Tutuklu akademisyen Esra Mungan: Devletin ceberutluğunu şahsen deneyimledim

Tutuklu akademisyen Esra Mungan: Devletin ceberutluğunu şahsen deneyimledim

Güneydoğu’daki operasyonlar ve sokağa çıkma yasakları sırasında yaşanan hak ihlalleriyle ilgili olarak "Bu suça ortak olmayacağız" başlıklı bildiriye imza atan 1128 akademisyen arasında yer alan alan ve tutuklanan 4 akademisyenden biri olan Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Esra Mungan, cezaevinde yaşadıklarına ilişkin, "Devletin ceberutluğunu şahsen deneyimleme ve o konuda zaten varolan kanaatimizi pekiştirme 'imkânı'nı tanıdı" dedi.

Tutuklanmadan önce haftada en az 55 saatini üniversitede geçirdiğini anlatan Mungan, "Meğer okulda ne kadar yoruluyormuşum, en titizlikle yürütmeye çalıştığımız dersler, araştırmalar ve bitmez tükenmez cevaplandırılması gereken e-postalar dünyası ne kadar yorucuymuş. Burada e-postasız olmak ve güzel kitaplar okuyabilmek bütün kötülüklerin içinde güzel bir şey oldu. Demek benim dinlenmem için içeriye atılmam gerekiyordu! Ama yine de patolojik derecede yüksek sorumluluk hissim nedeniyle, en çok öğrencilerime verebileceklerimden uzak tutulduğum için üzülüyorum" diye konuştu.

Cumhuriyet'ten Selin Ongun'a konuşan Esra Mungan'ın açıklamaları şöyle: 

- Orada bir gününüzün içinde en çok ne var?

Kitap okuyarak, buradaki kadınların hikâyelerini ve mesleklerini dinleyerek çünkü çıktığımda bu meselelere yönelik çalışmak isterim, aklımda içinde müzik de olan birkaç fikir var ve buranın “üst yönetimiyle” mücadele ederek geçiyor.

- Öğrencilerinizden o kısmı sık duyduk: “Esra Hoca bu! Kendisini iyileştirecek bir şeyler yine de bulacaktır!” Bardağınızın dolu tarafında vaziyet nedir?

Bir bakıma Türkiye ceza infaz sisteminin ve uygulamasının içyüzüne, bizim araştırma metotlarında “katılımcı gözlem/ perticipant observation” dediğimiz yöntemle tanık olma imkânı oldu. Normalde ömrümde deneyimleyemeyeceğim şeyler gördüm. Kimileri olumlu anlamda şaşırttı, ki bu daha çok infaz koruma memurları açısından oldu. Kimileri ise sanki bir cezaevi müdürlüğünün talimat temelli kendi kurallarını bile ihlal etmeye iten durum, vaziyetin hazin görüntüsü, karar metinlerindeki o iç çelişkilerle dolu, nereden tutsanız elinizde kalacak tuhaf tuhaf cümleler... Bir felsefe mantık dersinde bu metinler ele alınsa nefis olur aslında. Hepsi bende saklı duruyor.

- Ya Türkiye’nin bardağının dolu tarafı?

O bardağın dolu tarafı, on yıllardır ezmeye çalışan egemenlere inat, tüm kırımlara, korkutmalara, sindirme denemelerine karşın dimdik safları sıklaşmış, barıştan, demokrasiden, hak, hukuk, adaletten yana olanlarımızın sayısının giderek artması. Bu köklü ve inatçı mücadele (inat sözcüğünü her kullandığımda çok sevdiğim bir arkadaşımın bana hediye ettiği, sevgili Birhan Keskin’in ‘fakir kene’sini referans vermek istiyorum) ise bizi bulunduğumuz coğrafyada çoğu ülkeden ayıran ve bana her şeye rağmen muazzam umut veren bir şey. Bu ülke, bu zorla giydirilmeye çalışılan deli gömleğinden kurtarıldığı an onu kimse tutamaz, sezgilerim bu yönde. Müzikte bir rönesans yaşanıyor, bilimde de ilginç kıpırdanmalar var, mesela bizim müzik kognisyonu alanında ve tüm diğer alanlarda da. Tabii bu ülkenin iki bin küsur akademisyenini tasfiye ederse bedeli ağır olur ama bunu görüp kavrayabilmek için de öncelikle üniversitenin ne olduğunu kavrayabilmek lazım. Dolayısıyla Türkiye’de bir de bunun mücadelesini sıkı bir şekilde sürdürmek lazım. Çünkü iyi bilim ancak özgür bir ortamda yapılabilir.

- Nezarethanede geçirdiğiniz geceden itibaren, bu süreç, bilmediğiniz ne öğretti size?

Devletin ceberutluğunu şahsen deneyimleme ve o konuda zaten varolan kanaatimizi pekiştirme “imkânı”nı tanıdı.

- Pek çok akıldan geçiyor: “Bildiriyi iki bin 200 öğretim üyesi imzaladı. Neden Kıvanç Ersoy, Muzaffer Kaya, Esra Mungan, Meral Camcı tutuklandı?” Bu sorunun sizdeki karşılığı nedir?

İstanbul yerelinin “Barış İçin Akademisyenler”i olarak 11 Ocak’tan bu yana neler yaşadığımıza ve tüm bu sindirme operasyonlarına karşı, o tekmeyle devrilen barış masasının tekrar ayağa kalkması için neler yapacağımızı kamuoyuna iletmek üzere 10 Mart’ta bir basın toplantısı yaptık, özellikle de dışarıdaki dezenformasyona karşı. Dört akademisyen metni paylaşarak okumaya gönüllü olduk. Bunun üzerine o hafta izinli olduğunu öğrendiğimiz savcı İrfan Fidan’ın 13 Mart Pazar günü dördümüz hakkında yakalama-gözaltı talimatı yazıp başka bir savcıya ifademizi aldırttıktan sonra meşhur sulh ceza mahkemesine sevk ve tutuklama döngüsünün işletildiğini bizzat deneyimlemiş olduk.

 

Nezarethaneden bu yana

 

- “Tutuklanma” şıkkı aklınızdan hiç geçmiş miydi?

Hedef haline getirildik. İmza sayısı 12 Ocak itibarıyla, hele de mafya liderinin tehditleri ve Cumhurbaşkanı’nın ağır suçlamaları ve hedef göstermelerine rağmen katlanarak arttı ve bir anda 11 Ocak’ta 1128 olan imza sayısı 21 Ocak’a kadar TBMM Başkanlığı’na da sunduğumuz gibi 2212’ye yükseldi. Bu esnada imzasını ortadaki tehdit ve hedef gösterme ortamı içinde çekenler, şaşırtıcı ve sevindirici derecede tek tük kaldı eklenen artı bin 500 üzeri imzayı düşündüğümüzde. Barış İçin Akademisyenler’in İstanbul yereli olarak 10 Mart Perşembe günü Türkiye kamuoyunun bu uğradığımız baskıyı (soruşturmalar, işten atmalar, kapılara yapılan çarpı işaretleri vb.) görünür kılmak ve buna rağmen barış talebimizde ısrarlı olduğumuzu, bundan sonra bu uğurda ne gibi uğraşlarda bulunacağımızı aktarmak için bir basın toplantısı yaptık. Aramızda metni paylaşarak okumak üzere dört kişi gönüllü olduk, güzel de bir duygu oldu kolektifimizi yansıtması açısından: İkimiz kadın ikimiz erkek, ikimiz devlet ikimiz vakıf üniversiteli. 14 Mart’ta dersimi verdim, telefonum kapalıydı. Ders sonrası yemeğe gittiğimde akademisyen arkadaşlarım kaygıyla iyi olup olmadığımı, polisin bu sabah evime geldiğini öğrendiklerini söylediler. Türkiye’de bulunan üç akademisyen arkadaş olarak kendi ayağımızla Vatan Emniyet’e gittik. Anladık ki savcı İrfan Fidan yememiş içmemiş 13 Mart Pazar (!) günü hakkımızda “yok yok” tipi bir yakalama ve gözaltı kararı çıkartmış!

 

Tutuklanma ve sonrası

 

Böylece normal prosedürde kimlik tespiti sonrası ertesi gün adliyeye gidebilecekken geceyi nezarethanede geçirdik. Ertesi gün adliyeye götürüldük ve öğlen İrfan Fidan önümüze çıkmadı. Faruk Söker diye adını hatırladığım bir savcı çıktı. Hepimiz ifademizi verdik ve uzun bir günün gecesinde 5. Sulh Ceza Hâkimliği’nin önüne çıktık, o hâkimin ismini de ömür boyu unutmayacağım, Cevdet Özcan, o inanılmaz kararı verdi: “Tutukluluğuna...” Nuri Bilge Ceylan “benim güzel yalnız ülkem” demişti, ülkenin neden yalnız olduğunu bir kere daha anladık... Ömrümde ilk defa bu ülkenin yargı sistemi önüne geldim, ne ben ne de oldukça büyük anne tarafı ve baba tarafı ailemde kimse bu devletin yargısıyla karşı karşıya gelmemiştir ve tabii kendimi her şeye hazırlamama rağmen olduğum yerde kalakaldım.

 

İçeri atılmam gerekliymiş!

 

- Geçirdiğiniz sürede yaşadıklarınız nedeniyle aklınıza düşüyor mu, böyle neticeleneceğini bilseniz yine imzalar mıydınız?

Kimi yayın organlarında da çıkan o 14 soru dışında başka soru sorulmadı. Emile Zola 19. yüzyılda “j’accuse” demişti ve doğru demişti, biz de “bu suça ortak olamayacağız!” dedik ve doğru dedik. Hiçbir pişmanlık duymuyorum, yine olsa yine imzalardım, ne de olsa bizler kendi aklı, muhakemesi ve vicdanı olan insanlarız ve hepimiz devlet istediğinde örneğin 2013’teki barış sürecinde olduğu gibi karşılıklı ölümlerin olmayabileceğini gördük! Bizler yurttaş olmamız sebebiyle devlete hitap ettik. Eleştireceğimiz, talep edeceğimiz yer doğal olarak sadece devlettir.

- Aklınızda en çok neler var şimdi?

En çok öğrencilerimin yarım kalan derslerini, tez öğrencilerimin yarım kalan tezlerini düşünüyorum. Haftada 55 bazen 60 saatimi üniversitede çalışarak geçiren biri olarak aslında ilginç bir şekilde ilk defa bedenen olağanüstü dinlendim. Meğer okulda ne kadar yoruluyormuşum, en titizlikle yürütmeye çalıştığımız dersler, araştırmalar ve bitmez tükenmez cevaplandırılması gereken e-postalar dünyası ne kadar yorucuymuş. Burada e-postasız olmak ve güzel kitaplar okuyabilmek bütün kötülüklerin içinde güzel bir şey oldu. Demek benim dinlenmem için içeriye atılmam gerekiyordu! Ama yine de patolojik derecede yüksek sorumluluk hissim nedeniyle, en çok öğrencilerime verebileceklerimden uzak tutulduğum için üzülüyorum.

 

Bir öğrenci ve iki akademisyen aynı koğuşta

 

- Yayın Yönetmenimiz Can Dündar ve Ankara Temsilcimiz Erdem Gül’e, “Esra Hoca’ya ne sorardınız” dedik. Dündar’ın sorusu çok sevdiğiniz kısımdan: “Sinemaya ilginizden haberdarız. Akademisyenler bildirisine imza atmanızla başlayan sürecin filmi çekilecek olsaydı nasıl bir film hayal ederdiniz?”

Bunun filminin yapılmasını istemezdim ama olup biteni sembolize edebilecek olağanüstü filmler var, onlardan biri mesela Andrey Zvyagintsev’in “Leviathan” filmi, “büyük yüce devlet erki” karşısında elinde haklılığı dışında hiçbir şeyi olmayan sade yurttaş.

- Erdem Gül’ün sorusu da oradan: “İçeride ilk okuduğunuz kitap?”

Nezaretle başlayan ve resmi adıyla Bakırköy Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’nun kabul kısmındaki geçici koğuşta geçirdiğim ikinci gecenin sabahı olduğunda ömrümde ilk defa tam 50 saat bir şey okumadan geçirmiştim. En katlanılması zor kısım buydu. Sabah memura bana kitap vermelerini rica ettiğimde, cezaevinin kütüphane kitap listesiyle geri geldi. Cılız bir liste beklerken ilk defa ezber bozucu bir şey oldu, liste enfesti! “A” harfinde Amin Maalouf’u görür görmez seçimimi yapmış oldum. 90’ların sonları ve 2000’lerin başlarında bolca okuduğum Maalouf’ları tekrar okumanın olağanüstü olacağını biliyordum. “Doğu’nun Limanları” ile başladım ve okurken bulunduğum durum ile ilgili paralellikleri hissettikçe gülümsedim. Tüm Maalouf’ları tekrar okuyorum. Laf kitaptan açılmışken buranın öylesi güzel bir kütüphanesi var ki, sakın kimse bana kitap yollamasın, hazır üniversitedeki aşırı yoğun çalışma tempomdan kurtulmuşken okumak istediğim kitapları o listeden seçerek belirlemek istiyorum, zaten daracık tek kişilik hücrede kalıyoruz iki kişi olarak, yer de yok. 

(Esra Hoca şu anda cezaevine girdiği ilk günden bu yana dilekçe vererek geçmek istediği koğuşta kalıyor. 13 kişinin olduğu koğuşta Boğaziçi Üniversitesi’nden bir öğrencisi ve Yeni Yüzyıl Üniversitesi’ndeki görevine son verilen Yrd. Doç. Meral Camcı bulunuyor)