Türkiye’de ‘yoksulluk’ üzerine en kapsamlı çalışmaları yapan ODTÜ Öğretim Üyesi Prof. Necmi Erdoğan, işsizlik ve taşeronla ilgili tartışmalarda öne çıkan muhalefetin yoksulluk konusundaki yetersizliğinin ‘pratik politikalar’ ve ezilen alt sınıflarla organik bağ geliştirememek olduğunu söyledi.
Yoksulluk konusunda AKP’nin icraatlarıyla ilgili ilk akla gelenin de ‘sosyal yardımlar yoluyla verilen destek’ olduğunu ifade eden Erdoğan, “Sıcak evinde otururken alt sınıfların sosyal yardımlar nedeniyle AKP’ye oy vermesini tweet atarak eleştirme hali sorgulanması gereken bir hal. Alt sınıfların gündelik hayatı için makarnanın ve kömürün ne anlama geldiğini anlayamama hali. Solun kendini var edemediği koşullarda, alt sınıftakilerin gündelik ihtiyaçlarını karşılayanlara bel bağlaması kadar doğal bir şey yok” dedi. Erdoğan, siyasal İslamcılığın da alt sınıflarla organik bir bağ kurduğunu düşünmediğini de sözlerine ekledi.
"Türkiye toplumunda kendini utanç içinde hisseden geniş bir kesim var, insanlığını ve aklını yitirmemiş olan geniş bir yurttaşlar kitlesi. Olmaması gereken onca şeyin olması karşısında yurttaş ve hatta insan olmanın utancı içinde kıvranıyoruz” diyen Erdoğan, utanç hissinin başka bir duyguya dönüşerek eyleme konu olmadığı zaman yaşayanları kötürümleştirmekten başka sonuç vermeyeceğini, örgütlenmesi halinde ise yeni bir umudun başlangıcı olacağını sözlerine ekledi.
BirGün’den Meltem Yılmaz’ın “Yoksulluk Halleri” kitabının da editörü olan Prof. Erdoğan’la gerçekleştirdiği söyleşi şöyle:
»Türkiye’de yoksulluk üzerine Türkiye’de en kapsamlı çalışmaları yapan isim olarak, önceki gün bir inşaat işçisinin Meclis önünde kendini yaktığı haberiyle karşılaştığınızda tepkiniz ne oldu, ne düşündünüz? Ben bu haberi internette gördüğümde, kendimden utanacağımı bildiğim için okumak istemedim. Bu utanç duygusu yalnızca bu haberle ilgili değil elbette; yalnızca bana özgü de değil. Aslında günümüz Türkiye toplumunda kendini utanç içinde hisseden geniş bir kesim var, insanlığını ve aklını yitirmemiş olan geniş bir yurttaşlar kitlesi. Olmaması gereken onca şeyin olması karşısında yurttaş ve hatta insan olmanın utancı içinde kıvranıyoruz.
»Evet, tam olarak bu, utanç duyuyoruz. Dahası bu utanç duygusundan yorgun düşüyoruz. Marx bir yerde “liberalizm örtüsünün atıldığı ve en iğrenç despotizmin bütün dünyanın gözleri önünde sergilendiği” Prusya yönetiminin ucubeliği karşısında, utançtan yüzlerini kapattıklarını söylemiş ve “kendi içine dönük bir çeşit öfke” olarak “utancın bir çeşit devrim” olduğu savunmuştu. Alman halkını kastederek, “bütün bir ulus gerçekten utanç duygusu içinde olsaydı, ileri atılmaya hazır bir aslan gibi olurdu” diye de eklemişti. Utanç, utanç olarak kaldığı ve başka bir duyguya ve onu dönüştürecek bir eyleme konu olmadığı sürece onu yaşayanları kötürümleştirmekten başka sonuç vermez elbette. Ama bir başlangıç olabilir. Elimizi yüzümüzden çekmek ve yanımızdaki duygudaşlarımızın elleriyle birleştirmek bir başka duyguya geçişin, umudun başlangıcı olacaktır.
»Çareyi endini yakmakta bulan inşaat işçisini medyanın büyük bir çoğunluğu göstermedi. Dahası, kendisi ile konuşmak için aradığımda, polisin onu en yakınlarıyla dahi görüştürmediğini öğrendim. Bu tablo bize bugünün Türkiye’si ile ilgili ne anlatıyor? Onunla ilgili az sayıdaki habere bakınca, dünyanın ağırlığının bütün şiddetiyle hissedildiği bir mikrokozmos çıkıyor karşımıza. Olayın gerçekleştiği sahneye baktığımızda da, Türkiye toplumunun neredeyse tüm toplumsal-siyasal dinamiklerinin ve aktörlerinin varlıkları veya yokluklarıyla rol oynadıkları bir tablo beliriyor. Öncelikle çoktan siyasal işlevini yitirmiş bir meclisin önünde, bu durumun farkında olmadan çığlığının duyulmasını isteyen bir işsiz veya yoksul emekçi var.
»Hikâyesi ne anlatıyor? Hikayesine bakınca, Türkiye kapitalizminin malum dinamiklerinin onun dünyasında ürettiği sonuçlar kendini gösteriyor: Taşeronla çalışan ünlü bir inşaat firmasının şaşırtıcı olmayan bir şekilde işçilerin güvenliğini umursamadığı gibi, “kaza” geçiren işçiyi de 200 lira vererek evinin önüne bıraktığını anlıyoruz. Yanı sıra, FETÖ’den alınanı da dahil sık sık hâkimlerin değiştiği bir davada yıllardır hak aradığı bir yargı sistemi var. Devam edersek, bu olayı yok sayan ve haberleşmesini istemeyen bir medya ve ayrıca bu insanın hastanede ziyaret edilmesini engellemek isteyen güvenlik kuvvetleri de var bu sahnede. Bunlar varlıklarıyla rol oynuyorlar. Bir de yokluğu veya etkisizliği ile rol oynayan bir aktör var ki o da toplumsal ve siyasal muhalefet. Olayın sonrasında ziyarete giderek işçi ile bağ kurmaya çalışan örgütler var ki bu da eğreti kalmaya mahkûm.
»Bir de sosyal medya meselesi var, “muhalefet” adına… Olaya sosyal medyada gösterilen tepkiden de söz etmek mümkün ama o tepki de aslında sosyal medyada dillendirmeden ve kınamadan ibaret bir tepki. Yazarak, söyleyerek veya söylenerek yükünden kurtulma arayışının nafile olduğunu gördüğü halde buna devam eden, belki de çaresizce bunu yapan bir muhalefet.
»Editörlüğünü yaptığınız “Yoksulluk Halleri” kitabının kapsamı yoksulluğun görünürlüğü üzerineydi. Türkiye’de yoksulluk giderek daha görünmez bir hal mi alıyor? Yoksulluğun görünmezleşmesi yeni bir durum değil. 2000’lerin başlarında böyle bir tablonun olduğunu ortaya koymuştuk ama günümüz Türkiye’si açısından bunun bir haber konusu olmasını bile engelleyen bir siyasal dinamik var. Yoksulluk maddi süreçlerle ilgili bir sorun ama yalnızca bundan ibaret değil. Görünmez olmak, sayılmamak, hesaba katılmamak, söz verilmemek, sözünü söyleyememek hali de aynı zamanda. Yer yer görünür kılındığı haller de var, bunlar acıklı, tehlikeli, şiddetli, kriminal ve benzeri haller. Yakacak odun bulamadığı için çocuğunun eline saç kurutma makinesi verip intihar eden kadını düşünün. Ancak bu ve benzeri tepkilerle görünür oluyor yoksulluk. Ama bir de bu halleriyle haber olmanın insanda nasıl duygusal yaralar açtığını düşünelim. Yani yoksulluk insanın görünür olduğu hali de kendisinin belirleyemediği bir durum.
»Yoksulluğun bir reaksiyona çevrilmemesinin altında yatan nedenler nedir? Daha önceki hükümet krizinde bir esnafın attığı yazar kasa yeni bir dönem başlatırken bu olay öyle bir etkide değil, bu başka bir dönemece mi işaret ediyor? Bu olayın bir dönemece işare ettiğini veya edeceğini, birkaç nedenle söylemek zor. Yakın dönem Türkiye toplumu bu olayın kat be kat ağırı birçok olay yaşadı. Çok daha ağır tablolar karşısında, ciddi kitlesel bir tepki göstermeyen bir toplumda, bu tekil olayın bir kırılma noktası oluştracağını söylemek mümkün değil. Aslında 2001 krizinde ortaya çıkan toplumsal tablo da bundan farklı değildi. Türkiye Arjantin’le aynı dönemde bir kriz yaşadı ancak Arjantin’de krize verilen toplumsal tepki, yaygın kitlesel örgütlenmeler şeklinde iken, 2001 krizi sonrası Türkiye’de böyle bir tablo ile karşılaşmadık. bugünkü tablo da aslında onun bir devamı. Yakın dönem Türkiyesinde neoliberal ortodoksinin toplumsal, kültürel ve ahlaki etkileri derinliğine hissediliyor.
»Nedir bu etkiler? İnsanları yalıtan, yalnızlaştıran, bireyselleştiren, kendi içine kapatan, kendine dönük kılan etkiler... Ama bu alt sınıflara özgü bir tablo değil. Türkiye toplumunun geneline ve bu arada tabii küçük burjuvaziye de özgü bir tablo. Yoksulluk siyasal, kültürel, eğitsel araçlardan da yoksunluk demek. Bu nedenle, diyelim beyaz yakalıların veya orta sınıfın bu bakımlardan koşullarının örgütlenmeye elverişli olmasına rağmen örgütlenmekten uzak durmalarını düşününce yoksulların siyasal eğilimlerine yönelik horlayıcı bakışların sorgulanması gerekiyor.
»Muhalefetin yoksulluğu ve yoksulu merkeze alan politikalar üretmemesi de sorgulanmamalı mı? Yoksulluk bahsinde muhalefetin sorunu bir politika üretmemesi değil çünkü bir biçimde işsizikle ilgili, taşeronla ilgili tartışmalar var muhalefetin ürettiği. Ama temel sorun söz olarak politikanın ötesinde, pratik olarak politikanın geliştirilememesi, ezilen alt sınıflarla organik bir bağın geliştirilememesi. Bu yönde arayışlar hep var ama bu arayışlar büyük ölçüde dar ve sınırlı ölçüde, yerel ve tekil bağlamlarda ortaya konmaya çalışılan çabalar. Zayıf kalarak geniş toplumsal ve siyasal dinamiklerin duvarına çarptığı için de sönümlenmeye mahkum oluyor. Soma örneğinde olduğu gibi.
»Sosyal devlette “sosyal yardım” denilebilecek ancak iktidar bunu “biz verdik” şeklinde lanse ettiği için sadaka şeklini alan yardımların yoksulluğun görünürlüğünde nasıl bir rolü var? Yoksulluk bahsinde ilk akla gelen sosyal yardımlar yoluyla yoksulların AKP’ye verdiği destek. Sadaka kaptalizmi veya hayırsever neoliberalizm denilen şeyin düzeni tahkim eden bir özelliği elbette var. Ancak alt sınıflar ile AKP arasındaki bağın niteliği konusunda kapsamlı çalışmalar olmadığını vurgulayayım. Ben bu bağın büyük ölçüde klişelerle düşünüldüğü kanısındayım. Öte yandan, sosyal yardımların özellikle sosyal medyada büyük ölçüde alaycı, kınayıcı bir dille değerlendirildiğini de biliyoruz. Ben konuda hassas oluması gerektiği kanısındayım. Tam da intihar eden kadın örneğindeki gibi, kendi sıcak evinde otururken alt sınıfların sosyal yardımlar nedeniyle AKP’ye oy vermesini tweet atarak eleştirme hali sorgulanması gereken bir hal. Alt sınıfların gündelik hayatı için makarnanın ve kömürün ne anlama geldiğini anlayamama hali yani. Solun kendini var edemediği koşullarda, alt sınıftakilerin gündelik ihtiyaçlarını karşılayanlara bel bağlaması kadar doğal bir şey yok.
»Peki bu sosyal yardımların, alt sınıfların İslamcılığa verdiği destek açısından rolü nedir? Bu rolün hala çok iyi anlaşılabildiğini veya bilindiğini ben düşünmüyorum. Klişe imajlarla alt sınıflar ile İslamcılık arasında bağ kuruluyor oysa orta sınıf bu bağlamda çok daha kritik bir rol oynuyor. Siyasal islamcılığın alt sınıflarla ne ölçüde organik bir bağ olduğu kurcalanmıyor. Ama ben anlamlı bir organik bağ olduğu kanısında değilim.
»Röportajımızın başında utanç duygusunun umuda geçişin başlagıcı olabileceğini söylemiştiniz. Bu nasıl mümkün? Benjamin ezilenler için olağanüstü halin istisna değil, kural olduğunu söylemişti. Günümüz Türkiye’sinde işsizliğin, yoksulluğun, sömürünün emekçilere, alt sınıflara yaşattığı hem maddi ve hem de gayrımaddi, duygusal bir olağanüstü hal var. Ama bir de bildiğimiz siyasal anlamıyla olağanüstü hal var. Sorun, bu iki olağanüstü hal biçiminin açtığı yaralara birbiriyle rezonans halinde hitap edebilecek bir kolektif iradenin geliştirilmesinde yatıyor. Marx, tam da kendini yakan işsiz gibi “sanayinin kurbanlarının” da dahil olduğu sefaletten söz ederken “artık nüfus” ifadesini kullanmıştı. Türkiye’de böyle bir artık nüfusun yanı sıra, siyasal iktidarın artık nüfus saydığı geniş bir kesim de var. Bu iki anlamıyla artık nüfusun ortaklaşmasını sağlayacak bir kolektif irade utanç duygusundan umuda geçmemizi de sağlayacaktır.