*Eyüp Tatlıpınar
Gazete ve dergilerde ‘Heavy metalciler, punkçılar şeytana tapıyorlar’, ‘kedi kestiler’, ‘civciv ezdiler’, ‘ateş yuttular’ şeklinde uzayıp giden haberlerin epey reyting aldığı 1980’li yıllar... Bu ‘acayip’ insanlar sınıfına ait olduğunu cümle aleme göstermekten hiç çekinmeyen Sercan, okuldaki hocalarıyla kılık kıyafeti yüzünden devamlı sorun yaşamaktaydı.
Bir bütünleme sınavı sonrasında müdür muavini geldi ve “bir şey hakkında” konuşmak istediğini söyledi. Koridora çıktılar, muavinin merakla karışık nutku başladı; “Saçınız, başınız, tavırlarınız bana hiç hoş gelmiyor. Boş hevesler diye düşünmüştüm ama sonra baktım ki sizde bir değişme yok, hatta daha da sertleşiyorsunuz. Şimdi anlıyorum ki bunlar içinizden geliyormuş. Nedir bu? Bu müzik ne? Siz ne yapmak istiyorsunuz?” Soruların yanıtlarını kendisinin de yeterince bilmediğini fark eden Sercan bir şey diyemeden olay mahallinden uzaklaştı.
Bir Yelşilçam filmi repliğini andıran 30 yıl kadar önceki o serzenişin üzerinden yıllar geçti. Epeyce bir zamandır rock’çılara, heavy metal’cilere, punk’çılara ‘uzaydan gelmiş’ muamelesi yapılmıyor. Günümüzün ‘meraklılarının’ sorularına yanıt aramak için o müdür yardımcısından ya da Sercan’dan daha fazla imkana sahip olduğunu açıklamaya ise tabii ki gerek yok.
1990’lara davet eden sergi: Yerin dibi!
Böyle bir imkanı sunması bakımından hayata geçirilmiş en önemli çalışmalardan biri ‘Türkiye’de Punk ve Yeraltı Kaynaklarının Kesintili Tarihi 1978-1999’ başlıklı bir kitap.
Sezgin Boynik ve Tolga Güldallı’nın hazırladığı eğlenceli çalışma 2007’de yayınlanmıştı. Alıntı yaptığımız Sercan’ın başından geçenler gibi, Punk’ın Türkiye’deki macerasını bizzat bu macerayı yaşamış kişilerin hikayeleriyle, ilgi çekici görsellerle, Rashit, Athena, Baba Zula, Murat Belge, Murat Beşer gibi, ‘camiadan’ olmayanlara da tanıdık gelecek isimlerin görüşleriyle, söyleşilerle aktaran kitabı şanslıysanız sahaflardan bulabilirsiniz. Daha sonra yeni bir baskı yapmadı zira…
Ama o döneme şöyle bir göz atmak için başka bir şansınız daha var bugünlerde. Sözü geçen kitaptan yola çıkarak, kitabın da editörlerinden olan Tolga Güldallı’nın hazırladığı bir sergi… 2 Nisan’da Kadıköy’deki Tight Aggressive’de açılan ‘Yerin Dibi! - 90'lı Yıllarda Türkiye'de Punk Afişleri’ başlıklı sergi 24 Nisan’a kadar meraklılarla buluşacak.
Yukarıdaki hikayeye dönelim, Sercan’ın başına daha sonra gelenlere… Bir gün Kapalıçarşı’da, orada manav dükkanları olan arkadaşı İsmail’le her zamanki gibi sohbet etmekteydi. “Ulan müzik yapalım, bir b.k çalamıyoruz ama yapalım” şeklinde bir öneri üzerinde anlaştılar. Arkadaş grubu arasında yalnızca Celal bir enstrüman çalabiliyordu; o da bağlama. Celal’e gitar vermeyi kararlaştırdılar. Sercan ise vurmalıların başına geçecekti. Ne de olsa babasının küçükken kendisine hediye ettiği darbukaya arada bir de olsa vurmuş, bir aşinalık kazanmıştı. “Geri kalanını da bir şekilde hallederiz” dedi Sercan. Böylece Türkiye’nin ilk punk grubu Headbangers’ın temelleri 1987’de Kapalıçarşı’da atıldı.
Kimilerine göre, en dikkat çekici eserinin adı ‘Suratına işemek istiyorum’ olan grubun tavrı ‘Anti Turgut Özalcı’lığa karşılık geliyordu. Bu ilk punk grubunun ‘acemi’ müzisyenlerden oluşması sizi yanıltmasın, zira punk denen şey herhangi bir müzik geleneğine, kuralına (hatta örnekte görüldüğü gibi bilgisine) bağlı kalınmadan, herkesin kafasına göre ‘takıldığı’ bir tür.
Serginin düzenleyicisi, vaktiyle kendisi de punk sahnelerinde yerini alan Güldallı, kabul gören ansiklopedik bir tarifi şöyle yapıyor; “70’li yılların ikinci yarısında İngiltere’de bir müzik akımı etrafında gelişen, toplumun tüm değerlerini alt üst eden, yıkıcı bir alt kültürdür. Müzikal alt yapısını New York’taki bazı müzik gruplarından almış, tavır ve tarzı ise İngiltere’de şekillenmiştir.”
Aslında pek çok şeyde olduğu gibi punk’ın da icat edilmesinden 10 yıl sonra Türkiye’ye gelmesinde şaşılacak bir yan görmeyebilirsiniz. Yine de söylemek gerekir ki, ilk kez İngiltere’de ortaya çıktığında tüm dünyaya ‘yeraltından’ hızla yayılan punk, sınırlı da olsa Türkiye’de etkisini göstermekte gecikmemişti. Küpesiyle, yamalı pantolonu, tshirt’üne aksesuar yaptığı kravatı ve dahası, çengelli iğneli, zincirli ceketine astığı sakatat parçalarıyla Tünay Akdeniz, Sultanahmet’te Günaydın gazetesi için poz verdiğinde takvimler henüz 70’li yılların ikici yarısını göstermekteydi; yani punk’ın Sex Pistols’la tüm dünyada patladığı ilk yıllarını…
‘Sakatatlı’ fotoğraf için bir parantez; Günaydın gazetesi gençlik sayfaları için Tünay Akdeniz ve grubuyla bir söyleşi yapmak istiyordu. ‘Dişi Denen Canlı’ gibi o zaman için hayli tuhaf bir şarkıya imza atmış grubun fotoğraflarının da tuhaf olması koşuluyla… Mesajı alan Akdeniz, çekim için Sultanahmet’e giderlerken yolda bir kasaba uğrayarak aldığı sakatat parçalarını kıyafetine iliştirdi. Diğer iki arkadaşı onun kadar cesur değildi ve fotoğraflarda utangaç tavırları açıkça anlaşılıyordu. Olayın tamamı gibi sonuç da bugünden bakınca garip görünebilir; gazete fotoğrafları yeterince tuhaf bulmadığı için söyleşiyi kullanmadı.
Tünay Akdeniz, her ne kadar yaptığı Türkçe sözlü rock müziğin “dantel gibi işlenmiş” yapısının, basit temellere dayanan punk’tan farklı olduğunu kabul etse de bu ‘yeni ve acayip şeyin’ çekiciliğine kapılmadan duramadı. Konuyla ilgili Türkiye’de yayın yapan herhangi bir medya yokken ‘Tünay Akdeniz & Çığrışım’ grubunu etkileyen, grup elemanı Nazmi’nin İngiltere’den döndüğünde anlattıkları olmuştu. O sıralarda çıkardıkları ‘mesela, mesele!’ adlı plakları, kapağına ekledikleri ‘punk rock’ ifadesiyle epey fiyakalı duruyordu. Türkiye’deki müzik dünyasında bu ifade ilk kez böylece kullanıldı.
Plaktaki ‘Dişi Denen Canlı’ parçasına klip çekmeye karar verdiler fakat klip TRT sansürüne takıldı. Sansürün gerekçesi ilginçti; “sözleri çok basit.” Akdeniz, “sözlerin basitliği ne demek, o zaman Karacaoğlan’ı, Yunus Ermeyi de inkar ediyorsunuz” türünden bir savunmayla TRT’ye dava açtı. Kazanamasa da TRT’yi sansürden dolayı mahkemeye veren ilk ve tek sanatçı oldu.
Vaktiyle punk’ın yıkıcı ve nihilist tavrı, o yıllardaki politik hareketlerin de etkisiyle antifaşist, antikapitalist, antimilitarist bir tür ‘ideoloji’ye dönüşmüştü. Fakat Türkiye’ye geldiği 10 yıl sonrasında ne dünyada ne de Türkiye’de herhangi bir politik hareket kalmadığı için burada daha çok biçimsel boyutuyla algılandı.
Sosyetenin popüler isimlerinden, gençliğini 1980’lerde hayli renkli biçimde yaşamış olan Billur Kalkavan, 1983’te Milliyet gazetesinin ‘Türkiye’nin tek punk kızı’ başlıklı haberinde ‘civciv kafası’ misali bir fotoğrafıyla ve şu sözleriyle yer aldı; “Punk akımı 60’lı yıllarda İngiltere’de ortaya çıktı. Punk’lar iğrenç davranışlarının yanı sıra yıkanmaz ve leş gibi kokarlar, ben onların sadece modasını aldım ve uyguluyorum.”
1987’de ilk punk grubunun oraya çıkmasıyla 1990’ların ortalarında Rashit’in ilk punk albümünün yayınlanması arasında geçen sürede Noisy Mob, Spinners, LSD, CMUK, Tampon gibi lise ve üniversiteli gençlerin kurduğu gruplar daha çok Kadıköy (Akmar Pasajı) ve Beyoğlu (Atlas Pasajı ve barlar) merkezli bir punk dünyasını yaşattılar. Bu grupların arasında bugün Babazula olarak tanıdığımız Zen ve zamanla pop grubu muamelesi gören Athena da vardı. Grupların ve müziklerindeki değişimin seyrini merak edenler sergide ipuçlarını bulabilir. Tabii bu değişimin en önemli nedenin ‘piyasa’ olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı?
Kitaptan bir hikaye… Baba Zula’nın kurucusu Murat Ertel, “sence Türkiye’de 1980’lerde punk var mıydı?” sorusuna ilginç bir yanıt veriyor:
“80’darbesi olmasaymış burada da punk olacakmış. Ben Esentepe’de yaşıyorken, ilkokuldayken Ahmet abi vardı komşumuz, annesi Suna vardı. O Suna da Ara Güler’in şu anda karısı. Müzik yapılırdı orada ve ben provaları dinlerdim. Bir sürü adam gelip giderdi. Uzun saçlı, sakallı bir sürü herif, ellerinde gitarlar, davullar bir şeyler yapıyorlardı. Ondan sonra Kemal X’i (Kemal Aydemir) gördüm. Elinde bir fotoğraf var. ‘Kim bunlar?’ dedim. ‘Bunalımlar’ dedi. Bir baktım Suna hanımın evi o, bizim evin yanı. Meğerse Türkiye’nin ilk underground grubu olan Bunalımlar da o evde kurulmuş. Ve yani o ev çok önemliymiş. Okay Temiz, Hrant Dusiken, Orhan Gencebay, Erkin Koray hepsi o eve gidip gelirlermiş. Mesela Bülent Ortaçgil’in bir şarkısı var Suna diye. O şarkı da mesela Suna ablanın evini anlatıyormuş. Onların müzikleri beni çok etkilemiştir. Onlarda bir ‘proto-punk’ durumu var. Doğal bir gelişim oldu. Bir yandan halk müziği, bir yandan artık neyse o Bunalımlar’ın müziği.”