas dikkate alacağı küresel güç hiç şüphesiz ABD’dir. Bugün itibari ile çok ümit var bir durumun olduğunu söyleyemeyiz. Şu anda ABD veya NATO kuvvetlerinin gelip Ukrayna için savaşmayacağını anlıyoruz, ilk başta söyledi Biden ama Ukrayna ordusunu desteklemeye devam edecekleri kesin...
- NATO’nun kalbinde dediğiniz gibi 5. madde var: “Bir müttefik saldırıya uğrarsa, hepsine saldırılmıştır”. Soğuk Savaş’tan beri bu tehlikenin en yüksek olduğu dönemden geçiyoruz. Avrupa’da aktif bir savaş var. 5. maddenin kesin bir taahhüt olduğunu biliyoruz, aktive olduğu senaryoda buna uyulmazsa ne olur?
Şöyle söyleyelim, 5. Madde’nin uygulanması otomatik bir sürece tabi tutulmamıştır. 5. Madde’nin uygulanması için NATO Konseyi’nin, bu daimi temsilciler yani büyükelçiler düzeyinde de olabilir, bakanlar düzeyinde de olabilir, liderler seviyesinde de olabilir ki bunların hepsi NATO Konseyi'dir. NATO Konseyi'nin bünyesinde yapılacak danışmalar sonucu alınacak karara tabi tutulmuştur. Dolayısıyla 5. Madde’nin uygulanmasını gerektiren bir tablo ortaya çıkarsa NATO Konseyi toplanır, orada danışmalar yapılır ve gerekli karar alınır. Aynen 11 Eylül’de İkiz Kuleler’e ve Pentagon’a yapılan saldırılarda olduğu gibi. Orada da NATO Konseyi acilen toplandı ve ABD’ye destek verilmesi ve 5. Madde’nin işletilmesi kararlaştırıldı.
Söylediğiniz tablo doğru, Ukrayna’daki savaşın herhangi bir şekilde NATO üyesi ülkeye sirayet etmesi durumunda, o ülke elbette 5. Madde’nin işletilmesi için konseye başvuruda bulunacaktır ve konseyde alınan karar altına bütün üye ülkeler imza atar çünkü NATO’da konsensus yani görüş birliği ilkesi esastır. Onun altına imza attıktan sonra, ben şunu yapmıyorum, bunu yapmıyorum demek iyice zorlaşır. Birfiil savaşmak değil ama savaşana destek vermek yükümlülüğü gelir önümüze.
Alan dışı operasyonlara baktığınızda her bir NATO üyesi ülkenin katılma mecburiyeti yoktur. Avrupa-Atlantik bölgesi dışında cereyan eden ve NATO’nun müdahil olduğu krizler ki bunun en tipik örneği 2011 Libya’dır, ona Almanya katılmamıştır. Kararın önünde durmadı ama katılmadı.Fakat NATO üyesi bir ülkeye yapılan bir saldırı mevzu bahis değildi orada, yani 5. Madde’yi ilgilendiren bir saldırı söz konusu değildi. Ukrayna’daki savaşın herhangi bir şekilde NATO üyesi ülkelerden herhangi birine sıçraması durumunda NATO Konseyi toplanacaktır, bir karar alacaktır ve öyle bir karar alınırsa elbette NATO üyesi ülkeler gibi Türkiye de katılmak zorundadır. Katılmazsa müzakereler uzar, farklı tablolar ortaya çıkar ve dolayısıyla o zaman bambaşka bir durumla karşı karşıya kalırız.
2014 Eylül ayından bu yana Türkiye, Rusya ile ilgili hiçbir şeye karşı rezerv koymamıştır. Son konsepte bakalım, tehditler olarak ne diyor orada; Rusya doğrudan önemli bir tehdittir diyor. Terörizme baktığımızda, doğrudan asimetrik bir tehdittir diyor. Şimdi iki tane tehdit unsurunu tanımlamış, koymuş. Türkiye buna karşı durmadı. Rusya çok doğrudan ve önemli bir askeri tehdittir denilmiş, Türkiye buna da karşı durmamış. Eğer Rusya herhangi bir hesap hatası sonucu veya bir şekilde NATO ittifakına üye ülkelerden birine saldıracak olursa, o zaman bu ister istemez doğrudan NATO Konseyi’nin önüne gelecektir, danışmalar yapıldıktan sonra gerekli kararlar alınacaktır.
NATO üyesi bir ülkeye yapılan silahlı saldırı Avrupa-Atlantik bölgesi dışında düzenlenen operasyonlara veya misyonlara benzemez, onlara katılıp katılmamakta serbest hissedebilirsiniz kendinizi. Ama NATO üyesi bir ülkeye saldırı yapılırsa NATO Konseyi bir karar almakla karşı karşıya gelecektir. Bugünkü ortama baktığımızda muhtemeldir ki ciddi kararlar alınır böyle bir durumda. Umarım olmaz ama böyle bir tablo ile karşılaşacak olursak karşımıza çıkacak olan durum vahimdir ve Türkiye’yi de bağlar. Orada ben buna katkı veriyorum, vermiyorum gibi bir serbestiyet de olmayabilir.
Her ülke için zordur böyle bir karar ama Türkiye için ek zorlukları da olacaktır. Türkiye çok zorlanır çünkü hemen yanı başında cereyan eden bir çatışma bu. Üstelik uzun vadeye yayıldığı taktirde Türkiye’nin ulusal çıkarlarını da çok ciddi şekilde etkileyecek bir çatışma ile karşı karşıyayız. Dolayısıyla oradaki barış ve istikrarı sağlayacak her türlü çabanın içinde yer almak, ön almak zorundayız.
- Eskiden beşeri bilimlerde “Demokrasiler birbiriyle savaşmaz” diye bir söylem vardı. SSCB’nin dağılması sonrası ‘demokrasi’ kelimesinin anlamı genişleyince “Müttefikler birbiriyle savaşmaz”a dönüştü. İki NATO müttefiki arasında bir çatışmanın sonucu ne olur?
NATO’nun sonu olur. Öyle bir savaşın önlenmesi için diğer bazı müttefik ülkeler de mutlaka devreye girerler, zaten giriyorlar. Kimi zaman haksız gerekçelerle giriyorlar kimi zaman daha makul sayılabilecek gerekçeler kullanıyorlar.
Güncel örnekten yola çıkalım: Türk Yunan savaşının patlak vermesi iki ülkeye büyük zarar verir. Bu mevcut konjonktürde NATO’ya da büyük zarar verir. Rusya’nın Ukrayna’daki saldırganlığının her gün arttığı bir dönemde iki müttefik ülkenin karşı karşıya gelip sahada çatışması düşünülmemesi gereken bir tablo. İşin o raddeye gideceğini ben düşünmüyorum. Gerilim devam edecek, geçmişte de oldu bu tür gerilimler. Bir şekilde bir gün ortak bir formül bulunacaktır. En azından mevcut tansiyonu düşürmek adına, sorunların tümünü gidermek değil ama mevcut tansiyonu düşürmek adına birtakım çabalar bence sergilenecektir.
Sorunların çözümünü ister istemez uzun vadeye yaymak durumundayız. Hem Türkiye hem Yunanistan maalesef bu sorunların mevcudiyetiyle belli bir süre daha yaşamak zorunda kalacak. Tabii Doğu Akdeniz’deki dengeler nasıl değişecek bunu da görmek lazım, o da şimdi önem kazandı. Şöyle ki Rusya’dan alınan doğalgazın artık aşamalı da olsa kesilmesi söz konusu, Avrupa kendini ona hazırlıyor. Bu çerçevede belki temiz ve yenilenebilir enerjiye geçiş süreci düşünülecektir, daha öne çekilecektir. Bunu da görmek lazım. Ama daha uzunca bir süre doğalgaza olan ihtiyaç devam edecektir. Yunanistan’ın Doğu Akdeniz’deki hırsları, Kıbrıs meselesi, Ege sorunları var karşımızda.
Oturup masada konuşması lazım iki tarafın. Zaten üçüncü taraflar da özellikle ABD, Avrupalı ülkeler de zaman zaman devreye gireceklerdir. Söylemlere bakıp da çok endişeli olmak ne kadar önemlidir diye de kendimize sormak gerekir. Perde gerisinde neler dönüyor, neler konuşuluyor, nasıl temas trafiği oluyor bunlara da bakmak gerekecek.
- An itibariyle Türkiye ve Macaristan dışında tüm ülkeler İsveç ve Finlandiya’nın katılım protokollerini meclislerinden geçirdi. Türkiye, talepleri karşılanmadığı sürece protokollerin TBMM’den geçmeyeceğini savunuyor. Türkiye’nin üzerine bu konuda bir baskı kurulmasını bekliyor musunuz?
Geçenlerde Cumhurbaşkanı Finlandiya ile ilgili problemler sanki bitmiş gibi bir şeyler söyledi. Madrid Zirvesi öncesi üçlü mutabakat imzalandı ya Türkiye-Finlandiya-İsveç. Finlandiya ile sanki anlaşılmış gibi algıladım ben söylenen hususlardan. İsveç’e gelince onlar da birtakım adımlar atıyorlar. Hatta yeni İsveç Başbakanı “Türkiye’ye geleceğim bu işi çözeceğiz” diye bir beyanda da bulundu.
Türkiye bu yıl içinde önümüzdeki yıla sarkmadan Finlandiya ve İsveç’in katılım protokollerini Meclis'ten geçirecektir diye düşünüyorum. Çünkü her üç tarafta da çok ciddi çabalar var. Zaten top hepimizin sahasında. Neden? Çünkü imzalanan mutabakat üçlü mutabakat nihayetinde. Orada da bir daimi mekanizma da oluşturuldu üç ülke arasında. O mekanizmaların toplantıları da yapıldı. Şimdi en üst seviyelerde temasların olduğunu anlıyoruz. Çünkü hem Finlandiya ve İsveç’in dışişleri bakanlarının hem de başbakanlarının verdiği demeçler var. Muhtemeldir ki bu yıl bitmeden bu sorun çözülür zaten beklenti de o yönde. Şimdi bizim zaten yeteri kadar sorunumuz var, başta Amerika ile olmak üzere. Batı bağlamında konuşursak o sorunun (S-400’den bahsediyoruz ) NATO ülkeleri ile olan ilişkilere uzantıları var. Rusya saldırganlığının aşikar olduğu böyle bir süreçte Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya üyeliğinin engellemesine devam edilmesi doğru bir tercih oluşturmaz. Dolayısıyla ortak bir yol bulunması lazım. Ortak bir yol bulunması için de bir süreç başlamıştır 28 Haziran’da bunun artık bu yıl sonuna kadar sonuçlanacağını öngörebiliriz diye düşünüyorum. Umarım öyle olur, öyle olmazsa, bu iş uzarsa Türkiye’nin Batı ile olan ilişkilerinde daha da fazla gerileme içine girdiğini görürüz. Bu da benim şahsi düşüncem: Türkiye’nin uzun dönemde ulusal çıkarları açısından yarar getirmez.
YARIN: NATO konusundaki efsaneler ve gerçekler