Sedat Ergin
(Hürriyet, 18 Mayıs 2012)
ABD’nin saygın gazetelerinden The Wall Street Journal’ın Uludere faciasına yol açan istihbaratın Türk tarafına ABD’nin uçurduğu bir insansız hava aracı tarafından iletildiğini yazması dün büyük bir dalgalanmaya yol açtı.
Bunun önemli bir nedeni, bu haberin daha önce Türk makamları tarafından yapılmış açıklamaların bir bölümüyle tezat oluşturması, bunların inandırıcılığını gölgelemesiydi.
Arşivleri taradığımızda, 28 Aralık gecesi Irak sınırında yaşanan ve çoğu çocuk yaşta olmak üzere 34 vatandaşımızın F-16’lardan atılan bombalarla hayatını kaybettiği bu olay öncesinde Türk tarafının aktarımına göre, “üç aşamalı bir istihbarat akışı”nın gerçekleştiğini görüyoruz.
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın 2 Ocak tarihinde TBMM’de yaptığı konuşmaya göre, olay günü 1) “50 kişiye yakın bir grubun düzenli koldan sızma amaçlı bir hareketliliğe girdiği” yolunda “birden fazla haber kaynağından istihbarat gelmiş”, 2) “Bu istihbarat farklı kanallardan teyit edilmiş”, 3) Ardından “İHA’lar hareketlililiği takip etmiş” ve 4) “Bütün bu haberler birbiri ile örtüşünce uyarıdan sonra uçaktan bombalama yapılmıştır.”
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 30 Aralık tarihli açıklamasına göre de “İstihbarat örgütlerinin 10 gün kadar önce verdiği bilgi üzerine yapılan bir uçuştaki görüntüler neticesinde (bombardıman amacıyla) uçaklar kalkmıştır.”
Hükümet kanadının bu açıklamaları, bombalama kararının birden fazla istihbarat kaynağına dayandığını gösteriyor. Milli Savunma Bakanlığı tarafından geçen ay olayı araştıran TBMM Komisyonu’na verilen brifingde de “olay öncesindeki istihbaratın milli kaynaklardan alındığı” vurgulanmıştı. WSJ ise 28 Aralık günü gelen ilk istihbaratın ABD kaynaklı olduğunu ileri sürmüştür. Genelkurmay Başkanlığı, dün akşam saatlerinde yaptığı açıklamada bu haberi tekzip ederek, “ilk görüntü tespitinin TSK’ya ait insansız hava aracından yapıldığını” belirtmiştir. Bu açıklama, Amerikan tarafından sonradan bilgi verilmiş olması ihtimalini dışlamıyor.
İlk görüntünün ister Türk, ister ABD tarafının istihbarat aracından alınmış olması, karşımızda 5 aydır asılı duran 34 insanın öldüğü gerçeğini değiştirmiyor. Bu tür haberler, ardından yayımlanan gecikmeli tekzipler zihinleri biraz daha karıştırıyor, kamuoyunda zaten var olan belirsizliği daha da derinleştiriyor. Hukukun üstünlüğünün geçerli olduğu, insana değer verilen ülkelerde tek bir vatandaşın, değil ölümü, yüzünün çizilmesi bile büyük bir olaydır. Devlet, karşısındaki her insanın hayatını korumak, onun haysiyet ve onuruna saygı göstermekle yükümlüdür.
Gelgelelim Türkiye’de devlet ister tek parti, ister çok partili dönemde olsun, ezelden beri vatandaşına hoyratça davranmakta bir beis görmemiştir, böyle davranmaya da devam etmektedir. Öyle olduğu içindir ki, 34 vatandaşın ölümünden bu yana yaklaşık 5 ay geçtiği halde henüz özür dilenmediği gibi, olayın nasıl meydana geldiği, ölümlerden kimlerin sorumlu olduğu konusunda kamuoyuna doyurucu bir açıklama da yapılmış değildir.
Gerçek demokrasilerde seçilmişlerin halka hesap vermeleri en temel ilkelerden biridir. Bu haliyle Uludere faciasında demokrasinin çok temel bir yükümlülüğünün hâlâ yerine getirilmediğini söyleyebiliriz. Yine üçüncü dünya rejimlerine özgü bir durumla karşı karşıyayız.
Meselenin daha vahim yönü şudur. Bu olay, özellikle Kürt kökenli vatandaşlarımızda çok büyük bir kırılmaya yol açmış, büyük bir bölümündeki yerleşik mağduriyet algısını daha da güçlendirmiştir. Kürt sorununun çözümü önündeki en temel önceliklerden biri, Türklerle Kürtler arasında beraber yaşama iradesinin güçlendirilmesi olmalıdır. Korkarız Uludere faciası, aradaki gönül köprülerinin biraz daha atılmasına yol açabilir. Bu dosyanın hükümet tarafından idare ediliş şekli, facianın yaratmış olduğu travmayı daha da ağırlaştırıyor, sorunu kangrene dönüştürüyor. Hatayı kabul edip özür dilemek, insan hayatına değer veren, ölülerin hatıralarına saygı duyan medeni bir devlete yakışan bir davranış olacaktır. Uludere dosyası bu haliyle Türkiye açısından artık erdemli bir devlet olma sınavına dönüşmüştür.