Emekli Büyükelçi Ünal Ünsal'ın anılarından yola çıkarak Radikal gazetesinde kaleme aldığı'NATO-Türkiye, askerin sivil denetimi iki tatsız hatıra' adlı yazı, yakın dönem tarihimiz ile ilgili bilinmeyen bir gerçeği gözler önüne seriyor. Ünsal'ın aktardığına göre, Türkiye, NATO'ya katıldığı 1952'den 1995 yılına kadar, NATO konseyinde bir kez veto yetkisi kulanarak, NATO'nun karar alma sürecini bloke etti. 1983 yılında, 12 Eylül askeri yönetimi döneminde alınan bu karar, NATO'da görevli Türk subayların aynı kurumda çalışan Türk sivil memurların maaşlarının yüksekliğine ilişkin itirazıyla yakından ilişkiliydi. Ünal Ünsal'ın yazısı: ...Hatırladığım kadarıyla, NATO’ya katıldığı 1952 yılından 1995 yılına kadar Türkiye, NATO Konseyi’nde (NATO’nun en üst politik karar organı) tek bir kere veto yetkisini kullanmıştır. Anlatayım... Yıl 1982 veya 1983, yani 12 Eylül dönemi. NATO teşkilatında çalışan sivil memurların maaşları ve hukuku, Birleşmiş Milletler ve Avrupa Konseyi gibi uluslararası kuruluşlardaki memurlarınkiyle birlikte belirleniyor. Bu çerçevede, iki yılda bir memur maaşlarında, enflasyona göre ayarlama yapılıyor ve NATO’ya ilişkin, yani itibarıyla da bu konudaki karar NATO Konseyi’nde, savunma veya dışişleri gibi sivil bakanlıklardan gelen talimatlar çerçevesinde alınıyor. Maaşlardaki ayarlama, uluslararası statüdeki maliye uzmanlarının piyasalarda yaptıkları araştırmalara göre saptanıyor. Sözünü ettiğim yıla ilişkin maaş ayarlaması, NATO Konseyi önüne geldiğinde bizim Genelkurmay’dan (yani 12 Eylül askeri rejiminden) şiddetli bir itiraz yükseldi. İzmir’deki NATO karargâhının Türk komutanı Orgeneral S. G., “Bu sivil adamların maaşı benimkinden fazla, bunu kabul edemem” diye bas bas bağırıyordu. (Uluslararası memurların maaşları, fakirliği nedeniyle Türkiye’nin adeta sembolik düzeyde katkı yaptığı ortak bütçeden ödeniyordu. Yani odemeler, esas itibarıyla, zengin müttefiklerce karşılanıyordu. Tam olarak hatırlamıyorum, ama ülkemizde NATO’nun uluslararası sivil memuru statüsündeki insanlarin sayısı da herhalde 30-40’dan fazla değildi.) Maaşlar ödenemedi Bu itiraz yüzünden, bütün dünyadaki Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi, NATO ve benzeri uluslararası kuruluşların sivil personelinin maaşları ödenemez hale geldi. Anılan kuruluşların memur örgütlerinden Dışişleri Bakanlığı’na ve NATO Delegasyonu’muza hergün birçok protesto telgrafı gönderiliyordu. Dışişleri’nde NATO Genel Müdürü’ydüm, bir toplantı yapalım, konuyu görüşelim dedik. İzmir’den toplantıya, orgeneralin özel uçağıyla onu temsilen bir albay geldi. Sert görünüşlü, yakarım, keserim havasında bir kişiydi. “Bu siviller, bizden fazla maaş alıyor, hepsinin İzmir Körfezi’nde teknesi var. Akşam mesai saati bitince çeker gider, sefa sürerler. Bunu kabul edemeyiz” diyordu. Kendisine, bu kişilerin uluslararası memur statüsünde olduklarını, farklı bir memuriyet rejimine tabi bulunduklarını anlatmak mümkün değildi. “Bakın ne yaptım,” diyerek bir marifetini anlattı. Enflasyon ve fiyatlar konusunda periyodik araştırmayı yapmak üzere, uluslararası kuruluşlara mensup Hollandalı bir maliyeci İzmir’e gelmiş. Mihmandarı olan bizim albaya, şu şu lokantalara ve alışveriş merkezlerine gidip fiyatları belirlemek istediğini söylemiş. Albayımız, Hollandalı uzmanın o yerlere gittiği takdirde enflasyon ölçütünün yüksek çıkacağını anladığını belirterek şöyle tepki verdiğini anlattı: “Herife, bana bak, burada askeri idare olduğunu bilmiyorsun galiba. Ben izin vermeden şuradan şuraya adım atamazsın, istediğin yere gidemezsin diye bağırdım. Adam bembeyaz oldu, pılısını pırtısını toplayıp ilk uçakla çekti gitti.” Bu sorunun sonuçta nasıl çözümlendiğini ayrıntılarıyla hatırlamıyorum. Sanıyorum, NATO Daimi Temsilcimiz Osman Olcay, NATO Genel Sekreteri Luns’un özel bir mesajını Evren’e veya Orgeneral Haydar Saltık’a ilettikten sonra Türkiye’nin NATO tarihindeki ilk vetosu kaldırıldı. Bu tatsız hatırayı neden naklediyorum? Kendi kendimize, “Türk milleti asildir, şudur budur” diyerek, Türk’ten Türk’e propagandayla içeride olumlu bir şeyler elde ediyormuyuz bilemem, ama böyle ucuz, basit, anlamsız işlere kalkışarak Türkiye’yi ve Türkleri dışarıda hiç hak etmedikleri gülünç durumlara düşürecek ‘propagandaya’ hiç ihtiyacımız olmadığı kuşkusuz.