Kapatılan Özgür Gündem gazetesinin tutuklu yayın danışma kurulu üyesi ve yazar Aslı Erdoğan cezaevi koşullarını anlattı. Erdoğan, cezaevini “Hastalanma lüksüm yok burada. Sağlık sorunlarınızdan söz etmeniz bile, hemen yaptırımlarla karşılaşıyor, öylesine insanlık dışı bir bakış açısı” sözleriyle anlattı.
Erdoğan, tutuklu bulunduğu Bakırköy Cezaevi’nde önünde kendisi için ve tutuklu dilbilimci Necmiye Alpay için tutulan ‘özgürlük nöbeti’ne ilişkin olarak da “Kitaplarım, yazılarım, daha insanca bir dünya için çabalarım bunca kişi tarafından anlaşılmış. Onur duydum. Tuhaftır ki, kendimi ilk kez yalnız hissetmiyorum” dedi.
Evrensel Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Fatih Polat ve gazetenin yazarı Nuray Sancar’ın sorularını yanıtlayan Erdoğan’ın açıklamaları şöyle:
Sartre, Cezayir işgaline karşı çıktığında Fransız milliyetçileri bir kampanya başlatmıştı. De Gaulle o zaman demişti ki: “Sartre Fransa’dır.” Son zamanlarda Türkiye’de yazarlar, gazeteciler, akademisyenler gözaltına alınıyor, tutuklanıyor. Fikirleri ve tutumlarıyla “Onlar Türkiye’dir” diyebileceğimiz bir kolektif bu. Bu “Türkiye”nin başına gelenler hakkında ne dersiniz?
Sartre, Fransa’yı kendi tarihindeki ikiyüzlülükle, sömürgeciliğin suçlarıyla yüzleşmeye çağırarak “Fransa’nın Vicdanı” adına konuşmuştu. Biz, ağır bedeller ödeyen akademisyen, yazar, gazeteci ve avukatlar, düşünce ve ifade özgürlüğünün kısıtlanmasından öte, vicdanın susturulması, işitilmez kılınması adına hücrelere atıldık.
“Yazar, gazeteci, akademisyen, avukat! Titrinizin ne olduğu önemli değil, bedel ödeyeceksiniz!” demişti siyasi iktidar birkaç ay önce… İktidarın bakış açısıyla hepimiz aynı torbadayız, devletin resmi görüşüne katılmadığı için ilk fırsatta yakılacaklar torbası! Aslında her birimiz biricik, tekil kişileriz, her birimiz kendi hayatımızdan vahşice kopartıldık. Her birimizde öncelikle adil yargılanma hakkı çiğnendi. Ama susturulan her gazete ve gazeteciyle halkın haber alma hakkı da çiğneniyor, gözdağı verilen her akademisyenle fikir üretiminin, bilimsel düşüncenin, eleştirel yaklaşımın yolu kesiliyor, tutuklanan avukatlarla toplumun savunma hakkı tehdit ediliyor. Bütün bu bireyler, her insanın en doğal isteği olan barış talebini dillendirdikleri için, devletin resmi tarihini sorguladıkları ve devletin evrensel insan haklarına, hatta bizzat kendi yasalarına uymaya çağırdıkları için cezaevine tıkıyorlar. Kısacası, bizle birlikte yargısız infaza uğrayan düşünce ve tarihsel VİCDANDIR.
Bense yalnızca bir yazarım. Yazarlık bir titr değildir, “insanlık durumunun” sözcülüğünü üstlenmektedir. Susturulan her edebiyatçı da aslında işitilmez kılmaya çalışılan bizzat İNSAN SESİDİR.
Nazilerden bu yana, Fransa dönemi hariç, Batı Avrupa’da hiçbir edebiyatçı siyasi nedenlerden tutuklanmadı bildiğim kadarıyla… Bir edebiyatçıyı tutuklamanın kendi dilini kesmek olduğunu bilecek kadar izan sahibiydiler!
Avrupa yüzyılların kanıyla biçimlenmiş kavramlardan, düşünce ve ifade özgürlüğünden kolayca taviz vermez. Ama bu kavramları kendi toplumumuza ne denli anlatabildik, burada biz “aydınların” da ciddi bir sorumluluğu var. Benim uluslararası üne sahip bir yazar olduğumdan bütünüyle habersiz, tek bir kitabımı, hatta tek bir yazımı okumamış savcı ve hâkimlerce tutuklandım. Bu da ancak ülkemizin trajikomik kültürel düzeyiyle açıklanabilir!
Siz fizik eğitimi almış bir edebiyatçısınız. İçinde bulunduğumuz kaotik ortamdan çıkabilmek için bir denklem önermeniz gerekse bunu edebi olarak nasıl ifade ederdiniz?
“Kaosun formülü basit aslında. Ölüm = Ölüm. Yaşam = Yaşam.” (“Kırmızı Pelerinli Kent”ten bir cümle) Günümüz Türkiyesi’ne uyarlarsam: Barış = Barış. Savaş = Savaş. Türkiye, içine battığı savaş psikozundan, bakışını çevirdiği her yerde düşman görme/yaratma takıntısından, imparatorluk hezeyanlarıyla iç içe geçen şoven milliyetçilikten, ölme ve öldürme tutkusundan sıyrılmayı başaramazsa, korkarım ki kaostan uzun süre çıkamayacağız. Ne yazık ki, “barış” sözcüğünün içini doldurmaya çalışanlar akla gelebilecek en zalimce biçimlerde susturuluyor (Benim gibi, Necmiye Alpay gibi barışa yıllarını adamış olanlar hapse atılıyor!).
Rio de Janeiro’yu çok derinlikli biçimde anlatan Kırmızı Pelerinli Kent adlı romanınızda Özgür, romanın sonunda tam anlamıyla kapana kısılmış bir biçimde ölümle burun buruna gelir ve pes etmemek için epey direnir. Bugün Türkiye’de de böyle hissedenler mücadele gücünü sizce nerede bulmalı?
“Kırmızı Pelerinli Kent”in hem kahramanı, hem de “yazarı” olan Özgür’ün bildiği tek bir varoluşu vardır: Yazmak… Bir direniş, bir tanıklık, dış dünyanın şiddetine karşı bir siper olarak yazmak. Aynı zamanda bir arınma (katharsis), özgürleşme, kendi kaderine hâkim olma arayışı olarak yazmak… Kendi hikâyesine son noktayı kendisi koymak isteyen Özgür’ün bunu ne denli başardığı sorusu okura bırakılıyor.
Yazmak benim için de tek varoluş biçimi, bu da başlı başına bir direniş. Ama en baştan yazının yenilgilerini kabullendiğim bir direniş. Ben gücümü GERÇEĞİ söylediğimi bilmekten alıyorum, bunun için de hiçbir seyirciye, hakeme ihtiyacım yok.
“Yüreğim, aleyhime tanıklık etme!” der çok eski bir Mısır şiiri. Yüreğimin tanıklığı şu an ciddiye aldığım tek tanıklık.
TRT’de yayımlanan İnsan Manzaraları’nda Sait Faik’e dair tutkunuzdan da söz ediyorsunuz. Peki şimdi cezaevinde size destek için yükselen ‘hişt’ seslerini hissediyor musunuz?
“Artık sessizlik bile sana ait değil,” diye başlamıştım bir yazıma. Artık kendi sesimizi de işitemez, tanıyamaz hale geldik. Sanırım bizleri, ellerinin altındaki “sürek hayvanları” gibi görüyorlar, “Bu ay bir iki akademisyen atalım içeri, on kadar gazeteci, bir de edebiyatçı olan aralarında... şimdi ‘Kürt dostlarından’, özellikle kadınlardan seçelim ki, iyice gözleri korksun!”
Toplama kamplarındaki rastgele cezalandırma yöntemleri gibi. İçeride ve dışarıda topluca ses çıkaramazsak, yakında bu toplumun bütün ses tellerini kesip atacaklar.
Biraz da içerideki koşullar: Günlerinizi nasıl geçiriyorsunuz? Sağlık sorunlarınız olduğunu biliyoruz. Koşullarınızda düzelme oldu mu?
Cezaevindeki günler, hep aynı günün tekrarı. Sayım, kahvaltı, sessizlik saati, avukat, volta, akşam yemeği döngüsü. Okumaya, hatta yazmaya başladım ama sürekli zihnim bana yapılan haksızlıkla boğuşuyor, sürekli bir suçlama-savunma halindeyim. Cezaevinde olmak derin bir kuyunun dibinden bakmak dünyaya, dışarıdaki sesleri duyuyorsun ama senin sesin dışarıya ulaşamıyor!
Elbette, ellisine merdiven dayamış, dört ameliyat geçirmiş, deyim yerindeyse, dikişleri oradan buradan “atan” bir kadın için cezaevi ideal yer değil ama nezarette geçirdiğim ilk geceden beri sanki bana ait olmayan bir güç geldi bedenime. Hastalanma lüksüm yok burada! (Sağlık sorunlarınızdan söz etmeniz bile, hemen yaptırımlarla karşılaşıyor, öylesine insanlık dışı bir bakış açısı)
Cezaevinin önünde özgürlük nöbetleri tutuluyor. Bakırköy Cezaevinin önünde sürekli bir bekleyiş var. Bu size bir moral veriyor mu?
Ben de, Necmiye Alpay da açıkça hukuk dışı biçimde, siyasi tekrarlarla tutuklandık. “Hata yaptık, özür dileriz” diyecek olgunlukta olmadıkları aşikâr! Dışarıdaki dayanışma ve tepkiler olmasa, bizleri kâğıt mendil gibi buruşturup çöpe atmaktan imtina edeceklerini sanmıyorum.
İlk sekiz gün gazete geçmedi elime, pek çok gelişmeyi sonradan öğrendim. Dışarıdaki tepkinin, sevginin ve dayanışmanın boyutuyla içeride yaşadığım “aşağılanma”- her mahpus aşağılanır, sistemin temelidir bu- arasındaki çelişki bazen canımı yakıyor, bazen mutluluk veriyor. Kitaplarım, yazılarım, daha insanca bir dünya için çabalarım bunca kişi tarafından anlaşılmış! Onur duydum. Tuhaftır ki, kendimi ilk kez yalnız hissetmiyorum.
Tutukluluk deneyimi bir edebiyatçı için ne ifade ediyor?
Özel harekâtçıların baskını, daracık bir tahtada pis bir battaniyeye uzanarak geçen 72 saatlik gözaltı, beş günlük tecrit ve sonrası… Daha henüz kendi deneyimlerimi “yutmaya çalışma” aşamasındayım ki, hazmedebileyim! Kısacası tutukluluğun hayatımdan ne götürdüğünü -ya da ne getirdiğini- değerlendirmek için çok erken. Sanırım kendime bile itiraf etmemek için acı çektiğimi, günlük tutmuyorum.
Öte yandan, yirmi kadınla bir koğuşu paylaşıyorum. Her birinin hayat hikâyesi, trajedileri, direnişi, varoluş mücadelesi, edebiyat için bulunmaz “malzeme”, ama ben koğuş arkadaşlarımı (cezaevinde tanıdığım her mahpusu) “malzeme” gibi göremeyecek kadar bağlandım onlara… Mutlaka yazmalıyım buradaki herkesi, teker teker, buradaki her hikâye anlatılmalı, ama kalemimin gücü yeter mi, emin değilim. Benim için edebiyat kader duygusuyla başlar, bu duyguyu da cezaevinden daha iyi hiçbir deneyim “belletmez.”
Yıllardır barış için mücadele etmiş, yazmış bir yazar olarak Türkiye’de barışın imkanları açısından neler söylersiniz? Bizde barışa daha ne kadar var?
Kendi “resmi görüşünü” paylaşmayan, işlediği suçları aklamayan herkesi en ağır suçlamalarla içeri atan, barış isteyenleri susturan bir devletin savaşı sonlandırmak için herhangi bir adım atacağına inanmak zor! Ama gene de yineleyeyim: Barışmak savaşmaktan zordur ama imkânsız değildir. Diyalog karşılıklı anlayış ve yüzleşme… Başka bir yol göremiyorum- sanırım bizim ömrümüzden daha da uzun bir yol bu!