Türmen: Türkiye'nin BM raporu için 'yok hükmünde' demesi anlamsız

Türmen: Türkiye'nin BM raporu için 'yok hükmünde' demesi anlamsız

T24 - Eski AİHM yargıcı ve CHP milletvekili Rıza Türmen, Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerin gerginleşmesine yol açan anlaşmazlıkta süreci iyi yönetemediğini belirtti. Türmen, “Türkiye’nin, Cenevre’deki BM İnsan Hakları Konseyi’nin Türkiye’nin görüşleri lehine olan raporu dururken ikinci bir araştırma komisyonu kurulmasına izin vermesini anlamak güç” dedi.

Türmen, Cumhuriyet gazetesine yazdığı makalede Palmer Komisyonu’na temsilci gönderen Türkiye’nin komisyonda konsensüs sağlanamaması halinde başkan ve yardımcısının anlaşmasının yeterli sayılmasını da onayladığını belirtti. Türmen, Türkiye’nin “Bu rapor yok hükmündedir” şeklinde tepki göstermesinin anlamsız olduğunu da vurguladı.

Rıza Türmen'in Cumhuriyet gazetesinde "BM’nin Mavi Marmara Raporu ve Türkiye’nin Tepkisi" başlığıyla yayımlanan (7 Eylül 2011) yazısı şöyle:

BM’nin Mavi Marmara Raporu ve Türkiye’nin Tepkisi

Son olaylar ideolojik görüşlerin egemen olduğu bir dış politikanın yol açabileceği sonuçları göstermek bakımından öğretici nitelikte. Yeter ki ders almasını bilelim.

Sayın Davutoğlu’nun İsrail’e uygulanacak yaptırımlar konusunda yaptığı açıklamanın ortaya çıkardığı görüntü, Türkiye’nin kendi görüşünü kabul etmeyen BM raporuna karşı duyduğu öfke sonucu İsrail’e yaptırım uygulamaya karar verdiği şeklinde.

Süreç:

Türkiye açısından olumsuz sonuçlar içeren Palmer Komisyonu raporu, Türkiye’nin bu süreci iyi yönetememesinin bir sonucu. Cenevre’deki BM İnsan Hakları Konseyi’nin 27 Eylül 2010 tarihli ve büyük ölçüde Türkiye’nin görüşleri lehine olan, örneğin İsrail’in ablukasının hukuka aykırı olduğunu belirten raporu dururken Türkiye’nin BM Genel Sekreteri’nin ikinci bir araştırma komisyonu kurmasına izin vermesini anlamak güç. Cenevre’deki İnsan Hakları Konseyi’nin araştırma komisyonu 2 Haziran 2010 tarihinde kabul edilen bir kararla kuruldu. BM Genel Sekreteri ise Palmer Komisyonu’nu 2 Ağustos 2010 tarihinde, yani iki ay sonra kurdu. Türkiye “Bu konuda çalışan bir komisyon var, ikinci bir komisyona gerek yok” diyebilirdi. Bunu demedi. Üstelik, komisyona bir temsilci gönderdi. Bu da yetmezmiş gibi, dört kişilik komisyonda konsensüs sağlanamazsa, başkan ve başkan yardımcısının anlaşması ile raporun kabul edilmesi gibi bir yöntemi onayladı. Nasıl ki, rapor böyle kabul edildi. Türkiye’nin çalışmalarına katıldığı, usulüne uygun olarak kabul edilen bu rapora şimdi “Bu rapor bizim için yoktur” yolunda tepki göstermek anlamsız. Rapor, BM ve uluslararası toplum için geçerlidir ve Türkiye’nin uluslararası alandaki başarısızlığının tescilidir. Gerek hükümete yakın çevrelerde, gerek komisyondaki temsilcimizin muhalefet görüşünde komisyon başkanı ve yardımcılarının tarafsız olmadığı ileri sürülmekte. O zaman “Neden bu komisyonun çalışmalarına katıldınız ve neden raporun başkan ve başkan yardımcısının oylarıyla kabul edilmesini onayladınız” diye sormak gerekir.

Rapordaki Türk görüşleri

Öte yandan Türkiye’nin kurduğu ulusal araştırma komisyonu raporunda yer alan ve Palmer Komisyonu’na sunulan görüşler de hukuken doyurucu değil. Örneğin, raporun, ablukayı hukuka uygun bulmasındaki en önemli etken, Gazze’den atılan roketlerin İsrail’de can kaybına yol açtığı ve İsrail’in meşru savunma nedeniyle abluka ilan etmek zorunda kaldığı. Buna karşılık, Türkiye’nin sunduğu görüşlerde meşru savunma koşullarının oluşmadığı gibi bir karşı argüman bulunmamakta.

Türk görüşlerinde, 1958 Açık Denizler Sözleşmesi ve 1982 Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne gönderme yapılarak açık denizlerdeki özgürlüklerin ihlal edildiği, bayrak devletinin izni olmadan gemiye çıkılamayacağı belirtilmekte. Oysa, açık denizlerdeki özgürlükler mutlak değil. İstisnaları var. Örneğin, korsanlık, köle ticareti, uyuşturucu kaçakçılığı yaptığından kuşkulanılan gemilerin açık denizlerde durdurulup aranması hukuka uygun. Aynı şekilde, bir kere ablukanın hukuka uygunluğu kabul edilirse, abluka ilan eden devletin ablukayı delme girişimlerine karşı önlem alması da hukuka uygun görülebilir. Burada temel sorun ablukanın hukuka uygun olup olmadığı.

Türk görüşlerinde, İsrail’in insan haklarını ihlal ettiğini göstermek amacıyla Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ilgili maddelerine atıf yapılıyor. Oysa, İsrail Sözleşme’ye taraf değil. O nedenle sözleşme İsrail’e karşı ileri sürülemez.

Türkiye’nin yaptırımları

1. Uluslararası Adalet Divanı (UAD): Dışişleri Bakanlığı açıklamasında, Türkiye’nin, İsrail’in Gazze ablukasını UAD’ye götürmeye karar verdiğini belirtti. Bir hukuki anlaşmazlığın UAD’ye sunulması için, anlaşmazlığa taraf devletlerin UAD’nin yetkisini tanıması gerekir. UAD’nin yetkisini daha önceden genel olarak tanımamışlarsa, bir beyan yaparak sadece o anlaşmazlıkla sınırlı olmak üzere UAD’nin yetkisini tanıyabilirler. Ancak İsrail’in bu yolu kabul edeceği düşünülemez. Bunun dışında, UAD’nin statüsünün 65 ve BM Yasası’nın 96 maddeleri gereğince, BM’nin organları ve bu arada BM Genel Kurulu bir hukuki sorunla ilgili olarak UAD’den istişari görüş isteyebilirler. Sayın Dışişleri Bakanı’nın sözlerinden Türkiye’nin bu yolu deneyeceği anlaşılıyor.

UAD’den istenecek istişari görüş, görüşü isteyen BM organına hukuken yol göstermek amacına yönelik. Görüş, anlaşmazlığa taraf devletlere değil, görüşü isteyen BM organına verilir. UAD’nin istişari görüşü taraflar açısından bağlayıcı olmadığı gibi, anlaşmazlığa bir çözüm getirmeyi de amaçlamaz.

BM Genel Kurul aracılığı ile UAD’den istişari görüş istenmesi için önce genel kuruldan bir karar kabul edilmesi gerekir. Sorun UAD’nin önüne gelince, UAD’nin ilk yapacağı, bu konuda iştişari görüş vermeye yetkili olup olmadığına karar vermek. UAD’nin İsrail’in işgal altındaki bölgelerde duvar inşa etmesi konusunda verdiği, 9 Temmuz 2004 tarihli istişari görüşünde de belirttiği gibi, genel kurulun istişari görüş istemesi durumunda, UAD ilke olarak bu istemi reddetmemek eğiliminde. UAD’nin istişari görüşünün hukuksal ve siyasal önemi bulunmakla birlikte, taraflar açısından bağlayıcı nitelikte değil.

2. Seyrüsefer serbestliği: Sayın Dışişleri Bakanı’nın değindiği başka bir yaptırım, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de seyrüsefer serbestliği için gerekli gördüğü her türlü önlemi alacak olması. 1982 Deniz Hukuku Sözleşmesi, karasularının azami genişliğini 12 deniz mili olarak kabul etmekte. Bunun dışında kalan sularda seyrüsefer serbestliği ilkesi geçerli. Türkiye ve İsrail Deniz Hukuku Sözleşmesi’ni imzalamadı. Ancak yukarıdaki hükmün genel bir kabul gördüğü ve teamüli bir hukuk kuralı niteliği kazandığı, bu nedenle Türkiye ve İsrail açısından da bağlayıcı bir nitelik taşıdığı söylenebilir. Dolayısıyla, İsrail için geçerli bir uluslararası hukuk kuralının nasıl bir yaptırım niteliği taşıdığını anlamak güç.

Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de en uzun kıyısı bulunan devlet olmasının ise bu hukuk kuralının uygulanması bakımından Türkiye’ye nasıl bir ayrıcalık sağladığını anlamak büsbütün güç.Türkiye’nin Akdeniz’de çok az kıyısı olsaydı ne fark ederdi?

Ancak kastedilen, İsrail’in Gazze ablukasını delmek için gelen gemileri önlemesi durumunda, Türkiye’nin güç kullanmaya kararlı olduğu ise bu ayrı bir konu.

BM Yasası’nın 2’nci maddesinin 4’üncü paragrafı, devletlerin uluslararası ilişkilerinde güç kullanmalarını ya da güç kullanma tehdidinde bulunmalarını yasaklıyor. Bunun istisnası 51 maddede yer alan meşru savunma hakkı. UAD, nükleer silahların kullanılması ya da kullanma tehdidinde bulunulmasının yasallığı konusunda, 1996 yılında BM Genel Kurulu’na verdiği istişari görüşte “bazı koşulların gerçekleşmesi durumunda güç kullanma niyetinin işaretinin verilmesi”nin yasanın 2/4 maddesinde yasaklanan güç kullanma tehdidine girdiğini ve hukuka aykırı olduğunu belirtmişti.

3. Ailelerin dava açmaları: Sayın Bakan’ın açıkladığı yaptırımlardan biri de İsrail tarafından öldürülen kişilerin ailelerinin mahkemelerde hak aramalarına devlet desteği verilmesi. Ancak, bunun etkili bir yaptırım özelliği taşıması için Türk ve İsrail makamları arasında bir hukuksal işbirliği gereksinimi var. Mağdur aileler davaları Türk mahkemelerinde İsrail askerlerine karşı açacak. Mahkemenin davayı görebilmesi için İsrail askerlerinin ifadelerine, tanıklıklarına başvurması gerekecek.

Davalar sonuçlanıp mahkûmiyet kararı verilse bile, bunun İsrail’e uygulanması için İsrail mahkemelerinin bir kararı gerekecek. Türk-İsrail ilişkilerinin mevcut durumu göz önünde tutulduğunda adli makamlar arasında böyle bir işbirliği beklenemez.

Bütün bunlardan çıkarılacak sonuç şu: Palmer Komisyonu raporu, ardından Dışişleri Bakanı’nın güç kullanma tehdidini de içeren beyanları Türkiye’yi haklı olduğu davada haksız duruma düşürmüştür. Bunun yerine, Palmer raporu daha becerikli bir diplomasi ile önlenseydi ve masada sadece İsrail’in ablukasının hukuka aykırı olduğunu belirten BM İnsan Hakları Konseyi’nin raporu kalsaydı, Türkiye de ideolojik yaklaşımları bırakıp bu raporun oluşturduğu güçlü bir zeminde İsrail ile diyaloğa girseydi, hem istediklerini elde etmek olanağı yüksek olacak hem de bölge barışı bakımından olumsuz etkileri olabilecek bugünkü siyasal gerginlik doğmayacaktı.

Son olaylar ideolojik görüşlerin egemen olduğu bir dış politikanın yol açabileceği sonuçları göstermek bakımından öğretici nitelikte. Yeter ki ders almasını bilelim.