Işıl Öz
Başbakan, TCMB’nin sert faiz artışının beklendiği kadar etki yapmaması üzerine B, C planları olduğunu belirtti ancak bunların neler olduğunu açıklamadı. Açıklanmayan bu alternatif planların sermaye hareketlerinin kısıtlanması olabileceği söylentilerinin çıkması üzerine Maliye Bakanı Şimşek, bunun kesinlikle gündemlerinde olmadığını açıkladı. Son olarak Başbakan Almanya gezisi sırasında alternatif bir planları olduğunu yeniledi. Ardından da ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı Babacan, ortada herhangi bir kriz durumunun olmadığını, dolayısıyla da kriz tedbirlerinin gündemlerinde olmadığını açıkladı. Son bir hafta içinde ardı ardına verilen demeçler sonrası New York Üniversitesi, Misafir Öğretim Üyesi, Ekonomist Dr. Ümit Akçay’a ulaştık ve ilk olarak bu demeçler hakkında ne düşündüğünü sorduk... Dr. Akçay, “Her biri bir öncekiyle çelişen demeçler, en iyi ihtimalle ekonomi yönetiminin kafasının karışık olduğunu ve son gelişmeleri tam olarak kavrayamadığını gösterir nitelikte.” dedi.
-Ekonomik dalgalanmaların ardındaki nedenler neler ve hükümetin olası B, C planları neler olabilir?
Kestirmeden söylersek, 2014’le gelen ve özellikle de “yükselen piyasalar” olarak kodlanan ülkeleri etkileyen süreç, 2008’de patlak veren küresel krizin yeni bir aşaması olarak değerlendirilmeli. Bu aşamalardan ilki 2008’de büyük finans kuruluşlarının iflası ile ABD’de yaşanırken, ikinci aşaması devletlerin iflasları aşamasına gelmiş ve Avro Bölgesi ülkelerinde etkili olmuştu. 2014 ile başlayan üçüncü aşamanın ise ABD ve Avro Bölgesi dışında kalan ülkeleri etkilemesi muhtemel. Bu yeni aşamayı tetikleyen unsur FED’in 2008 krizinden çıkış programı çerçevesinde uyguladığı miktarsal genişleme programını aşamalı olarak yavaşlayacağını duyurması. Bunun anlamı, yakında FED’in yeniden faizleri artırma ihtimalinin belirmiş olması. Böylelikle miktarsal genişleme sürecinde “yükselen piyasalar” olarak adlandırılan ülkelere akın eden fonlar şimdi ters yönde hareket ediyor.
-Peki, ekonomik çalkantıların muhtemel sonuçları neler olabilir?
FED kararları sonrası küresel fonların ABD’ye geri dönme eğilimi göstermesinin en önemli sonucu, bu fonların çıktığı ülkelerdeki ulusal para birimlerinin değerini düşürmesi ya da dövizin pahalılaşmasıdır. Dövizin pahalılaşması, ithal mallarının fiyatlarını yükselteceğinden, bu ekonomilere enflasyonist etki yapacağı malum. Diğer yandan merkez bankalarının faiz oranlarını artırarak, ulusal paralarındaki değersizleşmenin önüne geçmeye çalışması, bu ülkelerde ekonomik büyüme üzerinde daraltıcı etki yapması kuvvetle muhtemel. Dolayısıyla önümüzdeki dönemin hem enflasyonun yükseldiği, yani hayat pahalılığının arttığı, hem de ekonomik büyümenin yavaşladığı yani işsizliğin yükseldiği bir konjonktür olma ihtimali oldukça yüksek. İktisat literatüründe stagflasyon olarak adlandırılan bu durum, ekonomi politikasını yürütenler açısından tam bir kilitlenme durumunu ifade ediyor. Hükümetin bu kadar bocalamasının nedenlerinden biri de bu olabilir.
Türkiye ekonomisi sadece bahsettiğim riskleri değil, daha fazlasını da taşıyor. İlk olarak ekonomik çalkantıların nasıl yönetileceği konusu açık değil, çünkü tam da bu süreçte ülke bir devlet krizinin içinden geçiyor. Buna ek olarak önümüzdeki iki yılda üç önemli seçim geçirecek. Ancak ilave risklerden en önemlisi, döviz borcunun kamuda değil özel sektörde yoğunlaşmış olması. Dolayısıyla dövizdeki değerlenmenin durdurulamaması doğrudan doğruya özel sektörün borçlarını ödemede güçlükle karşılaşması sonucunu doğurabilir.
Yaklaşan stagflasyon (durgunluk ve enflasyonun bir arada olması) konjonktürüne karşı faiz silahının yeterince etkili olamayacağı açık. Bu durumda hükümetin B Planı, maliye politikasını kullanarak ekonomik büyümeyi canlandırmaya çalışmak olabilir. Zira Bakan Şimşek, “maliye politikası alanında bir manevra alanımız var” diyerek bunun ilk sinyallerini verdi. Gerek döviz fiyatının yükselmesinden kaynaklanan riskleri, gerekse bu durumun stagflasyon konjonktürünü tetiklemesini engellemek için hükümetin devreye sokabileceği C planı, özel sektörün borcunun devlet tarafından satın alınması olabilir. Yani hazinenin dolar borcu olan şirketlerin borçlarını satın alması, bunun için de dışarıdan dolar borçlanması gündeme gelebilir.
Ancak olası B Planın, yani maliye politikası yoluyla ekonomik büyümenin teşvik edilmeye çalışılmasın riski, hükümetin elinden kamu borcunun görece düşük olması kozunu alması olacaktır. Böyle bir durumda ekonomik büyümeyi desteklemek için yapılan mali genişleme kamu borcunu artırmasına, bu ise ülkenin risk priminin artması sonucunda Hazine’nin daha yüksek faizlerle borçlanabilmene ve genel olarak faizlerin yükselip ekonomik durgunluk ihtimalinin daha da artmasına neden olabilir. Olası C Planı ise, özel zararların devlet tarafından üstlenilmesi yani özel sektörün riskinin tüm topluma yayılacak olması anlamına gelecektir.
Sonuç olarak etkileri henüz Mart 2014 seçimlerinde hissedilmeyecek olsa da, önümüzdeki dönemde küresel krizin üçüncü aşaması olarak yeni bir kriz dalgasının yaşanma ihtimali giderek artıyor. Bu süreçten hükümetin etkilenmemesi olası değil ancak önceden örgütlenip olacaklara hazırlık yapmazlarsa, sürecin faturası yine çalışanlara çıkacak gibi görünüyor.