Özge Özdemir
Türk Lirası'ndaki hızlı değer kaybının durulmasının ardından kur şokunun yarattığı hasarın boyutları ortaya çıkmaya başladı.
Döviz cinsinden borcu olan özel sektör şirketleri, kur şokundan en çok etkilenen aktörler olarak öne çıkıyor.
Bankacılık sektörü ise dış finansman ihtiyacı ve özel sektörün verdiği kredileri ödeyememe riski ile karşı karşıya.
Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası'nın (TCMB) açıkladığı Temmuz ayı verilerine göre, Türkiye'nin bir yıl içinde döndürmesi gereken kısa vadeli dış borç stoku 181,3 milyar dolar. Bu borcun 28,9 milyar doları kamu bankalarına, 74,1 milyar doları özel bankalara, 66 milyar doları ise özel sektöre ait.
Bu da bankaların önümüzdeki yıl içinde yaklaşık 102 milyar dolar dış borcunu finanse etmesi gerektiğini gösteriyor.
Özel sektör bacağında ise banka dışı firmaların net döviz açık pozisyonu Mayıs ayında 217,3 milyar dolar olarak gerçekleşti.
Bu da özel sektörün borcunu ödemekte sıkıntı yaşayabileceğini göstermekte.
Bankacılık sektörü de bu durumdan doğrudan etkileniyor.
Son dönemde şirketler ve bankalar arasında borçların yeniden yapılandırılmasına ilişkin çok sayıda anlaşma yapılmasından bunu anlayabiliyoruz.
Bu sebeple bankaların tahsil etmekte zorlandığı borçlardan ötürü banka bilançolarında yaşanacak bozulmalara ilişkin önlem alınması gerektiği sıkça dile getiriliyor.
Bankacılık sektörünü bekleyen riskler konusunda uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarından son zamanlarda çok sayıda uyarı geliyor.
Son olarak Fitch, 20 Türk bankasının notunu düşürdüğünü açıkladı. Temmuz ayında da 24 Türk Bankası'nın notunu düşürmüştü.
Zorlaşan finansman koşulları ve zayıflayan ekonominin, varlık kalitesi, sermaye kullanımı, likidite ve fonlama açısından bankacılık sektörüne çıkarması beklenen zorluklar, kararın arkasında yatan etmenlerdi.
Moody's'ten benzer bir hamle Ağustos ayında gelmiş, kurum 18 bankanın notunu düşürmüştü.
Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu, bu kararına gerekçe olarak Türk bankalarının yabancı para cinsinden fonlamaya ihtiyaç duyduğunu, ancak yatırımcı algısında yaşanan kötülemenin bankaların fonlamaya ulaşmasında yaratacağı olumsuz etkiyi gösterdi.
Fitch, bankacılık sektörüyle ilgili raporunda, bankaların varlık kalitesindeki risklerin, inşaat, enerji ve proje finansmanı gibi riskli sektörlere verdiği krediler ile döviz ve faiz baskısından kaynaklandığını aktarmıştı.
Fitch'in bahsettiği varlık kalitesini, banka kredilerinin kalitesi olarak açıklamak mümkün.
"Takipteki alacak" olarak tanımlanan sorunlu krediye dönüşme riski bulunan krediler, kötü kaliteli krediler olarak tanımlanabilir.
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu'nun (BDDK) açıkladığı son verilerde sorunlu kredilerde hızlı bir artış yaşandığı görülüyor.
Sorunlu kredi: Banka ile borçlu arasındaki geri ödeme anlaşmasının önemli ölçüde bozularak tahsilatın gecikmesi ve zarar olasılığının ortaya çıkması.
BDDK'nın Ağustos verilerine göre sorunlu kredilerin oranı yüzde 2,85 düzeyinde.
Bu veri aslında diğer birçok ülkeye kıyasla iyi bir orana işaret ediyor.
Dünya Bankası verilerine göre dünya ve Avrupa Birliği'nde bu oran ortalama olarak yüzde 3,7.
Ancak Mayıs ile kıyaslandığında Ağustos ayında sorunlu kredilerin yüzde 18 artarak 79,4 milyar Türk Lirası'na çıktığını görmek mümkün.
Ağustos ayı özellikle Türk Lirası'nın Amerikan Doları'na karşı en hızlı değer kaybını yaşadığı dönem olmuştu.
BBC Türkçe'nin sorularını yanıtlayan Bloomberg Intelligence'dan bankacılık analisti Tomasz Noetzel de Türkiye'deki bankacılık sektörünün önündeki en büyük riskin varlık kalitesi olduğunu söylüyor.
Noetzel, en son yazdığı raporunda sorunlu kredilerde yaşanacak yüzde 25'lik bir artışın, sorunlu kredilerin oranını yüzde 4'e çekeceği uyarısında bulunuyor.
Noetzel, BBC Türkçe'ye yaptığı açıklamada ise fonlamanın bankalar için bir diğer risk olduğunu söylüyor.
Akbank ile yaşanan son örneğin uluslararası yatırımcıların henüz sırtını Türkiye'ye dönmediğinin bir göstergesi olduğunu ancak fonlama maliyetinin iki katına çıktığını belirtiyor.
Geçen hafta Akbank bir yıl vadeli 980 milyon dolar değerinde sendikasyon kredisi sağladığını açıklamıştı. Akbank'ın aldığı sendikasyon kredisine 11 ülkeden 23 banka katıldı.
Genelde bir yatırım bankası liderliğinde birden fazla banka ve borç veren kurumun birleşerek, bankalara ya da büyük şirketlere belirli bir amaç için yüksek tutarda verdiği uluslararası kredilere sendikasyon kredisi adı veriliyor.
Akbank Genel Müdürü Hakan Binbaşgil, "Sendikasyon kredimizi yüzde 104 gibi yüksek bir oranda yenilemeyi başardık. Türkiye ekonomisine de bu vesileyle 980 milyon dolar taze bir kaynak sağladık" açıklamasında bulundu.
Türkiye Bankalar Birliği'nin Haziran raporuna göre aktif büyüklüğe bakıldığında Türkiye'nin Ziraat Bankası, İş Bankası, Garanti Bankası ve Halk Bankası'ndan sonra Türkiye'nin en büyük beşinci bankası olan Akbank'ın alacağı sendikasyon kredisi, diğer bankalar için de faizi belirlemesi açısından yakından takip ediliyordu.
Sendikasyon kredisinin 285 milyon doları Libor (Londra bankalar arası faiz haddi) artı yüzde 2,75; 591 milyon eurosu ise Euribor (Libor'un AB alternatifi) artı yüzde 2,65 faiz oranı ile sağlandı.
Bu faiz oranları, Akbank'ın Mart ayında yeniden finanse ettiği sendikasyon kredisine verilen faiz oranlarının iki katı.
Bu da Türk bankalarının uluslararası piyasalarda sendikasyon kredilerini yeniden finanse etmelerinin maliyetinin iki katına çıktığını gösteriyor.
Ekonomist Evren Bolgün ise bankacılık sektörü için en büyük riskin, kredi riski olduğunu söylüyor.
BDDK'nın Ağustos ayı verilerine göre, bankaların TL cinsinden verdiği kredi miktarı 1,5 trilyon TL.
TL mevduatı ise yaklaşık olarak 1 trilyon TL.
Bolgün, bankaların verdiği kredilerin elindeki mevduata oranının yüzde 150 olmasını, sektörün şartlarını zorladığının bir göstergesi olarak yorumluyor:
"Bankacılık sektörünün TL üzerinden topladığı kaynağa karşılık olarak verdiği kredinin oranı, şartların TL tarafında olabildiğince zorlandığını gösteriyor. Yeni kredi verebilmesi için kaynağın enflasyonun üzerinde büyüyor olması lazım. Döviz kredileri ve döviz mevduatları ise birebir eşleşmiş vaziyette."
Bolgün, sorunlu krediler tarafındaki tablonun ekonomide bir daralma yaşanması takdirinde daha da bozulacağını belirtiyor.
O yüzden Bolgün'e göre sorunlu varlıkların bilançolardan ayrılması işleminin uygulanması gerekli:
"Bunun için ilk aşamada Avrupa bankacılık sisteminde yapıldığı gibi bankalara yapılan stres testlerinin kamuoyuna açıklanması gerekir. Kur ve faiz etkisi ile reel sektöre verilen kredilerin banka bilançolarına ne kadar yansıdığı Ekim ayının içerisinde açıklanmalı."
TÜSİAD (Türk Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği) başkanı Erol Bilecik de en son olarak Hürriyet gazetesine verdiği röportajda Türkiye ekonomisi önündeki en büyük riskin banka bilançoları olduğunu söyledi.
Bilecik, "Sistemdeki sağlıksız, artık ödenemez hale gelmiş kredilerin temizlenmesi gerekiyor" diyerek şu uyarıda bulundu:
"Yoksa sağlıklı iş yapan, risklerini iyi yöneten şirketlerimiz de finansmana erişim sorunu yaşayacaklar."
Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, bankacılık sektöründe son dönemde yaşanan gelişmeler nedeniyle ihtiyaç oluşması durumunda hükümetin gereken desteği vermeye hazır olduğunu söyledi.
Albayrak, 20 Eylül'de Yeni Ekonomi Programı'nı (YEP) düzenlediği basın toplantısıyla tanıttı.
Bloomberg haber ajansı, Yeni Ekonomi Programı'nın açıklanmasından önce bankaların takipteki alacaklarının kamu bünyesinde oluşturulacak bir kuruma aktarılması konusunda çalışmaların olduğunu öne sürmüştü.
Ancak Albayrak'ın açıkladığı programda böyle bir açıklama yapılmadı.
Bankacılık analisti Tomasz Noetzel, bunun kötü bir sürpriz olduğunu söylüyor. Noetzel'e göre hükümet bankaların sorunlu krediler sorunuyla daha yakından ilgilenmeli.
Batık kredileri alacak olan kamu kuruluşu için "kötü banka" (bad bank) tanımı da kullanılıyor.
En son olarak İş Bankası Genel Müdürü Adnan Bali, "Kötü banka fikri mümkündür, riskler güçlü adreste daha iyi yönetilebilir" açıklamasında bulundu.
Ekonomist Bolgün, her ne kadar hükümet cephesinden henüz bu yönde bir açıklama gelmese de kamu öncülüğünde kurulacak bir kuruma batık kredilerin aktarılması gerektiğini düşünüyor.
Bolgün'e göre dünyanın her yerinde reel sektörün borcu eninde sonunda kamu borcuna dönüşüyor:
"Bankacılık sektöründeki hasar ortaya konduktan sonra bir eylem planı oluşturulmalı. Hızlıca bu bankaların bilançosunun içinden sorunlu kredileri alıp ABD'deki gibi devletin hakim ortak olacağı bir özel amaçlı ortak girişim şirketi (SPV - Special Purpose Vehicle) kurulmalı. Bu 2011 krizinde yapıldı.
"Bu SPV banka bilançolarındaki hasarı satın alacak. Nasıl alacak? Hazine bunun karşılığında uzun vadeli devlet tahvili verecek. SPV de bu tahvilleri ilgili bankalara batık krediler karşılığı verecek. Ya da ikinci yöntem olarak Türk Telekom'daki gibi hisse satın alma yöntemine gidilebilir."
Bolgün, bankacılık sektöründe bir kriz öngörmezken birkaç çeyreğin sıkıntılı geçeceğini düşünüyor.
BBC Türkçe'nin sorularını yanıtlayan ekonomist Taner Özarslan da bankacılık sektörünün 2001'de yaşanan finansal ve ekonomik krizin ardından yeniden yapılandığını ve risk kontrolüne önem verdiğini, bu sayede 2008 finansal krizinden yara almadan kurtulduğunu vurguluyor.
Özarslan, YEP'te ortaya konduğu gibi bankaların güncel mali yapıları ve aktif kalitelerini tespit etmek için yapılacak mali değerlendirme çalışmalarının ardından bankaların kredi verme kabiliyetlerini artırıcı düzenlemelere gidilmesini bekliyor.