Mehmet Altan*
ABD Dışişleri Bakanlığı’nın geleneksel olarak her sene yayınladığı, ülkelerde yaşanan ihlallerin incelendiği Yıllık İnsan Hakları Raporu’nun 2013 bulguları geçen hafta açıklandı.
Raporda 17 Aralık Büyük Rüşvet Operasyonu sonrası ortaya çıkanlar ‘skandal’ olarak nitelendirildi. ‘Yolsuzluk’, ilk kez Türkiye’nin en belirgin insan hakları ihlallerinden biri olarak sıralandı.
Bu konuda yeterince gözaltı ve soruşturma yapılmadığı belirtildi.
Rapor, kolluk kuvvetleri ile yargının, binlerce polis ve savcının yerini değiştiren hükümetin etkisi altında olduğunu vurgulayıp, bunu ‘skandal’ olarak nitelerken, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu kanununun siyasal iktidarın ‘kendi mahkemeni kendin kur’ arzusunu olanaklı hale getirdiğinin altını çizdi.
Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schulz da Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından onaylanan Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu kanununa ilişkin hayal kırıklığı yaşadığını söyledi.
Schulz, Twitter’dan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün hesabını da alıntılayarak, ‘yargı bağımsızlığını tehlikeye atan ve Türkiye’nin AB taahhütlerini de sorgulatan bu kısıtlayıcı yasa beni hayal kırıklığına uğrattı’ mesajını paylaştı.
17 Aralık sonrasını ABD ‘skandal’ olarak nitelerken, Avrupa Parlamentosu da ‘AB taahhütlerini sorgulatan’ bir dönem olarak yorumluyor.
Gelişmiş dünyanın tepkileri gittikçe sertleşirken siyasal iktidarın ‘yargı darbesi’ içeride de artan bir şekilde sarsıntı yaratmaya devam ediyor.
Türkiye İstatistik Kurumu ve Merkez Bankası işbirliği ile yürütülen Tüketici Eğilim Anketi sonuçlarından hesaplanan Tüketici Güven Endeksi, Şubat ayında bir önceki aya göre yüzde 4,3 oranında azaldı... Ocak ayında 72,4 olan endeks Şubat ayında 69,2 değerine düştü.
Türkiye, bir nefret fırtınasının içinden geçiyor.
Hırsızlık yaptığı belgelenen bir yönetim bir yandan baskı yasalarıyla, TOMA’larıyla, polisiyle, ‘havuz’ medyasıyla, ‘alo Fatih’leriyle gerçekleri saklamaya uğraşırken bir yandan da toplumu ‘kendisine oy verenler ve vatan hainleri’ olarak ikiye ayırarak iki kesimi de nefretle biliyor.
Bunun ilk siyasi sonuçlarını 30 Mart seçimlerinde göreceğiz ama bu ‘nefret cepheleşmesinin’ toplumsal sonuçları daha sancılı ve daha uzun sürecek gibi gözüküyor.
Böylesine birbirinden nefret eden, birbirinden kuşkulanan, birbirinin hayat tarzını dünya yüzünden silmek isteyen iki kalabalık kümenin karşı karşıya getirilmesinin nelere yol açacağını kestirmek zor. Ama böyle bir cepheleşmenin Türkiye’yi yönetilemez bir ülke hale getirmesinin yanı sıra çok ciddi çatışmalara da sebep olabileceği ihtimali, hayatımızın içinde üstüne basılmış bir mayın gibi duruyor.
Bir zamanlar bu ‘iki kesimi’ barıştırıp ‘yeni bir Türkiye’ kurması ümit edilen Başbakan Erdoğan, şu sırada kendi siyasi ikbali için o mayına aldırmadığını, hatta belki de onun patlamasını istediğini düşündürecek bir yol izliyor. O mayının patlamasının bu ülkenin yetmiş beş milyon insanıyla birlikte kendisini de havaya uçuracağını galiba algılayabilecek bir halde değil.
Yargıyı kendine bağlayıp hukuku yok etmenin, toplumsal parçalanmanın dışında iki önemli sonucu daha var. Birincisi, Batı dünyasının Türkiye’yle arasına mesafe koyması, Türkiye’yi bir ‘hukuki skandallar’ devleti olarak değerlendirip ‘güvenilmez’ ülkeler kategorisine sokması.
Bu, Türkiye’nin diplomatik etkinliğini moda deyimle söylersek ‘sıfırlar’. Türkiye yalnızlaşır.
İkincisi, gelişmekte olan ülkelerin zaten ekonomik zorluklar dönemine girdiği bu süreçte, hem içerde hem dışarıda beliren bu ‘güvensizlik’, iktisaden ülkeyi çok zorlar.
Ekonomisini ayakta tutmak için ‘dışarıdan’ para bulmak zorunda olan Türkiye, o parayı kolayından bulamaz. Yatırımlar azalırken işsizlik ve enflasyon artar.
‘Ekonomik sorunların’ pençelerini insanlar kendi gündelik hayatlarında keskin şekilde hissetmeye başlar.
Facebook sayfasında Başbakan Erdoğan’a hayranlığını belirten bir ‘nöbetçi’ hâkim bulup ‘yolsuzluk’ sanıklarını serbest bıraktırabilirsiniz ama dış dünyadaki eleştirileri ve buna bağlı olarak daha da artacak olan ekonomik zorlukları ne yapacaksınız?
Şu anda hızla kışkırtılmakta olan karşılıklı ‘nefrete’ bir de yalnızlaşma, içe kapanma ve ekonomik zorluklar eklendiğinde bu ülkede neler yaşanır?
28 Şubat’ı hortlatmak, ‘vatan hainleri’ edebiyatına bastırmak, kanıtsız suçlamalarla bir McCarthy dönemi başlatmak, AKP’yi eleştirenleri ‘ateist teröristler’ olarak yaftalamak, ‘benim başörtülü bacıma’ diye başlayan yalanlar söylemek, ‘camide içki içtiler’ diye kara propagandaya hız vermek, ekonomisi dalgalı sularda dolaşmaya başlayan bu ülkede yaşayan insanların hayatına nasıl yansır?
Bu iktidar aklını başına almazsa bu ülke nasıl yönetilir?
Başbakan Erdoğan şu anda tam bir çıkmazda. Yolsuzluk yaparken yakalandı, yolsuzlukları yargıdan kaçırabilmek için hukukun boynuna kemendi geçirdi. Yeni suçlar işledi.
Demokrasiye ve hukuka dönse ‘yüce divana’ gidecek.
Baskıyı artırsa, ülkeyi bir ‘muhaberat’ devletiyle yönetmeye kalksa, herkesi susturmaya uğraşsa toplumu iyice bölecek, dünyada yalnızlaşacak ve çok ciddi bir ekonomik bunalıma sokacak ülkeyi. Bu da, ‘içerde’ de taraftarlarının azalmasına yol açacak.
Her açıdan sıkışmış vaziyette.
xxxxxxxxxxxxx
Sorunun Erdoğan’da olduğu belli.
Çözümün onda olmadığı da belli.
Türkiye’nin bir cehenneme dönme ihtimaline bile aldırmadan ‘Erdoğan’ı yedirmeyiz’ diyenlere karşı, ‘Türkiye’yi yedirmeyiz’ demenin vakti.
Hep birlikte hukuka, yargıya, demokrasiye, ahlaka, barışa sahip çıkamazsak, bu gidişin sonu ülkeyi kan revan içinde bırakır.
Geleceğimizden hep birlikte sorumluyuz. Vereceğimiz her karar, söyleyeceğimiz her söz, atacağımız her oy, o geleceği belirlemekte önemli bir role sahip olacak.
Siyasi iktidarın çıkarlarıyla ülkenin çıkarlarının çatıştığı bu dönemde vereceğimiz her yanlış kararın bedelinin ağır olacağını toplum olarak kavrayamazsak, korkarım bu ülkenin çocukları ilerde ‘bir zamanlar Türkiye diye bir ülke vardı’ diye başlayan yazılar okumak zorunda kalırlar.