Süreyya Kıvanç
Paul Klee'nin “Angelus Novus” adlı suluboya tablosu, anlam-yorum derinliğiyle bugüne ışık tutan çalışmalardan biri. Bakışlarını ayıramadığı bir şeyden sanki uzaklaşıp gitmek üzere olan bir meleği tasvir eden tablo, gözleri faltaşı gibi açılmış, ağzı açık, kanatları gerişmiş bir tarih meleğini resmediyor. Geçmişin yıkıntıları göğe doğru yükselirken, fırtınayla birlikte çaresiz, sırtını döndüğü geleceğe sürüklenen melek, bugün sanki her zamankinden daha çok bize benziyor.
Akıl ve vicdan sınırlarını zorlayan ölüm ve şiddet haberleriyle yoğrulan Türkiye'nin yanı sıra, kardeşlik, özgürlük ve eşitlik kavramlarının ana vatanı olarak “bilinen” batıdan gelen insanlık trajedisi manzaları da yaşadığımız bu “fırtına”nın önemli bileşenleri. Özlemle ifade edilen, ancak bir türlü gerçekleşemeyen “Yaşasın halkların kardeşliği!” sloganını daha bir sıklık ve vahametle sorguladığımız günlerden geçiyoruz. İşte bu fırtınaya dair Sabancı Üniversitesi Sosyoloji Profesörü Ahmet Öncü'nün bazı çözümlemeleri var.
2013 yılında Prof. Erol Balkan ve Prof. Neşecan Balkan ile birlikte yazdıkları “Neoliberal Görünüm ve İslami Sermayenin Yükselişi” (Neoliberal Landscape and the Rise of Islamic Capital) adlı kitap sonrası kısa süre önce piyasaya çıkan “Thorstein Veblen: Kullanım Kılavuzu” adlı kitabın derlemesini ve editörlüğünü üstlenen Ahmet Öncü'ye göre, “Geçmiş bende, sende, bizde, onlarda yaşıyor. Geçmişte değil. Bunu anlarsak, batıdan neşet etmiş, batıdan çıkmış kuramların bizler için neden eksik olduğunu da anlayacağız”.
Eksiklerin bir sosyolog gözünden nasıl tamamlanabileceğini, bir tür sosyal Darwinizme değinen Öncü'den dinleyelim:
Günümüzün siyasi konjonktüründe Türkiye toplumunu anlamak giderek karmaşıklaştı. Milliyetçi etkilerin yükseldiği bugün, bireylerin davranışlarını şekillendiren faktörleri, bir sosyolog olarak, nasıl açıklıyorsunuz?
-Meseleye bireylerin etnik kimliklerinden çok, onların davranışlarını şekillendiren etnoslardan hareketle bakmak daha faydalı olur. Zamanımızın insanlarına milliyetçilik esasına göre kurulmuş ulus devletlerin yurttaşları olarak bakacak olursanız ki öyleler; bunların birçok etnosa bölünmüş olduğunu görürsünüz. Bu anlamda yurttaş diye ifade ettiğimiz soyut birey aslında birçok etnosun bileşkesinde hareket eden bir faildir. Peki, bu birey tercihlerini ve eylemlerini yani davranışlarını ağırlıklı olarak neye göre oluşturmaktadır? Yurttaşlık esaslarına göre mi, yoksa etnos esaslarına göre mi? Ulus devletin bir etnoslar bileşimi olduğunu anlamadan, özellikle bizim coğrafyada, ne bugün olup bitenleri ne de genel anlamda siyasi gündemlerin ve projelerin oluşumunu anlamanız mümkün değildir.
Etnos derken etnik kimlik temelli toplulukları mı kast ediyorsunuz?
Hem evet, hem hayır demeliyim. Bugün “etnik kimlikler” dediğimizde kelimenin eski Yunancadaki kök anlamını içerecek şekilde kullanmıyoruz bu kavramı. Bugün etnik kimlikten anladığımız belli bir din, dil, ırk, mezhep, ortak tarih ya da ortak vatan gibi boyutlara göre oluşmuş olduğunu düşündüğümüz bir insan topluluğu. Özlemle ifade edilen ama bir türlü gerçekleşemeyen slogandaki, “Yaşasın Halkların Kardeşliği” sloganındaki insan topluluklarını yani halkları ifade ediyoruz. Etnos eşittir belli bir halk kavramlaştırması tümüyle yanlış değil. Ancak etnosun kök anlamındaki derinliği yakalamadığı gibi, kuramsal olarak da pek aydınlatıcı değil.
Eski Yunancada ethnos ethos ile ilişkili düşünülmüştür. Ethos belli bir kişinin, topluluğun, ya da politik bir oluşumun temel değer, ideal, inanç, duruş yani ruh halini şekillendiren, ona yön veren karakter demek. Etnos belli bir ethosa yani karaktere göre hareket eden, eyleyen insanlar topluluğu demek. Farklı bir biçimde söylersem, etnos eylemlerini belli davranış kalıplarına göre gerçekleştiren insanlar topluluğu demek. Hadi sosyolog gibi konuşmuş olayım, etnos tarih içerisinde çoğu zaman belli bir coğrafi bölgeye has olarak kurumsallaşmış belli bir faillik tipi demek. Bunu bu şekilde anlamış ve insanlık tarihinin çok boyutlu bir çözümlemesini bu açıdan yapmış bilimci Lev Gumilev isimli Rus tarihçi ve etnologtur. Maalesef Gumilev ülkemizde dar bir çevrede bilinir ve tartışılır. Üniversitelerimizde hak ettiği önem verilmez.
Gumilev’i bir tarafa bırakırsak, günümüz dünyasının şekillenişini kurumsallaşmış belirli bir faillik tipi olarak anlaşılan etnos kavramına en yakın incelemiş Batılı kuramcının Huntington olduğunu söyleyebilirim. “Medeniyetler Savaşı” dediği şeyin içinde Hıristiyanlık, İslam gibi medeniyetler, yani etnos öbekleri vardır. Her ne kadar Huntington ideolojik ve politik angajmanları ve tabii kuramsal hatası nedeniyle medeniyet içi çatışmaları görmemek eğiliminde olsa da, kavramlaştırması insanlar arasındaki temel davranış farklılıklarının başında etnos etkisinin geldiği görüşüne dayanır. Etnosların etkisinden kurtulmak, ben bunlardan etkilenmeyeceğim demek mümkün değil. Bu sadece Türkiye’nin değil, her ülkenin ve dünya düzeninin de karşı karşıya olduğu ve çoğu zaman da muktedirlerin çıkarları için kötüye kullanabildiği bir veridir.
-Bugünün insanını etnostan yola çıkarak tanımlamamız bizi neye götürür?
-Bugün karşımızda kapitalist dünya piyasası dediğimiz sistem bir gerçeklik olarak duruyor. Kapitalizm tarihte bir olgu ve olay olarak, insanın tarihsel, toplumsal evriminin bir aşamasında yapısallaşmış, oraya yerleşmiş bir üretim ve tüketim sistemi, yani maddi varlığımızı yeniden üretirken, kurallarına tabi olduğumuz bir sosyal ve iktisadi sistem olarak bugün hepimizi ve her etnosu kendi davranış kalıplarına uymaya zorlamakta. Dünyaya bakarken kapitalizmi bir tarafa atalım, yani iktisadi ilişkileri, kimliklerimizi, davranış kalıplarımızı etnos temelli inceleyelim ve anlamaya çalışalım demek istemiyorum. Bunun altını çizelim. Aksine etnos öbeklerine göre bölünmüş bir dünyada kapitalizm kendine has davranış kalıplarını etnoslarla nasıl uyumlaştırıyor, meseleye böyle bakmalı demek isterim. Zaten mevcut küresel siyasal ilişkiler, özellikle de Orta Doğu coğrafyasındaki durum, kapitalizmin yapılarıyla etnosların nasıl etkileşim içerisinde olduğunu bütün çıplaklığıyla gösteriyor.
-Yaşamın her alanında, sokakta, parlamentoda, işte, evde gördüğümüz çatışmaları sadece sınıfsal yapıyla açıklayamadığımızı söyleyebilir miyiz?
-Hiç şüphesiz, evet diyorum. Zaten bakış açım bunu demeye zorluyor beni. Eğer kapitalizm ve etnos etkileşiminden söz ediyorsanız, etnoslarla sınıfların etkileşiminden söz ediyorsunuzdur. Sınıfsal indirgemecilik kolaycılığına kaçarsak, davranışlarımızın belirleyenleri olarak etnik yapıların farkına varmazsak, sınıfsal analizle çok dar bir alana ışık tutabiliriz. İnsanın davranışlarının çoğu rasyonel değildir. Sınıfsal eylem ise oldukça rasyoneldir. Ancak insanlar her zaman rasyonel hareket etmiyor. O zaman da etnik yapılara dönüp bakmamız anlamlı olur. Çünkü etnos sosyal bir kategori olmanın ötesinde öncelikle doğal bir kategoridir. Doğal olduğu için de hem rasyonel hem de duygusal öğeleri içerir.
Etnolojik bakış açısıyla geliştirilmiş bir sınıfsal analiz bizi, daha somut yani sokakta karşımıza çıkan, yaşayan insanlar olarak insanı göremeye ve anlamaya götürür. Aynı sınıfsal özelliklere sahip, farklı etnoslardan gelen insanlar, farklı davranışlar geliştirebiliyorlar. İnsan, sokakta davranmaya geldiğinde sınıf aktörü olmanın ötesinde başka faktörlerin de devreye girmesiyle tercihlerini yapıyor. O faktörlerin içine etnolojik boyutu katmamız lazım. Bu, ister istemez insanın tarihsel evrimini incelemeyi gündeme getiriyor. Yani bugünün insanının davranışlarını etkileyen şey sadece kapitalizmin ya da küresel piyasasının yapıları değil.
-Tarihimizi doğru analiz etmediğimizi söylüyorsunuz.
-Bu çok büyük bir iddia olur. Belki şöyle demek lazım: bu ülkede tarihe ilgimiz yoğun olsa da onu anlamamızı zenginleştirecek ve derinleştirecek bir kuramsal perspektife oturtamıyoruz. İnsanın tarihi her birimizin biyolojik ve sosyal genine işlenmiş olarak düşünebileceğimizden daha eskilere uzanarak bugüne, şimdiye tesir ediyor. Sosyal gen denilen şey, sosyal evrimin sonunda insanın kazandığı tüm “insani” özelliklerde, davranışlarında açığa çıkıyor. Herhangi bir davranışa, sosyologların kurumlar dediği sosyal genleri unutup, sadece çok kısa bir zaman önce ortaya çıkmış yapılara mesela kapitalist piyasaya ya da kapitalist üretim ilişkilerine bakarak anlam yüklersek gerçekten pek fazla bir şey göremeyiz. Göremediğimiz için de hurafeler ya da bilimsellikle alakası olmayan açıklamalar uydurmak zorunda kalırız. Ancak bugün maalesef bu durumdayız. Batı Avrupa medeniyetinden neşet etmiş çağdaş kuramlarla, örneğin “modern iktisat teorisi” ya da “modern sosyolojiyle” bugün etrafımızda olup bitenlere bakıp, çok az bir şeyler görüp gerisini uyduruyoruz. Beşeri bilimlerin itibarını bu koşullarda artırması, günümüze ve tartışmalara ciddi bir ışık tutmasını beklemek “bu ahval ve şerait altında” çok ümit verici görünmüyor.
-Geçmişin hep burada olduğunu hatırlamak, bizim de geçmişi kabul etmek cesaretini göstermemiz gerektiğini gösteriyor diyebilir miyiz?
-Tabii ki diyebiliriz. Hatta bunun altını çizmemiz gerekir. Geçmişten neden korkalım ki! Geçmiş demek insan demektir. İnsanın kendisinden korkmaması gerekir. Geçmişin burada bugün var olduğunu her zaman akılda tutmak gerekiyor. Geçmiş bende, sende, bizde, onlarda yaşıyor. Geçmişte değil. Bunu anlarsak, batıdan neşet etmiş, batıdan çıkmış kuramların bizler için neden eksik olduğunu da anlayacağız. Çünkü bu kuramlar tamamen dar bir coğrafyaya, dar bir etnos alanına bakılarak ileri sürülmüş soyutlamalardır. Zaten batının sosyal bilimine karşı onlarca yıldır dillendirilen etnosentrizm ya da etnik merkezcilik eleştirileri de buradan türemiyor mu? Kendi koşullarını dünyanın tümünde geçerliymiş gibi kabul edip, aslında coğrafi olarak sınırlı olan bir kuramı sanki evrenselmiş gibi ortaya atmak. Garip olan, bizim gibi ülkelerde yaşayanlar bunun farkında bile olsak, bu duruma karşı ciddi herhangi bir girişimimizin olmaması. Çaresiz bir kabulleniş var sanki. Sanki elimizde başka hiçbir kuramsal aygıt yokmuş gibi, batıda geliştirilmiş iktisadı, sosyolojiyi, batıda geliştirilmiş psikolojiyi, batıda geliştirilmiş tüm o sosyal teorileri olduğu gibi alıp günümüze, Türkiye'ye uyarlayarak olanı biteni anlamaya çalışıyoruz. Bu teoriler bize mutlaka yardımcı olacaktır, ancak oldukları gibi uygulanmaya çalışılırlarsa sadece sırıtmazlar, yanlış algı ve değerlendirmelere de yol açarlar.
-Veblen'e gidecek olursak, tarihteki en önemli kopuş anı nedir?
-Yazının keşfi olmadığı muhakkak! Veblen’e göre, bundan çok daha önemli olan bir şey var; o da özel mülkiyetin icat edilmesidir. İnsanın doğayı mülk edinmesidir. Buradan da diğer mülkiyet türleri üremiştir. Doğayı mülk edinmekle insanı mülk edinmek, kadını mülk edinmek, insanın emeğini mülk edinmek ve sonunda geldiğimiz noktada belli bir fikri ve belli bir canlı türünü “bunu ben buldum” diyip mülk edinmek ve dahası bunu Batı Avrupa’da geliştirilmiş, sağlam bir temelle meşruluk kazandırılmış “özel mülkiyet hakkı” denen mefhuma dayanarak doğallaştırmak. Veblen bu mefhuma ben-merkezci bakış açısı der. O halde, sorunuza yanıtım şu: Veblen’e göre, tarihteki en önemli kopuş anı “ben” denen şeyin ötekilerden kopmasıdır ve bu, özel ya da kişisel mülkiyetin icat edilmesiyle alakalıdır.
Bu anlamda, ona göre, özel mülkiyetin ortaya çıkması, ben-merkezci yabancılaşmanın başlangıcıdır. Bu, kendi parçası olduğumuz doğayı karşımıza alıp, ben bilinciyle doğaya bakıp, ona ait olan bazı şeylerin sahibi ben olacağım demektir.
Veblen, bu nedenle her şeyden önce kendisinden önceki Hegel ve Marx gibi yabancılaşma kuramcısıdır. Yani, Veblen’in kuramında da, insanın toplumsal evriminde – yani insanın diğer canlı türlerinden farklı olarak girmiş olduğu sosyal evrim yolunda- mülkiyet olgusu belirleyicidir. Mülkiyetin ortaya çıkması ve meşru görülmesiyle birlikte insanlar sadece mülk sahipleri ve mülksüzler diye iki genel gruba ayrılmamışlardır. Bunun yanı sıra ve bundan daha da önemlisi ben ve diğer bütün ötekiler olmak üzere ikiye ayrılmışlardır. Yani ben bir yanda, anam, babam, eşim, kardeşlerim, evlatlarım, akrabalarım, arkadaşlarım, hemşerilerim, sınıf kardeşlerim, etnosum, milletim ve diğer bütün her şey öte yanda.
Peki, insanlar özel mülkiyeti icat ederken hangi dürtünün tesirinde kalmış olabilirler? Veblen’e bu soruyu yöneltirseniz yanıtı, yaşama içgüdüsü olacaktır. Yani her şeyden önce hayatta kalma ya da yaşam mücadelesidir, diyecektir. Mülk sahibi olma hayatta kalma şansını artırmış olabileceğinden arzu edilir olmuş olabilir. İyi de, mülk edinme, bunun tam tersine de yol açmış olabilir. Yani mülkiyetin ortaya çıkmasıyla birlikte insanlar arasında mülkü korumak veya ele geçirmekten doğan yeni tür bir husumet ya da düşmanlık ortaya çıkmış olabilir. Yani başkasının elindekini ele geçirme ya da elindekini başkasından koruma mücadelesi. … Bu yolda gülmek de var, ölmek de. O halde, mülkiyetin insanların yaşam şanslarını azaltmış olabileceği de düşünülebilir. Demek ki mülkiyet hem yaşatabilir hem de öldürebilir bir şey. Bu nedenle olsa gerek, Veblen, evrimci bir bakıştan hareketle, mülk sahibi olma uğraşının yiğitlik işi olarak görüle gelmiş olduğunu söyler. Dahası, mülkiyetle alakalandırılan bu kişisel sözde “meziyetin” yani yiğitliğin bütün coğrafyalarda ortaya çıkmış olduğunu belirtir. Evet, mülk edinme arzusu, yaşama arzusundan türer. Ancak bu işin sonunun nereye varacağı belli olmadığından herkes bu işe kalkışmaz ya da kalkışamaz. Bu nedenle, mülk sahibi olanlar fiili olarak yiğitliğini kanıtlamış insanlar olarak görülmüş olmalıdırlar. Bu anlamda onlar sıradan insanlardan ayrışmış ve giderek sıradan insanların gözünde onların “efendileri” olmuşlardır. Efendiler de diğerlerinin nasıl yaşayacağını belirler hale gelmiştir. İktidar ve mülkiyetin bir paranın iki yüzü gibi birbirlerinden ayrılamamasının nedeni insan sosyal evriminin bu özelliğinden kaynaklanır.
-Bu noktada yabancılaşmayı nasıl tanımlıyoruz?
Burada dikkat ederseniz mülkiyet bir yandan yabancılaşmayı doğuruyor. Ama aynı zamanda ondan iktidar da türüyor ve kurumsallaşıyor. İktidar ise, insanın mülkiyet sonrası tarihinde ikili bir işlev sürdürüyor sanki. Birinci işlev çıkarcı bir ilişkiyi içeriyor. Yabancılaşmanın sonucunda ortaya çıkan her türlü tehdide karşı öz savunma ve öz saldırı aracı olarak iş görüyor. Yani yabancılaşma sonucu doğan iktidar, yabancılaşmayı daha da derinleştiriyor. İkincisi ise ben ile bütün ötekiler arasındaki doğal bağı koparan şey anlamında yabancılaşmanın yol açtığı her türden patolojiyi bir nebze de olsa sağaltıyor. Veblen’e göre, iktidar yani mülkiyet sahibi sınıf, yani efendiler kendilerine tabi kıldıklarına dönüp, bizi takip ederseniz barış ve huzur içinde yaşarsınız diyor. Yani iktidar bir grup insanı ahenkli bir birleşmeye davet ederek kendisini bir arzu nesnesine dönüştürüyor. İktidarı arzulamak durumunda kalan insanlar da efendilerinin kurduğu sözde ahenkli yaşamı doğal görmeye meylederek aralarında türsel yeni bir bağ kuruyorlar. Mesela birbirlerini öldürmeyi suç olarak görüyorlar ya da birbirlerine destek olma hissi geliştiriyorlar. Burada çıplak doğanın insan türüne bağışladığı doğal ya da ilksel türsel bağın ötesinde ve çoğu zaman da bu bağın karşısında olan kültürel bir bağın ortaya çıktığını görüyoruz. Bu nedenle iktidarın tarihi insanın sosyal ya da kültürel evriminin tarihidir.
O halde daha önce söylediklerinizi düşünürsek doğadaki kimliksiz insanı belli bir karaktere ve dolayısıyla davranış kalıbına sokan yani onları belli etnoslara göre ayırıp bölen şey iktidar mı oluyor?
Aslında iktidar ile etnos oluşumu ya da Gumilev’in etnogenez dediği etnos evrimi arasındaki ilişki oldukça karmaşık bir ilişkidir. Bu soruya yanıtınız etnosu sosyal bir kurgu ya da sosyal bir inşa mı yoksa daha önce de söylediğim gibi, doğal bir olgu mu olarak tasavvur ettiğinize bağlı olacaktır. Mesela Veblen etnoslardan bahsederken bunların daha çok sosyal olgular olduğunu düşünür. Ona göre, etnos yaşam mücadelesinde başarılı olunmasını sağlayan düşünce ve faaliyet alışkanları ile bunlardan türeyen sosyal ilişki ve işlevlerden türemiş olmalıdır. Yani her etnos doğal ve sosyal çevreye uyum sağlayarak yaşama şansını yükseltme arayışı sonucunda ortaya çıkmıştır. Ancak daha sonra mülkiyetin ortaya çıkmasıyladır ki belli bir iktidarın yaşam görüşü insanların belli bir toplum olarak nasıl yaşayacaklarını belirler olmuştur. Yani etnos, efendilerin iktidar projelerinin kurumsallaşma sürecinin sonucudur. Bireyler bu şekilde oluşmuş belli bir kurumlar dünyasına doğar ve bu dünyanın içinde bu dünyaya özgü yaşam mücadelesine göre ortak bir yaşam üretirler. Bu ortak yaşam onları diğer insan topluluklarından ayrı olduğunun bilincinde olan özgün bir insan topluluğuna yani etnosa dönüştürür. Dolayısıyla, Veblen öyle ya da böyle insanlığın birbirlerine yabancı insan toplulukları yani etnoslardan oluşuyor olmasını iktidar ve bilinç olgularından ayrı tutmaz.
Gelgelelim, bu, her zaman doğru olmayabilir. İşte bu noktada Gumilev devreye giriyor. Gumilev etnosu “coğrafi davranış” olarak kavramlaştırıyor. Ona göre, belli bir doğal ortama yani coğrafyaya uyum sağlayarak yaşamak zorunda olan insan türü, kendi yaşadığı coğrafi çevreye uyan başarılı davranış kalıbını bir kere geliştirdikten sonra etnoslaşmaya başlar ve bunu doğal bir süreç olarak sürdürür. Buradaki doğal sözcüğü bilinçten bağımsız olmak anlamındadır. İnsan, belli bir coğrafi çevre-davranış kalıbı etkileşimine göre şekillenmiş belli bir yaşam tarzının içine bir kere doğduktan sonra, bu yaşam tarzı kimsenin ya da herhangi bir yapının zorlamasına veya baskısına tabi olmadan sürdürülür olmuştur. Ona göre, insanlar coğrafi koşullara uygun yaşamak zorunda olduklarından etnoslaşmışlardır. Gumilev, etnosun evrimsel olarak iktidardan, yani yabancılaşmadan önce ortaya çıkmış olduğunu düşünebilmemize destek olabilecek bir görüş ileri sürmektedir. Bu, şu açıdan önemli: Etnos, varlığını iktidara rağmen de sürdürebilir.
-O halde insanın kendini doğadan koparması yabancılaşmanın başlangıcı oldu, diyebilir miyiz? Bugünün çevreci akımları böyle mi okunmalı?
-Böyle bir okuma çok da yanlış olmasa gerek. İnsanın kendisi, ister etnoslaşma öncesi ister etnoslaşma sonrası olsun, doğanın bir parçasıdır. İnsan doğanın belli bir biçime bürünmüş bir halidir. İnsan kendisini doğadan koparıp ondan ayrı bir varlıkmış gibi düşünmeye başladığında bugün başımıza gelenlerin tohumları atılmış oldu. Kendi kolunu, bacağını koparabilir misin? Ya da koparırsan artık sen ne kadar sensindir. Belki sensindir ama hep bir eksiklik hissedeceksindir.
İkincisiyse kendi yarattığı kültürleri, aslında kendi yaratısı olamayıp, dışarıdan bir gücün zorladığı şartlar olarak düşünüyor olmasıdır. Yani bugünün sorun demetlerinin altında yatan ana nedenlerden birincisi insanın kendisini doğadan koparmış olmasıysa, ikincisi de kendi türüne yabancılaşmış olmasıdır. İkincisi, kültürü doğayla ikame edip, bu durumu yaratan iradeyi “tanrılara” tevdi ettiğini gösterir. Bu tanrıların siyaseten ya da dinlerden ya da “bilimden” hareketle üretilmiş ya da meşrulaştırılmış olmasının çok da fazla bir önemi olmasa gerek. Asıl mesele, insanın başına gelenleri insan olmayan şeylerin güç ve iradesine bağlamasıdır. Mesela bugün başımıza gelen iktisadi felaketler, iktisatçıların “bilimsel” kuramlarına inanacak olursan, bizden değil, “piyasalardan” kaynaklanıyor! İktisatçıların yücelttiği piyasasının bu anlamda Zeus’dan ne farkı var?
Ekolojik hareketlerle, anti-kapitalist hareketlerin, dünyanın her yanında yükselişte olmalarını böyle açıklayabiliriz. Üçüncü olarak, feminizmi ya da kadın hareketini de eklemek isterim. Evrimsel olarak bakılınca, iktidarın mülkiyetle birlikte kadını erkeğin mülkü olarak ortaya koyduğunu ve bunu yaparak doğaya doğada olmayan hiyerarşik bir anlam yüklediğini görüyoruz. Sonuçları ortada. İktidarın yol açtığı her türlü yıkım ve zulmü herkesten çok kadınlar ve onların çocukları çekmiyor mu? Dolayısıyla kadın hareketinin de yükselişte olması hiç şaşırtıcı değil.
Doğanın tahrip edilmesi, işçilerin sömürülmesi, kadının ve çocukların suistimal edilmesi ve tabii ki bir etnosun bir başka etnosla ulus devletin mantığının sınırlarına hapsolmuş bir şekilde savaşıyor olması … Bunların hepsi emperyalist kapitalizmin koşuları altında daha bir perçinlenmiş ben-merkezci yabancılaşmanın özgül semptomlarıdır.
Nerede radikal bir çözüm arayışı ortaya çıkıyorsa, mutlaka bu yabancılaşmanın semptomlarına işaret ediyordur. Bunlardan çevreci hareket, anti-kapitalist hareket, kadın hareketi ya da daha geniş anlamda cinsiyetçilik karşıtı hareket ve tabii ki barış hareketi bugün insanlık âlemine umut veren gelişmeler. Ancak bu akımlar, her biri kendi odaklandığı semptomu diğer semptomlardan bağımsız ve tek başına bütün meselelerin ana nedeni olarak ortaya koyarsa, hiçbir çözüm getiremez. Ortada tek bir paket var aslında.
Nedir o paket?
İnsanlık tarihi.
-Öyleyse tüm yabancılaşmalarımızı, derneşik (aggregate) olarak insanlık tarihi dediğiniz paketin içinde bize gösterebilecek bir bakış açısı nereden çıkacak?
-Batılıya sorsan bu bakış açısının iki alandan çıkabileceğini söyler. O, ya felsefe ya da sınıf mücadelesi diyecektir. Bugünlerde her yerde olduğu gibi batıda da ikincisi henüz pek revaçta değil. Birincisi yani kuramsal, kavramsal sorgulama epey bir zamandır gündeme oturmuş görünüyor. Yani batı yeni bir “idealist” döneme girdi. Bugün batıda insanların büyük çoğunluğu yanlış düşünceleri doğru düşüncelerle değiştirirsek kurtulabiliriz inancındadır. Ama bir zamanlar durum farklıydı; sınıf mücadelesi merkezdeydi. Yani yanlış düşünceleri değil, başımızdaki “yanlış” sınıfı değiştirirsek kurtuluruz diye düşünüyordu. Türkiye’ye dönecek olursak, burada da hem felsefe var hem de sınıf mücadelesi var. Ancak bunlarla çok fazla yol alamıyoruz. Dar bir çevrenin dışında soyut ya da kuramsal/kavramsal düşünmek anlamında felsefe alay konusudur bu memlekette. Meselelere soyut ya da kavramsal olarak yaklaşırsan, birisi çıkıp “Felsefe yapmayı bırak da asıl meseleye gel” der. Aslında bilmez ki “asıl mesele” felsefi ya da kuramsal düşünmeye karşı ilgisizliğimizdir! Sınıf mücadelesine gelince… Bu ülkede sınıflar hep vardı ve var olacak. Ancak sınıf bilinci çok geniş bir kitlenin içinde ya hiç yoktur ya da çok cılızdır. Emekçi sınıfı düşünecek olursan oldukça küçük bir azınlık sınıf bilincine göre hareket eder. Dolayısıyla bugün sınıf mücadelesinden bir değişim ivmesi yakalamayı beklemek pek gerçekçi durmuyor. Bu hep böyle olacağı anlamına gelmez tabii.
Türkiye'de insanları her zaman harekete geçirme eğilimine sahip olmuş ve daha da olacak gibi duran bir sözcük var: Ecdat. Bu sözcük bu topraklarda gerçekten büyülü bir sözcüktür. Bu topraklarda tabiri caizse herkes “ceddin deden, neslin babandır”. Ecdat Cedd’in çoğulu ve dedeler ya da atalar anlamına gelir, yani bir insanın etnosuna işaret eder. Dolayısıyla son yıllarda Türkiye’de ecdat tartışmasının yeniden alevlenmiş olmasına şaşırmamak gerekir. Belki de bugün sormamız gereken sorular şunlar: Türkiye’de yaşayan insanlar arasında ister Türk, ister Kürt, ister Ermeni ya da artık kim olursa olsun, ecdatlarına dair her şeyin ötesinde ve üstünde bir düşkünlük olarak tezahür eden bu hassasiyet ya da zihnisel yatkınlık nereden kaynaklanıyor? Bu hassasiyet toplumsal ve siyasal süreçlerimize nasıl sızıyor ve tesir ediyor? Yani nasıl oluyor da batılının felsefeden türeyen soyut kuramsal sorunlarının ya da sınıf perspektifli bir bakış açısından türeyen politika tartışmalarının yerine bizim burada ecdatla ilgili ateşli gündemler geçebiliyor? Batı dünyasında sadece profesyonel tarihçiler ya da bir grup seçkinin arasında ciddiye alınacak köklere duyulan bu merak, nasıl oluyor da bizim toplumumuzda en az eğitimli bireylerimiz arasında bile aşırı derecede ciddiye alınan bir ilgi konusu olabiliyor? Neden Avrupa menşeli sıradan bir insan “önce mide sonra dede” diyor da, bizim sıradan insanımız “önce dede sonra mide” diyor
Sizce neden?
Bu soruya henüz iyi formüle edebileceğim bir yanıtım yok. Ancak bir süredir bu konuda düşünüyor, bu konuyu anlamaya yardımcı olacak çalışmalar yapıyorum. Birkaç yıldır Türkiye’nin Avrupa’dan farklılığının nereden ya da nelerden kaynaklandığı meselesine odaklanmış durumdayım. Yeni çıkan Veblen kitabımızdaki Veblen’in toplumsal evrim kuramını Türkiye ortamına uygulamaya çalışan makalem bu konudaki ilk denemem oldu. Her ne kadar makalenin İngilizcesi Amerika’da bir grup Veblen uzmanı tarafından çok iyi karşılandıysa da, beni tam anlamıyla tatmin etmedi. O makalede Şerif Mardin’in Osmanlı’da hürriyet kavramını ele alan çok önemli bir çalışması ile Halil İnalcık’ın Osmanlı’da sermaye birikiminin önündeki kurumsal engellere yönelik yazdıklarından hareket ediyorum. Bunları Veblen’in Avrupa’nın toplumsal evrimi ile ilgili tezleriyle bir araya getirdiğinizde, bu iki coğrafyanın arasındaki temel farkı hak kavramını ve bundan türeyen toplumsal kontrat anlayışını birbirlerinden çok farklı geliştirmiş olmalarında bulabiliyorsunuz. Bizim coğrafyada bireysel hak kolektif hakkın önüne geçememiş, bu nedenle de hukuk bireyi değil toplulukları temel alarak, bu topluluklar arasında adaleti tesis etmeyi öncelemiş. Avrupa’da ise hukuk bir aşamadan sonra bireysel hakkı temel alıp, bireyin özgürlüğünü güvence altına almaya odaklanmış. Buradan şu sonuç çıkıyor: Avrupa’da bireysel özgürlüklerin güvence altına alındığı bir toplum adil bir toplum olarak görülürken, bizim coğrafyada topluluklar arasında adaleti sağlayan bir toplum özgür bir toplum olarak düşünülüyordu. Dolayısıyla Avrupa doğal haklar hukukuna geçiş yaparak, liberalizmin ve dolayısıyla kapitalizmin önünü açarken, Türkiye’de kapılar liberalizme yani kapitalizme kapatılmış oluyordu. Kısacası bizim coğrafyanın kafası topluluktan bağımsız, bir tür huda-yi nabit gibi bir birey nosyonuna pek alışık ve yatkın olmamış olduğundan Avrupalı sayılmamalıydı. Makalenin kuramsal çatısı bu hipoteze yaslanıyordu.
Yani sizce bizim coğrafyada insanların etnoslarına düşkünlükleri bu siyasal ya da hukuksal yapının ürettiği bir sonuç mu oluyor?
Tarihte neyin neden, neyin sonuç olduğunu kestirmek çok zor! Daha önce sonuç olan bir şey, daha sonraki bir evrede ya da başka bir mekânda neden olabilir. Ancak o yazıdaki asli tartışma nedeniyle -ki bu bizim coğrafyada mühendislik meslek örgütlerinin neden alt sınıfların ya da emekçilerin yanında saf tuttukları ile ilgili olan bir tartışma- o aşamada bu sorunuzun daha farkında bile değildim yani bu meseleyi düşünmüyordum bile. Ama bugün geldiğim noktada tabii ki bunun bir ihtimal doğru bir hipotez olabileceğini düşünüyorum. Yani bu coğrafyanın hukuk geleneği etnosları koruyup, kollamış ve dolayısıyla bireylerin etnoslarıyla bağlarını güçlendirmiş olabilir.
Bu konuda bir şeyler yazdınız mı?
Bu makaleden sonra rotamı hemen böyle bir yöne çevirmedim. O aşamada aklıma iki soru takıldı. İlk soru Marx’dan hareketle şuydu: Eğer iki coğrafya iki farklı üstyapıya sahipse bunların altyapıları da farklı olmalıydı. Bu gerçekten böyle miydi? Bunu doğru kabul etsek bile, Avrupa kapitalizme geçerek Türkiye coğrafyasına üstünlük sağlamıştı ve Osmanlının alt yapısını değişime zorluyordu. İyi de, Osmanlı toplumsal oluşumu bu değişim baskısına nasıl ve neden başarıyla direnmiş ve kapitalizme yönelişi başarıyla engelleyebilmişti? Bu soru da beni tekrar Veblen’e götürüyordu; çünkü ona göre değişime direnç bir toplumdaki yönetici sınıfın iktidarını ne kadar sağlam kurmuş olduğuyla alakalıdır. Osmanlı yönetici ya da egemen sınıfı Avrupalı feodal egemen sınıflar gibi sadece konservatif değil belki de onlardan farklı olarak değişime direnç gösterebilecek donanımda bir sınıf olabilirdi. Böyle düşünmeye başlamıştım. Yakında çok değerli bir hocamıza armağan olarak çıkacak bir kitapta yer alacak yeni makaleme bu noktadan giriş yaptım. Bu son makalede yeni olan şey Sencer Divitçioğlu’nu keşfetmem oldu. Rahmetli Divitçioğlu’nun Asyalı üretim tarzı kavramını Osmanlıya uygularken yaptığı bilimsel keşif benim için yepyeni bir kapı açtı. Ona göre, Osmanlıda batıda bir döneme damga vurmuş serflik oluşmamıştı. Bu durumda alt ya da madun sınıfların doğal gördüğü “soylu” efendilerinin olmadığını düşünebileceğimi fark ettim. Durum gerçekten de böyleydi. Klasik dönem Osmanlı toplumsal oluşumunda serflik yoktu ama kulluk vardı. Dahası herkes yani üst ve alt sınıflar, hepsi kuldu. Üstü kul olarak alttaki kuldan ayıran şey onun “soyluluğu” değil toplumsal işleviydi. Tabii bu işlev her zaman akçeli bir iş anlamına geliyordu. Kısacası doğal ya da “soylu” efendiler yoksa efendilerden özgürleşmek için bir dürtü de olamazdı. Daha önce varmış olduğum bir sonucu artık daha sağlam temellendirebiliyordum. Türkiye’nin yakın geçmişinde Batı Avrupa toplumlarının modern zamanlara geçerken yaşadığı, Veblen’in “efendisiz insan” dediği karakteri ortaya çıkaran soylu sınıfa karşı özgürlük ya da hürriyet mücadeleleri için maddi ve kültürel bir neden yoktu. Türkiye’de Fransız devrimi olamazdı! Yani doğal haklar hukukuna doğru bir evrim yolu alttan da kapalıydı. Konservatif Osmanlı egemen sınıfı sağlam bir zemine basıyordu.
Sonunda bugünkü noktaya geldim. Bu kadar farklı bir coğrafyanın insanın yani insanımızın Avrupa etnosu ile pek bir alakası olamazdı. İnsanımız Avrupalı değildir ama bir ayağı Avrupa’dadır. Bu noktada Gumilev’e yöneldim. Şimdi onunla devam edeceğim …
İsterseniz söyleşimizi şimdilik bitirmiş olalım. Yakında bıraktığımız yerden devam ederiz. Ne dersiniz?
Memnuniyetle … Bizim işimiz okumak, yazmak ve anlatmak!