Türkiye'deki siyasi kavganın esas kaybedeni hukukun üstünlüğü oldu

Türkiye'deki siyasi kavganın esas kaybedeni hukukun üstünlüğü oldu

Emma Sinclair-Webb*

Human Rights Watch (İnsan Hakları İzleme Örgütü) - Kıdemli Türkiye araştırmacısı Son dönemin en tartışmalı seçimlerinden biri olan 30 Mart yerel seçimleri, belediye başkanlarını ve Meclis üyelerini belirlemek için yapılan bir yoklamadan çok, Başbakan Erdoğan için bir güven oylaması gibi geçti. Bu çekişmenin temel belirleyeni ise Erdoğan'ın Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ile geçmişte uzun süre ittifak yaptığı Gülen hareketi arasında yaşanan siyasi kavgaydı.

Erdoğan kabinenin önemli bazı bakanları ve kendi ailesinin de karıştığı büyük bir yolsuzluk soruşturması olmasına karşın zafer kazandı. Kendisine yöneltilen suçlamaları reddetti ve Gülen hareketini tüm bunların arkasında olmakla ve kendisini devirmek için yürütülen uluslararası komploya karışan "paralel bir devlet" gibi davranmakla suçladı.

Erdoğan'ın içeride elde ettiği bu zaferin bedeli oldukça ağır oldu. Siyasi kavganın ve son derece hırçın geçen seçim kampanyası döneminin en büyük kaybı hiç şüphesiz hukukun üstünlüğü ilkesi ve Türkiye'nin tarafsız ve bağımsız yargı erkine sahip olma ihtimali oldu. Ülkenin insan haklarında görülen gerileme birkaç yıldır devam ediyordu ama bu durum dünyanın dikkatini ancak geçen yaz Gezi Parkı protestocularına yapılan şiddetli operasyonlarla çekti.

Hükümet seçim kampanyası sırasında yolsuzluk skandalının üstünü örtmek ve ceza soruşturmasını engellemek için akla gelebilecek her adımı attı. Üst düzey hükümet mensuplarıyla yardımcıları arasındaki telefon görüşmeleri olduğu iddia edilen tapeler, Başbakanlık’ın yolsuzluk soruşturmasına açıkça müdahale ettiği izlenimini uyandırıyor. Başbakan bu konuşmaların içerikleri ya da konuşanların kimliklerini sorgulamadı ama tapelerin "montaj" olduğunu söyleyerek üstün körü bir inkar yoluna gitti. Hükümetin Gülen hareketinden olduğunu düşündüğü binlerce polis ile çok sayıda hâkim ve savcıya rütbe tenziline uğradı ya da farklı görevlere tayin edildi. Hükümet, Gülen hareketinin yargının en yetkili kurumu olan Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'ndaki etkisini en aza indirebilmek için yeni bir yasa çıkarttı ve kurulun bir kısım idari personelini tasfiye ve tayin ederek, bir kısım dairelerin de görev alanlarını değiştirerek HSYK üzerindeki kontrolünü arttırdı. İnterneti daha da kısıtlayan bir yasa çıkardı ve Twitter ile YouTube'da yolsuzluk iddiaları çıkınca her iki siteye de Türkiye'den erişimi engelledi.

Tüm bunlar Türkiye'nin uluslararası itibarını zedeledi. AB, ABD, BM ve Avrupa Konseyi yargı bağımsızlığı, internet yasası ve Twitter ile YouTube'un engellenmesiyle ilgili kaygılarını güçlü bir biçimde ifade ettiler.

 

Erdoğan'ın popülaritesi

 

Erdoğan'ın ne kadar popüler olduğu ve partisinin neden bu kadar destek bulduğu Türkiye dışında çok anlaşılamıyor. En belirleyici etken olan Başbakan'ın karizmatik liderlik vasfının ötesinde, Türkiye'de birçok kişi AKP'nin Sünni Müslüman rengi ve Anadolu (taşra) kökenli olmasıyla kendini özdeşleştiriyor. En az bunun kadar önem verilen bir başka unsur da, insanların partinin refah getirdiğini, daha iyi hizmet verdiğini ve daha çok kişi için pastadan daha büyük pay sağladığını düşünmesi.

AKP medyanın ve kamusal alanın büyük bölümünü elinde tutarak bu imajı güçlendirmek ve popülist mesajlar vermek konusunda eşsiz bir kapasiteye sahip; öte yandan da Sünni Müslüman kimlik politikası kartını da gittikçe daha fazla kullanıyor. Mesele AKP destekçilerinin yolsuzluk iddialarına inanmamalarından ziyade mevcut ekonomik iklimde bu meseleyi ille de bir tehdit olarak görmemeleri. Uluslararası düzeyde güven kaybı borsa ve yabancı kurları etkilediyse de, reel ekonomi –bir yavaşlama yaşanmasına rağmen- büyümeye devam ediyor.

Bir diğer önemli unsur da Türkiye'de güvenilir bir muhalefet partisinin olmaması. Ana muhalefet partisi CHP'nin (Cumhuriyet Halk Partisi) 1970’ler dışında halkın desteğine mazhar olamaması tarihin belleğinde sürekli tekrarlanan bir konu.

Oyunu AKP'ye veren 60 yaşındaki Fatma'nın seçimlerden sonra söyledikleri halkın bu hissiyatına ışık tutabilecek nitelikte. Orta Anadolu'da bir köyde doğan ve 16 yaşında evlenip İstanbul'a gelen Fatma'yla, 40 yıldır kapıcılık yaptığı işyerinde konuştum. Fatma "Bugüne kadar CHP bizim için ne yaptı ki? AKP zamanında özel bir hastaneye gidip, devlet sigortasıyla tedavi olabiliyorum. Eskiden benim gibileri kapı dışı ederlerdi" dedi.

Üstelik AKP Türkiye'nin giderek büyüyen eğitimli orta sınıfından da güçlü bir destek almaya devam ediyor.

 

Muhalefet ve dışlananlar

 

AKP'yi eleştirenler ve doğrudan muhalefet edenler arasında Türkiye'de siyasetin ve yönetişimin daha demokratik bir şekilde yürütülmesini isteyenler de bulunuyor. Nitekim Gezi protestolarının özü tam da buydu: Gezi'de daha aktif bir yurttaşlık modeli talep eden ve Cumhuriyet tarihi boyunca süregelmiş, tepeden inme karar verme süreçlerinin ve siyasi sınıfların değer ve yaşam biçimlerinin insanlara dayatılmasına dayanan siyaset geleneğinin (ki bu dayatılan eski usul Kemalist laik ulusalcılık da olabilir, AKP'nin yeni dini muhafazakârlık anlayışı da) sona ermesini isteyen bir gençlik hareketi kendini ortaya koydu.

Ne var ki CHP ne buna bir yanıt verebildi, ne de içe dönük ulusalcı bagajından kurtulup daha katılımcı bir siyaset modeli sunarak kendini yenileyebildi. Bu sırada AKP hükümeti ise Gezi protestocularını kendi seçmen kitlesine ahlaksız, kanun tanımaz "çapulcular" olarak sunmakta gayet başarılı oldu.  

İktidar partisinin kavgacı tavrı Türkiye'de yoğun bir kutuplaşma ikliminin boy göstermesine katkıda bulundu.

AKP'nin bu ayrıştırıcı yaklaşımını gösteren diğer bir kanıt da Sünni olmayan Müslümanların haklarını tanımamasıdır. Aleviler Türkiye nüfusunun yüzde 15'ini oluşturuyor. Ama kendinden öncekiler gibi bu hükümet de Alevileri resmen farklı bir kimlik olarak tanımıyor ve cem evlerine, cami veya kiliselerinkine eşit bir hukuki statü vermiyor. Aleviler AKP'nin himaye ağlarından ve toplumsal hareketlilik sağlayabilecek işlerden dışlandıkları için ekonomik olarak da marjinalize ediliyorlar.

AKP'nin Türkiye'nin bir diğer büyük azınlık grubu olan Kürtlere karşı tutumu daha olumlu; hükümet, Kürdistan İşçi Partisi (PKK) ile bir yıldır devam eden ateşkesi devam ettirme kararlılığı gösteriyor ve bundan daha uzun bir süredir de Kürt kimliğini tanımaya yönelik bugüne dek örneği görülmemiş açılımlar yapıyor. Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) ve Halkların Demokratik Partisi (HDP) seçimlerden ülkenin güneydoğusunda daha güçlenmiş olarak ve iktidar partisiyle ateşkesin kapsamlı bir barış sürecine dönüşmesi için daha fazla pazarlık gücüyle çıktı. AKP'nin diğer tüm rakiplerinin dışarıda bırakıldıklarını düşündüğü bir durumda, ironik olarak, en çok dışlanmış ve haklarından mahrum edilmiş olan –yüzlerce önemli siyasi aktivisti hala tutuklu yargılanan– bir grup siyaset yarışında kendini büyük kazanımlar elde edebilecek bir rakip olarak görüyor.

Erdoğan'ın 31 Mart'ın erken saatlerinde yaptığı seçim zaferi konuşması tüm ülkeyi kucaklamak yerine Gülencilerden ve diğer muhaliflerden intikam almaya daha da istekli olduğunun sinyalini verdiği gerekçesiyle yaygın olarak eleştirildi. Başbakan o konuşmasında “inlerine gireceğiz” ifadesini kullanarak gözdağı verdi. Seçimlerden sonra beliren güvensizlik ortamında Güneydoğu’daki bir kasabada yakılmış oyların bulunmasının ardından protesto gösterileri yapıldı, daha bir çok yerde usulsüzlük yapıldığı iddiaları dile getirildi ve birçok yerde oylar yeniden sayıldı. Çevik Kuvvet, AKP ve CHP'nin başa baş gittiği Ankara'daki seçim sonucunu protesto eden muhalifleri şiddet kullanarak dağıttı.

 

Türkiye'nin siyasallaşan yargısı

 

Son üç ayda yaşananlar AKP hükümetinin ve Gülencilerin geçmişte yargı sistemini ortak siyasi amaçları için nasıl kullandıklarını gün yüzüne çıkardı. Ama hükümetin yolsuzluk iddialarına tepkisi ve yargının Gülencilerin işgalinde olduğu iddiaları yargı bağımsızlığını daha da zayıflattı. Sonuç olarak hukukun üstünlüğü ciddi bir erozyona uğradı ve halkın yargının bağımsız ve tarafsız olabileceğine duyduğu inanç daha da zayıfladı.

Bakanlar ve ailelerinin (ve daha birçok kişinin) yasa dışı dinlenmesi hukuk kurallarına tamamen aykırıdır. Ve yolsuzluk operasyonlarının zamanlamasının Erdoğan'ı seçimler öncesinde itibarsızlaştırmak üzere tasarlandığı açıktır.

Ama tapelerin içeriği ve hükümetin bu iddialarla ilgili soruşturmalara verdiği tepki, hukukun üstünlüğünü ne kadar hakir gördüğünü gözler önüne seriyor. Tapelerden birinde Erdoğan dönemin Adalet Bakanı’nı şahsen arayarak, hükümet karşıtı bir medya patronu hakkındaki mahkeme kararının bozulmasını sağlaması için baskı yapıyor. Bir diğerinde ise Erdoğan'ın o dönemdeki müsteşarı bir valiye, bir gazetecinin tutuklanması ve hapsedilmesi için talimat veriyor (neyse ki bu talimat yerine getirilmedi).Üçüncü bir tapede aynı müsteşar bir emniyet müdürüne savcının yolsuzluk soruşturmasının yürütülmesine yönelik talimatlarını görmezden gelmesini söylüyor ve iktidar partisinin yasaları istediği gibi değiştirebileceğini söyleyerek böbürleniyor. Bu konuşmaları yapan kişiler olarak adları geçenler hakkında hiçbir resmi yalanlama yapılmadı.

Aslında bu uzun zamandır devam eden bir durum ve kim bilir, belki de yargının ne kadar siyasallaştığına ve yasaların ve mahkeme kararlarının siyasal konjonktürü yansıtan barometreler olduğuna ilişkin kanıtların daha önce hiç olmadığı kadar açık bir şekilde ortaya çıkması, hayırlı bir gelişme olarak da görülebilir. Eğer siz de terör suçlarıyla ya da “devlete karşı işlenen suçlar”dan biriyle yargılanan binlerce kişiden biri olsanız, hakkınızda hazırlanmış iddianamede yer alan kanıtların detaylarına odaklanmak yerine hükümetin yargılamadaki asıl niyetine odaklanmayı çok daha akılcı bulurdunuz.

Siyasallaşmış, çok sanıklı toplu davalarda 2007'den bu yana bir artış yaşanıyor ki, bunların arasında Kürt siyasi aktivistlerin ve hükümete karşı darbe planları yapanların yargılanmakta olduğu davalar da var. Adil yargılama usullerine uyulmayan ve delillerin yeterince incelenmediği, polis fezlekesinin, savcılık iddianamesinin ve hâkim kararının genellikle birbirinden ayırt edilemediği bir sistemde sanıklar genellikle yıllarca tutuklu yargılanıyor. Avrupa barolarından Kürt siyasi aktivistlerinin davalarını izlemeye gelen avukatlar, duruşmalarda sanık avukatlarının ve hatta mahkemenin hukuki argümanlarla pek de ilgilenmediklerini görerek salondan büyük bir şaşkınlıkla ayrılıyorlar.

Gerek hükümetin gerek Gülenci savcı ve hâkimlerin bu adil olmayan siyasi saikli davalarda pay sahibi olduğunu düşünmek için her türlü geçerli sebep mevcut. Bu davalar yasalarda yer alan bir suçun işlendiğine dair somut bir kanıt olduğu için mi, yoksa sadece siyasi muhalifleri hapsetmek saikiyle mi açılmış, çoğu zaman belli olmuyor.

Hükümetle Gülen hareketi arasındaki siyasi kavganın ardından ve esasen sistemi Gülen'in etkisinden kurtarmak amacıyla, hükümet bu toplu davalara bakan sorunlu sistemi ortadan kaldırmaya girişti. Yıllardır yargı reformu adına yasalarda yaptığı ufak tefek değişikliklerle yetinen iktidar partisi şimdi siyasi çıkarları gereği çok daha kapsamlı değişiklikler yapıyor.

Potansiyel olarak önemli – ve olumlu–adımlar arasında, terör davalarına bakan özel yetkili mahkemelerin kaldırılması ve devam eden bütün davaların normal ceza mahkemelerine gönderilmesi de bulunuyor. Terör suçlarıyla ve devlete karşı işlenen suçlarla yargılanan sanıklar için azami tutukluluk süresi 10 yıldan 5 yıla indirildi

Her ne kadar 5 yıl tutukluluk makul insan hakları normlarını aşıyorsa da, en azından mahkemeler bazı davalarda karar aşamasında gelinmeden 5 yıl sınırının aşıldığı gerekçesiyle sanıkları tahliye etmeye başladı. Tahliye edilenler arasında Ergenekon davasında darbe planlamakla suçlanan düzinelerce sanıkla İstanbul'da yargılanmakta olan 45 Kürt siyasi aktivist ve gazeteci de bulunuyor. Ancak ülkenin güneydoğusunda çok sayıda kişinin tutukluluk hali devam ediyor.

Hükümetin adil yargılamayı, tüm davalarda suçlamanın somut kanıtlara dayanılarak yapıldığı bir ceza hukuku yaklaşımını ve suçlama ve cezalandırmada çok daha orantılı bir anlayışı garanti altına alacak daha fazla yargı reformu yapmayı görev edinmesi durumunda, atılan bu adımların etkisi daha da güçlenecektir.

Bunu gerçekleştirmenin anahtarı, şiddet fiilleri planlamamış veya işlememiş, şiddete teşvik etmemiş veya silahlı gruplara lojistik destek sağlamamış kişiler aleyhinde ısrarla kullanılan suiistimale açık, muğlak ifadeler barındıran terörle mücadele yasalarının değiştirilmesidir.

Ancak, savunma halindeki bir AKP ile bunun gerçekleşme ihtimali düşük görünüyor, çünkü siyasi gücünü korumaya çalışan AKP, bir yandan cezasızlık ve hesap vermeme kültürünü iyice yerleştirirken öte yandan bu reformları siyasi saiklerle yapıyor.

İnsan hakları grupları, hükümet karşıtlarına karşı titizlikle siyasi saiklerle davalar açılmasına rağmen, görev suiistimali yapan veya insan hakları ihlalleri işlediğinden şüphelenilen kamu görevlileri veya güvenlik gücü mensupları söz konusu olduğunda durumun tam tersi olduğunu uzun yıllar boyunca ortaya koydu. Bu tür vakalar çoğu zaman mahkemeye bile ulaşamadı; ulaşabildiğinde ise adaletten paçayı sıyırmak için çeşitli yollar mevcuttu: Sanıklar ortadan kayboldu veya duruşmalara gelmedi, davalar yıllarca ağır aksak devam etti, asgari cezalar verildi, verilen cezalar ertelendi veya tüm süreç zaman aşımına uğrayarak düştü.

Geçen yaz yaşanan olaylar sırasında ağır yaralanan Gezi protestocularına yönelik şiddet eylemlerine karışan polisler hakkında neredeyse hiçbir etkin soruşturma yapılmadı.

17 Aralık yolsuzluk soruşturmasıyla ilgili de işaretler iyi değil. Her ne kadar bakanlar istifaya zorlandıysa da mahkemeler normal uygulamanın aksine, haklarında son derece ciddi suçlardan soruşturma yürütülen bakan oğullarını ve diğer tüm şüphelileri, ceza soruşturması tamamlanmadan hızla tahliye etti.

Türkiye'de siyasi bağlantıları olmayan kişiler için böyle bir şeyin mümkün olmayacağını düşünmek için sağlam sebepler var. Soruşturmayı yürüten savcılara ve soruşturmada görev yapan polislere davadan el çektirildi ve rütbeleri düşürüldü. Sanıklar hakkındaki ilk iddianame başka bir savcı tarafından mahkemeye sunulduğunda ise, mahkeme tarafından derhal ret edildi. Bu iddianame halen "düzeltiliyor."

Davada adı geçen dört bakanın dokunulmazlığı var ama hükümet yine de bu bakanlar aleyhindeki kanıtların mecliste okunmasını engelledi. Davanın Meclis’te bir alt komisyona havale edilerek kamuoyunun gözünden uzaklaştırılması halinde davanın akıbetinin ne olacağı belli değil. Bu koşullar altında adaleti tesis edebilecek etkin ve tarafsız bir soruşturmanın yürütülebilme ihtimali çok düşük.

Hükümet adalet sistemini etkili, bağımsız ve tarafsız hale getirmek için elden geçirmek amacıyla çalışmak yerine yargı üstündeki siyasi kontrolü arttırmayı seçti. Hâkim ve Savcılar Yüksek Kurulu'ndan Gülenci olduğundan şüphelenilen kişilerin farklı görevlere tayin edilerek uzaklaştırılmasından sonra, iktidar partisi yasayı, HSYK'yı yürütmeye daha da bağlayacak şekilde hızla değiştirdi.

Yargı bağımsızlığını garanti altına almayı amaçlayan kuvvetler ayrılığı ilkesini ihlal eden bu yasa değişikliğiyle Adalet Bakanı’na kurula daha fazla müdahale etme ve disiplin soruşturması başlatma yetkisi verildi. Bu, kötüye bir işaret. (Bu yazı kaleme alındıktan sonra Anayasa Mahkemesi, HSYK düzenlemesindeki ilgili maddeler için iptal kararı verdi- T24)

Sonuç olarak, her şey Erdoğan ve çevresinin hukukun üstünde kalmayı tercih ettiğini gösteriyor. 4 Nisan'da Başbakan, Anayasa Mahkemesi'nin hükümetin Twitter'a erişimi engellemesinin “ifade özgürlüğüne ağır bir müdahale” anlamına geldiğini ve bu yasağın derhal kaldırılması gerektiği yönündeki kararına tepki gösterdi. Erdoğan mahkeme kararına uyacaklarını ama karara saygı duymadıklarını söyledi. Kararın vatanın çıkarlarına aykırı olduğunu, “milli değerlerimizle” örtüşmediğini ve Twitter'ın bir Amerikan şirketi olduğunu vurguladı.

Bu, ifade özgürlüğü söz konusu olduğunda Türkiye hükümetinin farklı standartlara sahip olduğu anlamına geliyor. Hukukun üstünlüğü ilkesini hiçe saymayı tercih ediyorsanız, bunun üstünü örtmek için sıkı bir ahlakçı üslupla milliyetçilik kartını oynamanız, işin kolayına kaçtığınızı gösterir. Türkiye'deki seçmenler bundan çok daha iyisini hak ediyor.  

T24’ün notu: Bu yazı 5 Nisan 2014 tarihinde Open Democracy'de yayınlanmıştır. Metnin İngilizce orijinal haline ulaşmak için tıklayın