Arap Baharı'nın sonuçları üzerine çalışmalar yürüten Yrd. Doç. Dr. Aylin Ünver Noi, "Türkiye, Ortadoğu'da hangi İslam'ın lideri olacak. Salafiler Sufilerle, Sunniler Şiiler ile çatışıyor. Bu bakımdan sadece belli mezheplere daha yakın politikalar izleyebilir" dedi.
Radikal gazetesinden Bahadır Özgür, Yrd. Doç. Dr. Aylin Ünver Noi ile Türkiye’nin dışpolitikası üzerine konuştu. Radikal’de “Türkiye bölgenin İslam lideri olamaz” başlığıyla yayımlanan (3 Ağustos 2014) röportajı şöyle:
Yrd. Doç. Dr. Aylin Ünver Noi, Arap Baharı’nı başından beri yakından takip ediyor ve çalışmalarını bu hareket üzerine sürdürüyor. Johns Hopkins Üniversitesi, School of Advanced International Relations (SAIS), Center for Transatlantic Relations (CTR) bünyesindeki Akdeniz Havzası İnsiyatifi’nde yer alan Sasha Toperich ve Andy Mullins’ın editörlüğünü yaptığı ve Brookings Institute tarafından basılan “Yeni Paradigma: Değişen Akdeniz Üzerine Perspektifler adlı kitaba da Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da İnsan Güvenliği için bir Alternatif başlıklı makalesi ile katkıda bulunan Dr. Noi, 20 Mayıs’ta da bu konuda İngiltere Parlamentosu Lordlar Kamarası’nda geniş bir sunum yaptı.
Dr. Aylin Noi’ye hem Arap Baharı’nın sonuçlarını hem de bu inisiyatifin Ortadoğu’ya yönelik hazırladığı projeyi sorduk:
Akdeniz Havzası İnisiyatifi nedir?
Arap Baharı sonrası bölgedeki ülkelerin demokrasiye geçiş süreçlerine destek vermek aynı zamanda bu karmaşık geçiş sürecinde olan Kuzey Afrika ülkelerine uluslararası toplumun dikkatini ve desteğini çekmek ve Güneydoğu Avrupa ülkelerindeki geçiş süreci tecrübelerini bu ülkelere aktarmak amacıyla 2013’te Johns Hopkins Üniversitesi, SAIS, CTR tarafından başlatılan bir insiyatiftir. İnsiyatif, ABD’den, Avrupa Birliği’den, Güneydoğu Avrupa ve Kuzey Afrika ülkelerinden siyasetçileri, akademisyenleri, özel sektör, sivil toplum örgütlerinin temsilcilerini biraraya getiriyor.
Siz Arap Baharı'nı yakından izlediniz. Arap Baharı'nın başlangıcı ile şimdiki dönemi kıyaslar mısınız? Bu ülkeler gerçekten ne istiyordu, sonuç ne oldu?
Bildiğiniz gibi Arap Baharı Tunus’ta Muhammed Bouazizi’nin yerel bir yetkili tarafından tezgahına el konulması üzerine kendisini yakmasıyla başlamıştır. Yasemin Devrimi (Jasmin Revolution) olarak adlandırılan hükümet karşıtı ayaklanma Mısır, Libya, Yemen, Suriye, Bahreyn gibi diğer Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerine de yayılmıştır. Çıkış nedenine baktığımızda sosyo-ekonomik nedenlerin yanı sıra siyasi nedenleri de vardı. Örneğin Mısır’daki ayaklanmaların sembolü Mısır polisi tarafından dövülerek öldürülen Khaled Said olmuştur. Said’in işkence görmüş yüzü facebook sayfalarında “hepimiz khaled Said’iz” yazısı ile sosyal medyada pekçok kişiye ulaşmıştır. Bu ülkelerdeki olağanüstü hal, polis ve devlet güvenlik güçlerinin güçlerini kötüye kullanmaları, insan hakları ihlalleri, muhalif partilere yapılan baskılar, ile beraber işsizlik, eşit ve adaletli olmayan gelir dağılımı ve yolsuzluk tüm bunlar Arap Baharı’nın sebeplerindendi.
İnsan haysiyetine saygı, iş, özgürlükler tüm bu devrimler sürecinde ayaklanan halklar tarafından dile getirilen taleplerdi. Bu genel sebeplerin yanısıra toplumun her kesimi kendi görüşü çerçevesinde ve bunları gerçekleştirebilme hayaliyle protestoları destekledi. Örneğin, Liberaller daha fazla özgürlük ve insan hakları için, ayrılıkçılar kendi-kaderini tayin etme (self-determination right) haklarını kullanabilmek ve devletlerini kurmak için, İslamcılar iktidar olabilmek ve ülkeyi İslami kurallara göre yönetebilmek için, kadınlar kadın hakları için vb.
Sonuç iktidara gelenlerin kendi taleplerini tüm topluma empoze etme, anayasa yapma sürecindeki toplumsal ahengin bozulmasıyla toplumların kutuplaşmasına, şiddet içerikli saldırılara, teröre, insan güvenliğini tehlikeye atan her tür gelişmeye yol açmıştır. Arab Baharı sonrasında devrillen liderlerin yerine seçim ile gelen İslamcı partiler toplumun refahını ve özgürlükleri arttırmak adına vaadedilen ekonomik, sosyal ve siyasi reformları hayata geçirmekte başarısız olmuşlar, tüm toplumun gereksinimlerini göz önünde bulundurmamışlar, uyguladıkları bu politikalardan ötürü toplumu kutuplaştırmış, istikrarı bozmuş ve ekonomik açıdan verilen sözlerin gerçekleştirilmesini imkansız hale gelmiştir. Tabii bu süreç içerisinde bölgesel güçlerin kendi etki alanını arttırma amacıyla girdikleri yarışın da bu süreç içerisinde ki olumsuz etkisini de atlamamak gerekir.
Demokrasiye geçiş maalesef bu ülkelerde farklı çoğunda da olumsuz sonuçlar vermiştir. Bugün Libya ‘failed states’ dediğimiz merkezi hükümetin kontrol gücü olmayan yani yönetemeyen bir ülkeye dönüşmüştür. Yine Mısır’da askeri darbe ve sonraki gelişmeler demokrasiye geçiş sürecine darbe vurmuştur. Tunus’da Ennahda Partisi muhalefet parti liderlerinin suikastlerinin ardından ülke geneline yayılan ayaklanmalar sonrası muhalif partilerle işbirliğine gitmiş geçici hükümet kurulmuş diğer ülkelere nazaran bu süreci olumlu yönde götürmektedir. Ancak gerek komşu ülkelerindeki sorunların yansımaları olsun gerek kendi süregelen iç problemleri olsun Tunus’ta da sürecin tamamen sorunsuz olmasına engel teşkil etmektedir.
Önce Suriye ardından Irak'taki gelişmeler... Suriye'nin de bir Arap Baharı halkası olduğu söylendi. Hatta Esad'a yönelik Türkiye de dahil birçok ülke muhalifleri destekledi. Gelinen noktada Suriye'deki durumdan ve devamında Irak'taki olaylarda bu desteğin de bir payı olduğunu düşünüyor musunuz?
Olmadığını söyleyemeyiz. Ancak şunu da belirtmek gerekir; reform talepleri Arap Baharı (Arab Spring) öncesi Damascus Spring ile 2001 yılında başlamıştır. Daha fazla özgürlük ve demokratik haklar isteyen elitler tarafından dile getirilen bu talepler maalesef Esad tarafından hayata geçirilmemiştir. Belki de o zaman bu talepler dinlenilse ve hükümet tarafından karşılansa bugün Suriye bulunduğu durumda olmayabilir. Suriye dış güçlerin hegemonya mücadelesi alanı olmazdı.
Geçmişe baktığımız zaman Ortadoğu'ya 'demokrasi' adına her müdahale bugün de karşı karşıya kaldığımız benzer sorunların yaşanmasına neden oldu. Batı’nın bugünkü yaklaşamının geçmişteki deneyimlerden ne farkı var?
Bush yönetimi Irak’a kitle imha silahlarına sahip olduğu iddasıyla tek taraflı askeri müdahale yapmıştır. Daha sonra bu silahların olmaması üzerine tek taraflı askeri müdahalesini aklamak için ülkeye özgürlük ve demokrasi getireceği vaadiyle bunu gerçekleştirdiğini söylemiştir. Bildiğiniz gibi Irak’a istikrar ve barış getirememiş, bugünkü karşı karşıya kaldığımız sorunların temelleri atılmıştır. Uyguladığı politikalar ABD’nin bölgedeki imajını ciddi bir şekilde zedelemiştir, ABD karşıtlığının artmasına neden olmuştur. ABD başkanı olduğunda, Obama ilk ziyaretlerinden birini Kahire’ye gerçekleştirerek Bush yönetiminin politikalarından farklı bir politika izleme sinyallerini verdiği “New Beginning” (Yeni Başlangıç) konuşmasını yapmıştır. Obama yönetimi döneminde ABD’nin artık eskisi kadar bölgeye müdahil olmayacağına dair görüşler ortaya çıkmıştır. Bunu da ABD’nin Iraq ve Afganistan’dan çekilmesi, Suriye’ye askeri müdahaleye isteksiz olmasının yanısıra ABD’nin Ortadoğu’daki enerjiye bağımlılığının artık söz konusu olmamasına ve dış politika yaklaşımı odağının bölgeden Uzakdoğu’ya kaymasına bağlamaktadırlar. (Trans-Pasifik Ortaklık Anlaşması’nın (TPP) yapılması bu görüşü daha da pekiştirmiştir.) Ancak Arap Baharı sonrası gelişmeler sonucunda NATO ortakları ile Libya’ya askeri müdahale bulunmuştur ve maalesef bu müdahale de iddia edildiği gibi ülkeye barış, istikrar ve demokrasi getirememiştir.
Türkiye'nin özel olarak bölgedeki dış politikasını nasıl buluyorsunuz? Üç dört yıl önceki iddiası ile (sıfır sorun) şimdi geldiği nokta arasında bir çelişki mi yoksa bir devamlılık mı söz konusu?
“Komşularla sıfır sorun” politikasını uygulandığı uluslararası ortam Arap Baharı sonrasında değişme uğramıştır. Bildiğiniz gibi bu politika kapsamında komşu ülkelerle serbest ticaret anlaşmaları yapılmış, “Şamgen Anlaşması” olarak bilinen anlaşma ile bölgede serbest dolaşım sağlamaya yönelik adımlar atılmış ikili vize serbestisi anlaşmaları yapılmış, yabancıların Türkiye’den gayrimenkul almalarına olanak sağlayan yasa değişiklikleri yapılmıştır. Hatta Suriye ile “Dostluk Barajı” projesi bile başlatılmıştır. Biliyorsunuz Suriye ile yıllardır su sorunu, Kürt sorunu ve Hatay sorunu başlıca meselelerimizdi. Ancak bu dönemde bu sorunlar sorun olmaktan çıkmıştı. Tabii Suriye ile bozulan ilişkiler onun bölgedeki müttefiki İran ve Şii Irak hükümeti ile olan ilişkilerimize de yansımaları olmuştur. Yine Kuzey Irak ile ilgili Türkiye’nin politikaları Irak merkezi hükümeti ile ilişkileri sıkıntıya sokmuştur. Sıfır sorun politikasının devamlılığının olduğunu söylemek bu konjonktür ve politikalarla pek gerçeği yansıtmayabilir.
Türkiye “Komşularla Sıfır Sorun” politikasını uygulamaya başladığında hem Suriye hem de İsrail ile olan iyi ilişkileri sebebiyle Suriye ve İsrail arasında arabuluculuk rolünü üstlenmişti. Bugünkü duruma baktığımızda özellikle bazı bölge ülkeleri ile sıkıntıda olan ikili ilişkiler Türkiye’nin bölgede bu bağlamdaki gücünün azalmasına neden olmuştur. Türkiye’nin bu konuda kaybettiği arabuluculuk rolü boşluğunu bugün Mısır, Tunus gibi ülkelerin doldurmaya çalıştığını görüyoruz.
Türkiye'nin Ortadoğu'da İslam lideri olma iddiasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Burada şunu sormak gerekir: Hangi İslam? Bugün bölgede Salafiler Sufilerle, Suniler Şiiler ile çatışmaktadır. İŞİD Irak’ta kendi halifeliğini ilan etmiş ve el-Bağdadi’yi de halife ilan etmiştir. Ancak aynı mezhepteki Sunni İslami radikal gruplara baktığınızda bile Boko Haram veya Tunus’daki Ansar al-Sharia el-Bağdadi’ye halife olarak tanırken AQIM’den al-Assimi ve Wadud İŞİD’e bağlılığı reddetmişlerdir.
Ayrıca, Arab Baharı sonrası Başbakan Erdoğan tarafından bölge ülkelerine yapılan ziyaretlerde laikliğe vurgu yapılmıştı. Tüm bunlar göz önünde bulundurunca Türkiye’nin Ortadoğu’da İslam lideri olma pozisyonunun olduğunu düşünmüyorum. En azından Ortadoğu’da tüm İslam aleminin lideri olabilme gibi bir seçeneği zaten söz konusu olamaz. Sadece belli mezheplere daha yakın politikalar izleyebilir.
Sizin önerdiğiniz Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinin Avrupa Konseyi'ne üye yapılması ya da Avrupa Konseyi'ne benzer insan hakları ve demokrasi odaklı bir bölgesel kurumun Türkiye ve Tunus önderliğinde kurulması bugünkü duruma nasıl bir çözüm getirebilir?
“An Alternative for Improving Human Security in the North Africa and Middle East” başlıklı makalemde bu konuya detaylı bir şekilde değindim. Kısaca bölgenin durumu göz önünde bulundurulunca oldukça uygulaması zor bir girişim ancak insan güvenliği boyutuna bakılınca bir o kadar da elzem bir girişim olarak değerlendirilebilir. Biliyorsunuz bölgedeki insanlar daha iyi şartlarda yaşayabilmek adına insan hakları ihlallerine, yolsuzluk ve yoksulluğa, gelir adaletsizliğine karşı ayaklandılar ve liderlerini devirdiler. Demokrasi ve özgürlükler tüm bu ayaklanmaların söylemlerinin başında geliyordu. Maalesef bugünkü duruma baktığınızda insan güvenliğinin bölgede ciddi tehdit altında olduğunu görüyoruz. Bazı ülkelerde iç savaşa, bazılarını failed state’e bazılarında ise toplumsal kutuplaşmalar ve bir grubun diğerleri üzerinde baskı kurduğu bir kısır döngü içine sokmuştur.
Bu girişimin insan güvenliğini iyileştirebilme olasılığı göz önünde bulundurulursa denemenin bölge halkı için olumlu olacağını düşünüyorum. Bir meslektaşım “geçiş süreçlerinde bir destinasyona bir hedefe ihtiyaç olduğunu çünkü bunun ülkelere yön göstereceğini ve yapacaklarına ivme kazandıracağını” söylemişti. Ancak bölgede maalesef bu trendin bölgede artan radikalleşme ve kutuplaşma yönünde olduğunu görüyorum ki her ikisi de insan güvenliğine ciddi tehdittir. Avrupa Konseyi bildiğiniz gibi milyonlarca insanın ölümüne soykırıma ve her tür insan hakkı ihlallerinin olduğu İkinci Dünya Savaşı sonrasında hem Avrupa’da halklar arasında uzlaşma sağlayarak bir daha böyle bir savaşın çıkmasına engel olmayı hem de bireyleri ortak kurum, standard ve anlaşmalarla insan hakları ihlallerinden koruma amacıyla kuruldu.
Böyle bir kurumun Kuzey Afrika ve Ortadoğu bölgesinde kurulması veya mevcut Avrupa Konseyi’ne bu ülkelerin üye yapılması demokrasi karşıtı uygulamalardan ve insan hakları ihlallerinden muzdarip bireylerin haklarını bir ikinci kurumda arama şansını verecektir. İnsan haklarına ve demokrasinin gerekliliğine uyması beklenen hükümetlere de bu standardlara uyma hedefini koyması ve denetlemesi üye olan ülkelere evrensel değerlere bağlılık gösterme şansı, uluslararası saygınlık kazanmalarını sağlayabilir. Aynı zamanda bu ülkelerde insan hakları ihlallerinin artması ve demokrasiye geçiş sürecindeki sorunların bu kurum ve onu takip eden sivil toplum ve vatandaşların baskısı bu konulardaki farkındalığı arttırıp hükümetler üzerinde bu konularda iyileştirici adımlar atmalarını sağlayabilir.
Tunus ve Türkiye böyle bir yükü kaldırabilecek düzeyde mi? Veya böyle bir perspektife sahip dış politika güttüklerini düşünüyor mununuz?
Türkiye Avrupa Konseyi’nin kurucu üyelerindendir. Bu konuda deneyime sahip bir ülkedir. Bu deneyimini diğer ülkelerle paylaşabilir. Tunus ise demokrasi, insan hakları ve insan gibi yaşama hakkı talepleriyle Arap Baharı’nın ortaya çıkmasına neden olan ilk ülke olarak ve daha da önemlisi diğer ülkelere göre demokrasiye geçiş sürecini daha az sancılı geçiren bir ülke olarak bu girişime ön ayak olabileceğini düşünüyorum.
Türkiye bildiğiniz gibi Arap Baharı başlangıcında Tunus ve Mısır’daki hükümetlerce özellikle seçim kampanyalarında örnek olarak gösterilmişti. Bunun en önemli nedenleri Türkiye’nin ekonomik başarısı, İslam ve demokrasiyi bir arada olabileceğini göstermesi ve en önemlisi halkının diğer bölge ülkelerine göre daha fazla özgürlüklere sahip olmasıydı.
Son dönemde bu konularda ivme kaybeden Türkiye’nin tekrar bu ivmeye dönmesi açısından ve bölgede diğer ülkelerin de radikal Islami hareketler yerine yönünü insan hakları ve demokrasiye çevirmesi açısından önemlidir.