Uluslararası hukuka göre, Türkiye Suriye'ye müdahale edebilir mi?

Uluslararası hukuka göre, Türkiye Suriye'ye müdahale edebilir mi?

 Hazal Özvarış  

[email protected]  

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’nin çok değil daha iki sene önce ortak Bakanlar Kurulu toplantısı yapacak kadar yakın bir ilişki kurduğu Suriye için yaklaşık üç hafta önce “Gerekirse müdahale ederiz” dedi. Sebep malum; iç savaş yaşayan Suriye’nin kuzeyinde Türkiye’nin “tehdit” olarak algıladığı Kürt oluşumları!  Gerekçe; Türkiye’nin güvenlik ihtiyacı...

Peki, Türkiye Suriye’ye meşru sayılabilecek bir müdahalede bulunabilir mi?

Sorunun uluslararası hukukta hangi noktalara tekabül ettiğini öğrenmek için Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi, uluslararası hukuk uzmanı Prof. Dr. Turgut Tarhanlı ile konuştuk. Tarhanlı, devletler umumi hukukunda özel bir yeri bulunan uzmanlığının yanı sıra Helsinki Yurttaşlar Derneği’nin de kurucu üyeleri arasında.

Kaleme aldığı kitaplar arasında “Değişen Dünyada İnsan, Hukuk ve Devlet”, “Ne Hukuk Ne De Ahlak, Yeryüzü Cehennemi”, “İnsansız Yönetim, Türkiye’de İnsan ve Hakları” da bulunan Tarhanlı’nın “Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik” gibi birçok derlemede de  katkısı bulunuyor. Tarhanlı, yeni anayasa çalışmaları için de mesai harcayan bir bilim insanı.

“Neden Turgut Tarhanlı” sorusunun elbette daha uzun bir yanıtı var. Örneğin Christian-Albrechts Üniversitat'de (Kiel, Almanya) “Ulusal Güvenlik” konusunda çalışmalarda bulunan Tarhanlı,  Savcı Richard Goldstone'nun başkanlığındaki Çalışma Grubu'nda Bosna Hersek savaşında uluslararası hukukun ihlalinden sorumlu kişilerin yargılanması ile ilgili huhuki çalışmalara kendi incelemesi ile katıldı. Birleşmiş Milletler'in 50. kuruluş yıldönümü nedeniyle İtalya'da toplanan, “Halkların Birleşmiş Milletleri” başlıklı toplantı ile ilgili çalışmalarda Türkiye'yi temsil etti. Harvard Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde yürütülen kuramsal ve uygulamalı çatışma çözümü (conflict resolution) programının katılımcıları arasında yer aldı.

Tarhanlı’ya göre, Erdoğan’ın “Gerekirse Suriye’ye müdahale ederiz” tezi, gerçeklikten hiç de uzak bir ihtimal değil. Bununla birlikte Tarhanlı, “kuvvet kullanmanın ilk aşamada başvurulacak bir yöntem olmadığının” da altını çiziyor ve ekliyor:

“Türkiye’nin herhangi bir müdahaleden önce ‘öncelikli ödevleri’ var.”

Suriye’ye olası bir müdahalenin öncesi ve sonrasını uluslararası hukuk zemininde irdeleyen Prof.

Turgut Tarhanlı’nın T24’ün sorularına verdiği yanıtlar şöyle:

 

'Sadece 'Kürt bölgesi' tezi Türkiye için tehdit oluşturmaz'

 

- Başbakan Recep Tayyip Erdoğan,  PYD’nin Suriye’nin kuzeyinde bazı bölgeleri kontrolüne alması üzerine şu cümleleri zikretti: “Türkiye'nin şu anda kendi bünyesinde sıkıntı oluşturacak bir terör eyleminin, eğer bir yeri kaşıyan yapısı bir yerde oluşuyorsa oraya müdahale etmek bizim en doğal hakkımızdır.” Uluslararası sözleşmelere göre, Türkiye’nin Suriye’ye müdahalesi hangi koşullarda meşru olur?

Başbakan, "doğal hakkımız" dedi, ama bunu bir tehditle bağlantılı olarak açıkladı. Burada, iki konuyu ayırt etmek lazım. Birinci başlık, Türkiye'nin Kürt meselesini kendi sınırları içerisinde çözme politikaları. Bu konuda anlamlı ve etkili adımlar atmaksızın sadece dış tehdit algısı üzerinden inşa edilen yaklaşım ve politikaları pek anlamlı bulmak mümkün değil. İkinci başlık, ilkiyle bağlantılı olmakla birlikte, Türkiye dışında doğabilecek güvenlik tehditlerine karşı Türkiye’nin, uluslararası hukuka uygun olarak kararlaştıracağı ve uygulayacağı politikaların neler olduğu ile ilgilidir. Sorunuz ikinci başlık ile ilgili, cevapları da bu yönde vereceğim.

Uluslararası hukuktaki temel kural şu: Her devlet, kendi ülkesini bir başka devletin aleyhine kullandırmama yükümlülüğü altındadır. Bir ülkenin, ülkesini bu yönde kullandırma imkânı tanıması, uluslararası hukukun ihlali kabul edilir. Bu çok farklı biçimlerde olabilir. Örneğin, sınırınıza kötü şartlarda nükleer santral inşa etmişsinizdir ve bu santralin yol açacağı riske karşı bir önlem almamak komşu ülkeye zarar verebilir. Veyahut ülkenizi belli paramiliter unsurların barınmasına ve faaliyetlerine açmışsınızdır ve onların eylemleri bir sorun çıkartabilir.

-  Suriye’nin kuzeyinde Kürt özerk bölgeleri kurulması, uluslararası hukuk açısından Türkiye'nin tehdit altında olduğunu gösterir mi?

Hayır, bu şartlara bağlı. Soyut olarak, Suriye'nin kuzeyinde sadece bir Kürt bölgesinin var olmasının Türkiye için bir tehdit oluşturacağını düşünmüyorum. Başka bir açıdan düşündüğünüzde, tehdit yaratacak unsur bir Kürt oluşumu değil de, başka bir oluşum da olabilir.

 

'Tehdidin objektif ölçütü, Türkiye’ye yönelik eylem' 

 

- "Tehdit"in hukuki kriteri ne?

Buradaki objektif ölçüt, eylem. Suriye’nin kuzeyinde bugüne kadar benzer oluşumlar yokken Suriye, Abdullah Öcalan'a barınma imkânı vermek, buna müsamaha göstermek gibi eylemlerde bulundu. Bu eylemler, mesela Türkiye tarafından olduğu kadar dünya tarafından da uluslararası hukuka aykırı politikalar olarak kabul ediliyordu.

- Bugün tehdit oluşturacak eylemler neler olabilir?

Türkiye’ye yönelik kuvvet kullanma eylemleri veya bu eylemleri kolaylaştırıcı birtakım gelişmeler olabilir. Burada eylemlerin ne olduğunu görmek önemli.

Ancak belirtmek lazım; Suriye'nin bugün kendi ülkesindeki siyasi gelişmeler, Suriye halkının kendi geleceğini tayin hakkıyla ilgili gelişmelerdir. Bunu göz ardı edemeyiz. Ama nereye varacağını bilmediğimiz bu süreçte, Türkiye’ye karşı güvenlik tehdidinin ortaya çıkmasına müsamaha gösterilmesi, Türkiye'nin bu konuda dile getireceği uluslararası hukuki girişim ve tedbirleri de göz önünde tutmayı gerektirir. Uluslararası hukuk buna imkân veriyor.

 

'Türkiye için tehdidi minimize edici tedbirler almak öncelikli ödev

 

- Kuvvet kullanmakta nasıl bir ölçüt var? Örneğin, PYD'den bir grubun Türkiye’ye yönelik eylemi, tüm Kuzey Suriye'yi tehdit unsuruna dönüştürür mü?

Siyasi olarak bahsettiğiniz gibi bir tehdit algısı olabilir, ama hukuken bu yeterli bir argüman olmayabilir. Çünkü bir kuvvet politikasına yönelmeden önce, buna karşı neler yapabileceğiniz, hangi etkili tedbirleri alacağınız gibi girişimler de hukuken değer taşıyor. Örneğin, sınırlarınızın hâkimiyetini daha güçlü kılabilirsiniz; o bölgelere tahkimat yapabilirsiniz… Türkiye açısından, güvenlik tehdidini, kendi bakımından minimize edici tedbirleri almak öncelikli bir ödev. Buna rağmen birtakım atak ve sızmalar olabilir. Ama bunları önlemek için gayret göstermeniz gerekir.

Önleyemiyorsanız, şu soru çıkıyor: Türkiye'nin bu konuda Suriye'de muhatabı kim? Hiçbir muhatap yoksa Türkiye kendi başına alacağı kararlarla mı adımlar atacak? 1990’ların başlarındaki Kuzey Irak örneğinde süreç böyle gelişmişti, orada uluslararası toplum desteği de vardı; örneğin BM Güvenlik Konseyi kararları ve uygulamaları bu yönde cesaret vericiydi denilebilir. Özellikle 688 sayılı karar. Uluslararası arenada Suriye’ye karşı bir tutum varsa da, BM Güvenlik Konseyi, Suriye meselesinde bir karar almış değil. Bu şu an için geçerli bir olgu. Ama Türkiye, bugün siyaseten Suriye’den kaynaklanan bir güvenlik tehdidi algılıyorsa, bunun önlenmesini isteyecektir.

 

'Mültecilerin maliyetine ilişkin uluslararası finansal destek gelişmeli'

 

- Muhtemel tedbirlere geçmeden önce soralım; Türkiye’deki sayıları 50 bini bulan Suriyeli mülteciler hangi ölçüde bir müdahale gerekçesi sayılabilir?

Bu konuya dair otomatik bir uygulama yok. Konunun Suriye özelinde nasıl cereyan ettiğine ilişkin bilgiler de sınırlı. Ancak, genel prensipte bu kişilerin mağduriyetleri ile öncelikle uluslararası bir ilginin olması, başta BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin ilgilenmesi gerekiyor. Ardından süreç, BM Güvenlik Konseyi’ne yansıyabiliyor. Ancak, altını çizerek söylüyorum; çok detaylı, tıkanıklıkların yaşanabildiği, dolayısıyla farklı veçheler alabilen bir süreç.

- Tampon bölge hangi koşullarda ihtimaller arasına girebiliyor?

Aynı şekilde, çok genel bir uygulama yok. Güç ve çıkar ilişkileriyle çok ilintili ilerleyebiliyor. Örneğin Güney Sudan’da yaşananları kimse umursamadı Güney Sudan’a kıyasla, Orta Doğu daha dikkat çeken bir bölge olmasına rağmen, bugünden gerekli bilgileri bilmeden tarif çıkarmak mümkün değil. Mülteciler konusunda, şüphe duymadan söyleyebileceğimiz bir şey var: Türkiye, ülkesine gelen kişileri geri çevirmeyerek hukuka uygun davranıyor. Bu durum, elbette Türkiye için bir maliyet yaratıyor ve bu asimetrik bir olgu. Dolayısıyla, finansal açıdan uluslararası bir desteğin gelişmesi gerekiyor. 

 

'Suriye hükümetinin kudreti yoksa yerel unsurlarla diyaloğa geçmeli'

 

- “Herhangi bir müdahaleden önce sınırı güçlendirmek Türkiye’nin öncelikli görevi" dediniz. Suriye'ye olası bir müdahale öncesinde bu adım geçilmemiş olursa sorunlu bulacağınız noktalar ne olur?

Sadece Türkiye’nin değil, Suriye'nin de önceliği bu. Ama merkezi hükümet, bugünlerde bu kudrete sahip olamayabilir. Bu durumda, öncelikli olarak Türkiye'nin o yerel unsurlarla diyalog içinde bulunması gerekir. Bu çok önemli.

- Mesela PYD ile mi?

Hepsiyle; ama şu an muhatap alınacak unsurlar kimlerdir, bilmiyorum. PKK ise bu biraz fantezi olabilir, dolayısıyla mümkün olmayabilir. Ama yerel Suriye makamlarıyla, örneğin Özgür Suriye Ordusu veya Suriye Ulusal Konseyi ile olabilir, bilmiyorum. Çünkü kuvvet kullanmaya başvurmak çok tedrici (kademeli) olarak o aşamaya gelinebilecek bir yöntemdir. İlk aşamada başvurulacak yöntem kuvvet kullanma yöntemi olamaz. Bu hukuktur aynı zamanda. BM düzeyinde bir hukuk kuralıdır, kuvvet kullanma yasağı.

Başbakan'ın basın açıklamasında şu ifade de var: “Bağımsız bir kuzey oluşumu, Özgür Suriye Ordusu açısından da kabul edilmediği için pozisyonumuzu onlarla belirliyoruz. Ve onlara bu konuda destek veriyoruz.”

Demek ki birtakım yerel makamlarla temas var. Bu dikkate alınabilecek bir kart olabilir. Çünkü bu durumda, meşru ilişki içinde hareket ediyorsunuz. Bölge denetiminde etkili olabilecek, yerel bir muhatabınız var. O muhatap ile işbirliği içinde, o düzenin kurulmasında sizden destek istenebilir ve ortaya bir ‘anlaşma’ çıkabilir. O anlaşmaya bağlı olarak, siz de orada işbirliği içinde, askeri olmayan bir müdahale gerçekleştirebilirsiniz. Bunların hepsinin seçenekler olarak tartışılması lazım.

 

'Adana mutabakatı' için Türkiye bugün kimi muhatap alacak?

 

- Suriye ile Türkiye arasında 1998 yılında imzalanan Adana Mutabakatı, Suriye’ye muhtemel bir müdahalede nasıl bir rol oynar?

Adana Mutabakatı, başka anlaşmalar imzalanarak en son 2011 yılında “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Suriye Arap Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Terör ve Terör Örgütlerine Karşı İşbirliği Anlaşması” olarak yenilendi. Bu anlaşma, Nisan 2011'de Resmi Gazete’de yayımlandı. Suriye tarafından, anlaşmanın tam olarak ne zaman onaylandığını bilmiyorum ama her halükarda 2014'e kadar yürürlükte kalacak, çünkü üç yıllık bir yürürlük süresi öngörülmüş. Ve bu metinde, taraflar arasında işbirliğinde bulunulacak konular arasında, açıkça PKK'nın adı (PKK/KONGRA-GEL şeklinde) zikrediliyor, ayrıca tarafların, “çeşitli görüntüler ve adlar altında bu örgütün uzantıları/yan kuruluşlarına ilave olarak, hangi kişi, grup ve eylemlerin terör, terör örgütü ve terörist olarak niteleneceği hususunda kendi mevzuatlarıyla uyumlu olacak şekilde aldıkları ortak kararlara göre hareket edecekleri” (m.3) de vurgulanıyor. Bu durumda, söz konusu mutabakat PYD için de gündeme gelebilir. Bu anlaşmayla sınırlı olarak baktığınız zaman, Suriye'nin güvenlik tehdidinin önlenmesi konusunda Türkiye’ye karşı bir yükümlülüğü var. Ama Suriye devleti ve hükümeti, bugün kendi topraklarında egemenliğini tam olarak kullanabilme hâkimiyetine sahip gibi de görünmüyor.

Bu anlaşma için Türkiye bugün kimi muhatap alacak? Anlaşmanın yükümlülüklerini, Suriye makamlarından mı isteyecek? Esad yönetimi bu güce sahip olmayabilir. “Anlaşmayı ihlal mi ediyorsun?” denilebilir, ama Esad bu güce sahip değilse, anlaşmayı ihlal etmesi de, hukuken söz konusu olmayabilir. O zaman, Türkiye kuzeydeki unsurlarla mı bu ilişkiyi kurmak durumunda kalacak? Böyle bir muhatap ilişkisi yaratılabilir. Ama onların da bu anlaşmaya ne ölçüde sadık olacaklarını, iradelerinin ne yönde olacağını bilmiyoruz. Yani, tam bir belirsizlik hâkim.

- Suriye'nin hâkimiyetini kaybedip kaybetmediği sonucuna uluslararası hukukta nasıl ulaşılıyor?

Sözleşmeye gerek yok, bu bir uluslararası hukuk ilkesidir. Suriye tanınmış bir devlettir ve tanınmak şu demektir: Devlet, belli bir coğrafya üzerindeki bütün ilişkilere hâkimdir ve düzeni, o coğrafyada kurma yetkisine sahiptir. Ve bunu sağlayan teşkilatlanma şekli ve politikaları o ülkedeki halkın gönüllü itaatiyle karşılanmaktadır. Bu unsurların ortadan kalkması veya zafiyeti, hâkimiyetin kaybı anlamına gelebilecek sonuçlar doğurabilir veya kaybı ifade edebilir. Bu sonuç bazı durumlarda kısmi bir şekilde de ortaya çıkabilir. Dolayısıyla, devlet, bu gücü kaybettiği zaman onu ikame edecek başka güç veya güçler de olabilir.

- Yani bu noktada "iktidarın yerini alabilecek unsurların yeterliliği" mi öne çıkıyor?

Tabii, ama bunu yerel kaynaklara başvurarak öğrenmek lazım. Şu anda Suriye’de görülen durum, hâkimiyetin, bütünüyle olmasa da, en azından mevzi olarak belli yerlerde kaybedildiği yönündedir. Başbakan, bakan, komutanlar ülkeyi terk ediyor. Bu kaotik bir ortama geçildiği, ülke üzerindeki hâkimiyetin sağlanmasında bir zafiyet olduğu argümanını güçlendirebilir. Bu da Başbakan'ın beyanındaki tezi güçlendirebilir.

Bu durum da Türkiye'yi 1990'ların başında, Irak karşısındaki konumuna getirebilir. Ama bunun eylem temelinde düşünülmesi lazım. Soyut bir yaklaşımla, "Kuzeyde bir Kürt hâkimiyeti oluşuyor" argümanı mutlaka bir güvenlik tehdidi anlamına gelmez. Güvenlik tehdidi tezinin, objektif olarak uluslararası hukuktaki tanımıyla, bir kuvvet kullanma eylemine yönelik konulabilmesi lazım.

- Olası müdahalelerin sınırları hangi hukuki sözleşmelerde çiziliyor?

Her şeyden önce Birleşmiş Milletler düzeninde var. Birleşmiş Milletler kurucu Antlaşması'nın (Charter) 2. maddesi, 4. paragrafında şu yazar: “Tüm üyeler, uluslararası ilişkilerinde gerek herhangi bir başka devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasal bağımsızlığına karşı, gerek BM’nin amaçları ile bağdaşmayacak herhangi bir biçimde kuvvet kullanma tehdidine ya da kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınırlar.”

 

'Suriye’ye müdahale için Meclis kararı gerekiyor ama...'

 

- Bu durumda uluslararası hukuk nerede aranır? Mesela Lahey’de mi?

Birçok yerde aranabilir. Ama maalesef devletler, bu soruyu öncelikle kendi kendilerine soruyorlar. “Ben kendi ülke hâkimiyetime yönelik bir tehdit algılıyorsam, karşı tarafta da benimle işbirliği yapabilecek bir muhatap yoksa ben de kendime düşen işi yaparım” diyorlar.

Bu da, belki Erdoğan’ın “Gerekirse müdahale ederiz” sözlerine karşılık geliyor. Hukuki olmayabilir, ama fiili bir durumdur. Hukuki açıdan yapılan müdahaleyi meşrulaştıran karakteristikler şu sorunun cevabında aranmalıdır: Müdahale, karşı karşıya kaldığınız tehditle orantılı mı? Tehdidi caydıracak, ortadan kaldıracak ölçüler içerisinde mi kullanıldı? Veya atılan adımlar, çatışma hukuku kurallarına uygun adımlar mı?

- Bu soruların cevaplarının olumsuz olduğu varsayıldığında, Türkiye'nin müdahalesi yargılanır mı? 

Uluslararası hukuka aykırılık durumlarında, örneğin “ insanlığa karşı suçlar”, “savaş suçları”  gibi bir durum yaşanırsa, tabii ki sorumluluk doğurur. Bunun değerlendirilmesi lazım.

- Suriye’ye askeri bir müdahale için TBMM  kararı gerekiyor mu?

Tabii ki. Mesela Irak’a sınır ötesi operasyon için hükümete yetki veren tezkereler her yıl yenileniyordu. Ancak, bugün mevcut şartlar altında bu yetkiyi kullanmak pek hukuka uygun olmayacaktır. Yukarıda da üzerinde durduğum gibi, şartların gelişmesine göre değerlendirme yapmak gerekiyor. Anayasa’nın “Savaş hali ilanı ve silahlı kuvvet kullanılmasına izin verme” başlığı altındaki 92. maddesinin ilk paragrafında “Milletlerarası hukukun meşru saydığı hallerde” ifadesi kullanılıyor.  Bu not önemli. Aksi takdirde, Suriye'deki şartların gelişimini dikkate almayan bir kuvvet kullanımı politikası Anayasa’ya olduğu kadar uluslararası hukuka da aykırılık oluşturabilecektir.

 

Irak’taki gibi Suriye’de uçuşa yasak bölge ilan edilebilir mi?

 

- Peki, Irak’ta uygulanan “Keşif Güç” herakâtı gibi bir yöntem izlenerek, Suriye’deki Kürt bölgesi de “uçuşa yasak bölge” olarak kodlanıp, Suriye’den ayrıştırılabilir mi?

Irak'la Suriye'yi birbirinden ayırt etmek lazım. Eski Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin, 1991 yılının baharında Kuveyt’ten çıkarıldıktan sonra ülkesindeki Kürtlere karşı yok etme harekâtı benzeri bir harekât başlattı. Kürt nüfus da, Türkiye dâhil komşu ülkelere akın etmeye başladı. Bu gelişmelerin ardından BM Güvenlik Konseyi, BM üyelerine davet niteliği taşıyan bir karar aldı (688 sayılı karar). Bu çağrıya ABD, Britanya, Fransa, İtalya, Belçika dâhil birçok ülke olumlu yanıt verdi. Ama bu kararın sonraki uygulamaları, önce ABD, Britanya ve Türkiye üçgeninde, ardından ABD-Türkiye ikilisi arasında sınırlı kaldı. Bu karar, dikkate alınarak başlatılan operasyon, birçok adı aldıktan sonra "keşif güç operasyonu"na dönüştü. Türkiye de 1991’den 2000'lere kadar Irak'ın kuzeyine yönelik birçok askeri harekât yaptı.

Bunlar şuna bağlı olarak gerçekleştirildi: Irak hükümeti, bu gelişmeler nedeniyle, o dönemde kuzeyindeki topraklar üzerinde hâkimiyetini tam olarak kullanamıyordu. Bir kere bölgeye, "no man's land" denilerek, 36. paralelin kuzeyindeki bu toprakların, Irak'ın egemenliğini kullanmasının engelleneceği bir fiili statü oluşturuldu. Tabii bunun asıl amaç ve işlevi o bölgedeki öncelikle Kürt halkın yeni bir askeri tehdit altında kalmasının önlenmesiydi.  O dönemde, Irak’ın kuzeyindeki Kürt oluşumu da bölgede düzen sağlayabilecek bir güce sahip değildi. Bu gibi durumlarda, uluslararası hukuk da, A ülkesinin, bahsettiklerimize benzer sorunlar yaşanan B ülkesinde kendisine yönelik bir güvenlik tehdidi doğmasına karşılık, B’ye girerek güvenliği kendisinin sağlamasına yönelik uygulamalara imkân veriyor. Tabii, B ülkesinin “egemenliğini kullanamadığı durumlarda” olması gerektiğini not ederek.

- Bugün Kuzey Suriye'deki durum, 1990'ların başındaki Kuzey Irak'taki duruma evrilebilir mi?

Bu soruya yanıt olarak, ezbere “böyledir" diyebileceğim bilgilere sahip değilim. Suriye merkezî makamları, Kuzey Suriye'deki egemenliği ne ölçüde icra edebiliyorlar; güvenlik kuvvetleri orada ne kadar hâkimler, ne ölçüde olayları yönlendirebilir, engelleyebilir durumdalar veya sınırlara ne kadar hâkimler? Veya ters açıdan, muhalifler sürekli denetim yapabilme kudretine sahip mi? Düzeni ne ölçüde kurabiliyorlar?

Bu sorulara verebileceğimiz yanıtlar olumluysa, Türkiye'nin müdahalesi hukuki açıdan zorlayıcı olabilir. Fakat bunların hiçbiri yoksa ve bir düzen zafiyeti varsa, o zaman Irak'taki gibi bir durumla karşı karşıya kaldığımız düşünülebilir. Bu da, Türkiye Başbakanı’nın söylediği “müdahale” meselesinde el güçlendiren bir durumdur. Ama yine de, Irak ve Suriye vakaları arasındaki, daha önce temas ettiğim, Irak örneğindeki o uluslararası toplumun iradesi faktörünü de dikkate almak lazım. Örneğin, BM Güvenlik Konseyi’nin söz konusu kararları gibi.

- “PKK ile mücadele” çerçevesinde Türkiye’nin, Kuzey Irak sınırlarına geçerek gerçekleştirdiği operasyonlara tanık oluyoruz. Bu müdahaleler hangi gerekçeler ile yapılıyor? Bir kıyas yaptığınızda, Kuzey Irak’ta yapılan ve Suriye’de yapılma ihtimali Başbakan tarafından dile getirilen “müdahale” arasındaki hukuki farklar neler?

1980’lerdeki Irak-İran savaşından itibaren Türkiye ile Irak arasında, büyük ölçüde PKK unsurlarının Türkiye'ye yönelik yarattığı tehdidi önlemek adına Türkiye’nin orada askeri harekât gerçekleştirmesi için yenilenen anlaşmalar yapıldı. Dolayısıyla Suriye’den farklı olarak Irak, 1980 ve ‘90’lı yılların bir kısmında böyle bir uygulamaya imkân tanımıştı. Fakat uluslararası Çöl Fırtınası harekâtı sonrasında, bu anlaşmalar yenilenmedi. Zaten, Irak da bir şey yapabilecek durumda değildi. Bu fiili durum içerisinde Türkiye de bölgeye askeri birlikleriyle girdi. Bu bir şekilde halen sürüyor. Bu gelişmeler yaşanınca, gerek Kuzey Irak’taki Kürt oluşumu, gerek Irak merkezi yönetimi, Türkiye’nin operasyonlarına karşı bölgede Irak egemenliğinin olduğuna dair beyanlarda bulunuyorlar. Hukuken bunu yapmak durumundalar çünkü aksi halde bu askeri girişimlerin hukuki bir pratik oluşturduğu yönünde tezlere kapı aralanmış sayılabilir. Fakat siyasi açıdan Türkiye'nin bu tür müdahalelerine bir tür müsamaha da gösteriyorlar.

 

'Sıcak takip için eylem odaklı, kesintisiz bir takip lazım'

 

- “Sıcak takip”i bu kapsamda mı değerlendirmek gerekiyor? Bu tabiri açar mısınız?

İngilizcesi "hot pursuit" olan “sıcak takip” alengirli bir konu. Aslında deniz hukukunda var olan bir meseledir; şimdi, devletlerin kara sınırları açısından da tartışılmaya başlandı. Deniz hukukunda sıcak takip şöyle uygulanıyor: Sizin kara sularınızda ya da kara ülkenizde bulunan gemi veya gemide bulunan birileri sizin orada hukukunuzu ihlal ediyor. Ardından kara sularınızı terk edip, açık denize çıkıyorlar. Bu durumda siz de devlet gemilerinizle o gemiyi takip etmeye başlıyor ve gerekirse gemiye el koyup içindeki şüpheli kişileri yakalayabiliyorsunuz ve kendi ülkenize getirebiliyorsunuz. Buna “sıcak” veya “kesintisiz takip” denebiliyor. Bu hakkı, ülke hukukunun ihlal edilmiş olması olgusuyla birlikte değerlendirmek gerekiyor. 

- Bir ülkenin sınırını aşmaya ek bir ihlalden mi bahsediyorsunuz, yoksa o ülkenin topraklarına izinsiz geçiş yeterli mi sıcak takip için?

Yasadışı sınır geçmek, başlı başına sıcak takip gerektirmeyebilir. Örneğin deniz hukukunda değil ama kara sınırını paylaşan iki devlet arasında, kaçakçılık, yasadışı geçişler vs. de olabilir. Ama silahlı müdahale daha ileri bir mesele. Ülkenize giriyorlar, yasadışı bir eylem gerçekleştiriyorlar ve ülkeden tekrar çıkmaları gerekiyor. O ülkeden çıkma eyleminin de ülkedeki güvenlik birimlerince sıcağı sıcağına takibi gibi bir durum söz konusudur.

- Türkiye’nin Kuzey Irak'ta yaptığına sıklıkla tanık olduğumuz operasyonlar, sıcak takip kapsamında mı?

Irak'taki meselelerin hepsi sıcak takip değil; mesela büyük askeri operasyonlar bu çerçevenin dışında kalıyor. Sıcak takip için mikro ölçekli bir eyleme odaklı, kesintisiz bir takipten söz etmek lazım.

- Bu hangi koşullarda "müdahale" kapsamına girer?

Sınırına girdiğiniz devlet, arada bir anlaşma yoksa bunu müdahale sayabilir. Ayrıca, ölçüsü de önemli. Sadece örneğin o ihlali gerçekleştiren kişileri alıp, ülkeye geri dönüyorsanız, bu genellikle makul karşılanıyor. Ama o sırada, mesela, karakol kurmak gibi o ülkenin egemenliğini daha da zorlayıcı birtakım yan tedbirler alıyorsanız, ihlal sonucu doğabilir.

Ama şunu belirtmek lazım, sıcak takip, kara sınırları açısından uluslararası hukukta çok net ve yerleşmiş kuralları olan bir konu değil. Mesela İsrail, Lübnan'da Beyrut'a kadar girdi ve bunu sıcak takip olarak değerlendirdi. ABD de benzeri uygulamalarda bulundu. Ama iki, üç sene önce Pakistan’ın kabilelerin hâkim olduğu kuzey bölgesinde El-Kaide unsurları bölgeye girip çıkıyorlardı, Taliban'la işbirliği yürütülüyordu vs. Afgan kuvvetleri, bu nedenle bir müdahale için Pakistan sınırına girince, Pakistan buna karşı çıktı ve "Burada sıcak takip kullanılamaz" dedi. Karada sıcak takip, deniz hukukuna paralel değerlendiriliyor. Ama dediğim gibi, uluslararası hukuk bakımından çok net bir hukuki çerçeve oluşmuştur denilemez.

- Müdahale olduğunu varsaysak; bu müdahalenin hukuka uygun olup olmadığının değerlendirilmesi ne zaman, hangi koşullarda mümkün olabilir?

ABD’nin hukuka ne kadar uygun davranıp davranmadığına dair hesabını vermediği çok örnek var. Güçlünün hukuku burada kendini gösteriyor. Bunu inkâr etmemek lazım. Ama biz hukuk merceğinden bakmak durumundaysak, bütün kuvvet kullanma örneklerinde bir “ölçülülük esası” önem taşıyor. O da hedefe odaklanmada belirleniyor. Hedef sizin haklarınızın ihlal edilmesidir. Önce, objektif olarak hakkınız ihlal edildi mi diye bakmak lazım. İhlalin tanımı ve kapsamının dikkate alınması önemlidir. Edilmişse, önleyici müdahalenin nasıl gerçekleştiği de dikkate alınarak, hukuk bir kapı arayabiliyor. Ayrıca, müdahalenin hedefe vardığınız noktada sona erdirilmesi de ölçütlerden bir tanesi. Tabii, bu çerçevede gerçekleştirilecek faaliyetlerin, karakteri itibariyle ayrıca uluslararası hukuka uygunluk değerlendirmesine tabi olduğunu da vurgulamak isterim.

 

'Düşen jet için Suriye ve Türkiye işbirliği yapmalıydı'

 

- Turgut Bey, geniş bir parantez açsak; düşen Türk jetine ilişkin, Türkiye'den yetkililer vurulma alanı olarak uluslararası hava sahasını işaret ederken Suriye, jetin Suriye hava sahasında düşürüldüğünü söyledi. Bu gibi durumlarda, ihtilafı kim, nasıl çözer? Doğru bilgi nasıl bulunur?

Burada yapılması gereken, Suriye ve Türkiye taraflarının işbirliği ile geride kalan tüm kalıntıların çıkarılması ve objektif olarak durumun ortaya konulmasıydı.

Bu, BM gibi bazı uluslararası çevrelerin desteği ile veya uluslararası bir otoritenin öncülüğünde iki tarafın temsilcilerinden oluşan teknik bir heyetin yapacağı bir çalışma da olabilirdi. Böyle bir soruşturma komisyonu yaşananları aydınlatabilirdi. Ama gördüğüm kadarıyla Türkiye bu yola meyletmedi. Suriye'nin de ne kadar gönüllü olduğunu bilmiyoruz. Uçak, Suriye karasularında çıktı, ama gerçekten orada mı vuruldu, yoksa akıntıyla mı oraya sürüklendi, bilmiyoruz. Bu bakımından bu iş hala bulanık görünüyor.

 

'Türkiye radar ve elektronik haberleşme kayıtlarını açıklayabilirdi'

 

- Bulanıklık olmasına rağmen, son olarak NATO kayıtlarının jetin Suriye hava sahası içinde düşürüldüğü yolunda veriler içerdiği haberleri çıktı. ABD istihbaratından kimliğini açıklanmayan üst düzey bir yetkili de aynı yönde ifade vermişti. Türkiye’nin bu meseledeki kozları zayıflıyor mu?

Türkiye'nin başlangıçta elektronik haberleşme verilerine dayanan girişimlerde bulunulacağı yönünde bir açıklaması olmuştu, ama gördüğüm kadarıyla bir yere varılamadı. Bunu şuradan yola çıkarak söylüyorum: Bunlar, radar ve elektronik haberleşme kayıtlarının sinyalleri ile kodları deşifre edilebilecek verilerdir. Bunlar açıklanabilir ve konu da açığa çıkabilirdi. Türkiye, kısa bir ihlal olduğunu reddetmiyor ki, bu zaten sıklıkla olabilen bir durumdur.

Buradaki esas mesele, uçağın düşürülmesinde, yani herhangi bir ihlale karşı, ölçüsüz bir tepki verilip verilmediğinde ortaya çıkıyor. Suriye işbirliğine yatkın olmasa bile, ben, Türkiye'nin bu konunun arka planını yansıtarak, "Şu olmuştur, ama bu hiçbir koşulda, uçağın uluslararası hukuka aykırı bir şekilde düşürülmesi anlamına gelmemeliydi” gibi bir savunma yapabileceğini düşünüyorum. Ancak, bunların hepsi, olayın nasıl gerçekleştiğini bilmemize bağlı.

- Düşen jete ilişkin NATO ile Türkiye ne kadar işbirliği içinde?

Türkiye'nin ne ölçüde NATO ile bilgilerini paylaştığını bilmiyoruz. NATO da tek başına bunu açıklamak istemeyecektir. Kaldı ki NATO adına yapılan açıklama, Suriye eyleminin uluslararası hukukla bağdaşmadığı yönündeydi. Bu da, ortaya çıkan tehdide karşı "Suriye'ninki orantısız bir kuvvet kullanma eylemiydi" görüşünü öne itiyor. Çünkü söz konusu uçak bir bombardıman uçağı değil. Yaratacağı güvenlik tehdidi en fazla veri toplama konusunda olabilir. Bu da önemlidir,  ama vurulması başka bir şey demektir. Çünkü uçağı vurduğunuz zaman, başka bir yolla onu önleyemediğiniz bir tehdit karşısında bulunduğunuz mesajı veriyorsunuz ki, mevcut vakada böyle bir durumun olduğu güçlü bir şekilde iddia edilemez görünüyor.

- Söylediklerinizi "Asıl olay jetin nerede vurulduğu değil, vurulmasıdır" cümlesiyle özetlemek yanlış olmayacaksa soralım; tartışmanın ana ayaklarından biri olan “Türk jetini füze mi, uçaksavar mı yoksa ısı güdümlü füze mi vurdu” sorusu sizin çizdiğiniz tabloda önem teşkil etmiyor mu?

Hukuken önemi, bazı silahların çok uzun mesafede kullanmasında çıkıyor.  Suriye, uzun mesafede kullanılması mümkün bir silahla Türk jetini uluslararası sahada vurduysa, bu onu hukuken çok daha ağır sorumluluğun söz konusu olduğu bir konuma iter.

 

'Erdoğan’ın ‘gerekirse müdahale ederiz’ tezi gerçekçi bir ihtimal'

 

- Örneğin olay bugün Kuzey Suriye'de tekrarlansa, düşürülen jet vakasının yaşanması müdahaleyi kaçınılmaz mı kılar?

Füze vakasından sonra Türkiye çatışma (angajman) kurallarını değiştirdi. Belli güvenlik konularına veya tehditlerine bağlı olarak her devlet, uygulayabileceği çatışma kurallarını belirler. Türkiye de, füzeden sonra Suriye sınırında, tehdit algısının daha yüksek olduğu düşüncesiyle politikasını değiştirdi. Bunlar çok etraflıca açıklanmıyor, dolayısıyla detaylarını bilmiyoruz, ama bu gelişme, Türkiye’yi, işi, oradaki bazı askeri hareketlilikleri daha yüksek bir güvenlik tehdidi olarak algılayıp daha sert tedbirlerle karşılayabileceği, mukabele edebileceği bir yere getirdi.

- Çatışma kuralları ne kadar Suriye veya başka ülkeler ile müzakere edilerek alınan bir karar?

Tek taraflı. Devletin, kendi güvenlik politikaları içinde yer aldığı bir karar. Ama mesela uluslararası savunma ittifakları bağlamında (örneğin NATO) uygulanacak çatışma kurallarının elbette o örgüt bünyesinde müzakere edilerek kabulü söz konusudur.

- Söyleşiyi sonlandırmadan bir özet sorusu soralım: Sizce, Erdoğan, “Gerekirse müdahale ederiz” derken, gerçekçi bir ihtimalden mi bahsediyor?

Evet. Zaten o basınla görüşmesinde de ifade etti ve angajman kurallarının bu nedenlerle değiştirildiğine temas etti. Bu açıdan baktığınızda, uluslararası hukuk bakımından çok zorlayıcı bir şey yok. Ama bu, elbette bu haliyle sadece soyut ve ilkesel bir açıklamadır. Bunu, somut bir biçimde uyguladığınız zaman, “bu yetkiyi kime karşı, nasıl kullandınız” soruları ayrıca hukuken de değerlendirilmesi şart olan hususlardır.