Zaman yazarı Mümtaz’er Türköne, daha önceki yazılarında “AKP müftüsü” diye nitelediği ilahiyatçı profesör Yeni Şafak yazarı Hayrettin Karaman’ın “fetvaları” için “Mesele bu fetvalarda vücut bulan iktidar hesaplarının egemen olduğu, müraî ve ben-merkezli siyaset dünyası” dedi.
Türköne yazısında, "Bu İslâmcı siyasî dili, ne kadar sığ ve mekanik olsa da küçümseyemeyiz. Çünkü bu dil gücünü, Şer’î dayanaklarının sağlamlığından değil işlevinden alıyor. Bu dil bir parti örgütünün iç iletişim dilini oluşturuyor. Ortaya bir 'ululemr' çıkartıyor ve 'biat' kurumu ile keskin bir hiyerarşinin tepesindeki otorite sayesinde işler hızlı ve verimli yürüyor. Başkaları buna 'dikta' adını veriyorlarsa, ne gam!" ifadelerini kullandı.
Başbakan Tayyip Erdoğan'ın “muhataralı icraatlarını” verdiği fetvalarla ve daha sonra Yeni Şafak’taki köşesindeki yorumlarıyla meşrulaştırdığını söyleyen Türköne ile Karaman arasındaki tartışma devam ediyor.
Türköne’nin Zaman gazetesinde “Mesele, Hayrettin Hoca’nın fetvaları değil” başlığıyla yayımlanan (13 Haziran 2014) yazısı şöyle:
Öyleyse ne? Mesele bu fetvalarda vücut bulan iktidar hesaplarının egemen olduğu, müraî ve ben-merkezli siyaset dünyası.
Bu kazan zaten kaynıyor; Hoca sadece altındaki ateşe odun taşıyor. Bize düşen, bu dünya ile hesaplaşmak ve bu kazanın içinde can çekişen hak ve adaletin peşine düşmek. Yoksa ortada ortak ölçülerimiz kalmayacak. Tıpkı Hoca’nın dünkü köşesinde “itham ispat değildir” hükmü ile, bir türlü yürümeyen yolsuzluk soruşturmalarından iktidarı aklarken, devletin kahredici gücü ile masum insanlara aylardır olmadık iftiralarda bulunan Başbakan’a aynı ölçüyü uygulamayı aklının köşesinden bile geçirmemesi gibi. Hayrettin Hoca için İslâm, ayağı sürçüp topallamaya başladığı an iktidara uzatılacak bir koltuk değneğinden ibaret. Ya mazlumların ahı?
Muhakeme, gündelik telaş içinde başını kaldıracak vakti olmayan siyasetçinin anlayabileceği kadar basit. İslâm, hayatın her alanını, bu arada siyaseti de kapsayan bir teoriye sahip. Bu teorinin özü, niyeti İslâm olan emir sahibine itaat etmekten ibaret. Emir sahibi ise, bir türlü tükenmeyen “zaruret hali” yüzünden bu teoride yer alan kurallarla bağlı değil. Sonuçta ayakta kalan, bir dinden çok her şeyin ve her aracın mübah olduğu sığ bir Makyevelizm. Buyrun, Hoca’nın cümleleri ile takip edin!
“İçinde bulunduğumuz şartlar adım adım İslâm’a giderken bir aracın kullanılmasını zarurî kılarsa, o aracı kullanırız.” Hoca araç diye siyasî partiyi, demokrasiyi kastettiğini söyledikten sonra ekliyor: “Eğer o araç, bizi amacımıza doğru götürüyorsa, kapıların arka arkaya açılmasını sağlıyorsa, mecburiyete binaen onu kullanabiliriz.” Soracağınız “neden?” sorusunun cevabı olarak Hoca her kapıyı açan o sihirli kaideyi ekliyor: “Zaruret, o aracı meşrû kılar.” (“Demokrasi çoğulculuk laiklik ve İslâm”, Yeni Şafak, 25.5.2014) Bu araçların başında gelen “demokratik zihniyet” ise “beşerin Yaradan’a denkliği, üstünlüğü veya bağımsızlığı”na dayandığı için “İslâm’la bağdaşmaz” bir araç olarak tarif ediliyor. (“İslâm, demokrasi ve Medine Vesikası”, Yeni Şafak, 29.5.2014) Demek ki, demokrasi “İslâm’a giderken” kullanılacak bir araçtan ibaret. Ancak Machiavelli rolüne soyunan Hoca “amaca giden her araç mübahtır” kavline uyarken, İktidara muhalefet edenleri demokrasi sopası ile hizaya getirmeyi de ihmal etmiyor. Gezi’nin yıldönümündeki protestolara “demokrasi adına” karşı çıkıyor. (“Terör, anarşi ve demokrasi”, Yeni Şafak, 1.6.2014)
Tekrar vurgulamalıyım. Bu dil, retorik ve bu muhakeme tarzı, iktidar rekabetine İslamiyet’ten mesned arayanların ortak paydası. Adam Müslüman, her şeyiyle Müslüman, üstelik iktidar ellerinde. Yaptığı her şeyi haklı kılmak için, siyasetin gerçekleri ile İslâm’ın yüce değerleri arasına Hayrettin Karaman’ı Machiavelli olarak yerleştirmeniz yeterli. Söyledikleri tam da İktidar’ın duymak istediği türden sözler. Üstelik “Bu iktidara cephe almaya Allah ve Resulü’nün razı olacağını sanmıyorum” diye -tövbe haşa- Allah ve Resulü’ne vekâleten İktidar partisine destek olan ve güvenoyu veren bir fıkıh âlimi söylüyor bunları. Eskiden parti mi vardı? Demokrasilerde “parti müftüsü” makamı olmadan bu zorlu müşkülleri nasıl çözeceğiz?
Bu İslâmcı siyasî dili, ne kadar sığ ve mekanik olsa da küçümseyemeyiz. Çünkü bu dil gücünü, Şer’î dayanaklarının sağlamlığından değil işlevinden alıyor. Bu dil bir parti örgütünün iç iletişim dilini oluşturuyor. Ortaya bir “ululemr” çıkartıyor ve “biat” kurumu ile keskin bir hiyerarşinin tepesindeki otorite sayesinde işler hızlı ve verimli yürüyor. Başkaları buna “dikta” adını veriyorlarsa, ne gam! Kanun düzeni ayak bağı olmaktan çıkıyor. Sadece İktidar’ın yolsuzluklarının “neden yolsuzluk olmadığını” bu referans sistemini bilmeyenlere anlatmakta bazı sıkıntılar yaşanıyor. Halbuki öyle basit ki! “Zaruretler var; öyleyse her şey mubah”. Kim diyor? Koskoca Hayrettin Karaman bütün ilmî otoritesini “zaruretlerin her icraatını mubah kıldığı hükümet”in önüne, üzerinde yürüyeceği bir halı gibi serip, harcamıyor mu?
Keşke harcanan sadece bir âlimin izzeti olsa.