Kürt aydın ve yazar Ümit Fırat, Kürt sorunundan, tutuklu akademisyenlere, Roboski Katliamı'ndan, Bingöl'de öldürülen 33 askere, Ergenekon ve Balyoz davalarından, son dönemde tartışılan tutuklama kararlarıyla gündeme gelen Sulh Ceza Hakimlikleri'ne kadar çok sayıda konuda değerlendirmelerde bulundu. Ümit Fırat, Kürt sorununun çözümü için PKK'yı değil, sivil siyaseti adres gösterse de bu adresin HDP olmadığını belirterek, çözüm sürecinin HDP ile değil, BDP ile başlatılması gerektiğini söyledi.
Ümit Fırat, ''Radikal Türk solcusuyla Kürt meselesini konuşmam'' ifadelerini kullandı.
Özgür Düşünce gazetesinden Hüseyin Keleş'e konuşan Ümit Fırat'ın sözleri şöyle:
-Bölgeden yaşanan çatışmanın ana kodları nedir sizce?
Kanaatimce, bir savaş kararı alınmıştı. Bunun birtakım ön hazırlıkları ve altyapısını da yapmışlardı. 7 Haziran seçimleri beklendi ve seçim sonuçlarına göre bu kararın nasıl uygulanacağı da 'Halk Savaşı' açıklaması ile duyuruldu. Adına 'Süreç' denilen ve o dönemde, hepimiz büyük bir tolerans ve sabırla iyi bir sonuç alınacağını beklerken, birtakım kötü sinyallerin verilmesini göremediğimizi söyleyebilirim. Bu sinyallerin hepsi bir samimiyetsizliğin göstergesiydi. Bu sinyallerin mutlaka bir şeylerin farklı değerlendirilmesi anlamındaki mesajın anlaşılmalıydı. O dönemde bu sorunlara halının altına sürülen çöp gibi yaklaşıldı. Devletin de geleneğidir; sosyal siyasi sorunları çözmek yerine dondurur, erteler veya halının altına süpürür.
-Çatışmaların 7 Haziran sonrasında katlanarak artması, siyasetin çözüm sürecine bakışının samimiyet derecesini açık mı etti?
Türkiye'de, birtakım hakların, özgürlüklerin, toplumun ihtiyacı olan; devletlerin ve hükümetlerin esas olarak yapmakla yükümlü olduğu şeylerin uygulanmasını, tanınmasını bir şeyler verme olarak görülüyor. Devlet, imtiyazlarını herhangi bir şekilde kaybetmek istemiyor. Kürtçe televizyonun kuruluşu bile yılları aldı. Bir şey vermiyorsunuz aslında; esirgenen şeylerin tanınması söz konusu. Zaman zaman müzakere ediliyor. Bunlar müzakere edilebilecek bir şey değildir. Siz sonuçta toplu sözleşme masasına oturmuyorsunuz. 2005'te birtakım adımlar atıldı. Erdoğan 'Kürt meselesi benim de meselemdir' dedi. 2011'e kadar iyi bir gelişim sergiledi. 2013'te 'Çözüm Süreci' olarak anılan döneme gelindi. O süreçte birtakım adımlar atıldı ama bunlar daha çok örgütün talepleri ile ilgili adımlardı. Çok şey değişti ama esas meseleye, yani rejimin esasına ilişkin Anayasal, yasal düzenlemelerde temel değişimler olmadı.
-PKK ne yaptı bu süreçte?
Kürt meselesinin sahibi gibi davrandı. Oysa ki o değildi. Kürt meselesinin ortaya çıkardığı sonuçlardan biriydi PKK. Tabii işe bölgesel düzeyde yaklaştı. Suriye'de yaşanan iç savaşla beraber çok ciddi bir fırsat yakaladığını gördü. Her ne kadar bu 'süreç' dediğimiz zaman diliminde biraz oyalandıysa da, tutamadı kendini.
-7 Haziran'dan sonra 'Bundan sonra sürecin filmini görürler' denmesi PKK'nın ekmeğine yağ sürmez miydi?
Sürer ama AK Parti 7 Haziran'da artık kaybettiği Kürt oylarını geri almanın zor olduğunu gördü. O zaman 'ne yaparım' dedi ve kendisine kaymasını düşündüğü milliyetçi, daha muhafazakâr, daha sağ oylara yöneldi. Bu doğru muydu? Bana göre doğru değildi ama oyunu artırdı.
-Ama bir gecede, bir seçim sonucuyla süreç çöpe atıldı?
Çözüm süreci PKK ile sürdürülen bir süreçti. Gerçekten artık bir rüyadır. İyi bir rüya mıydı? Bence çok iyi bir rüya değildi. Yani aldatıcı bir rüyaymış. O gün bize iyi göründü. Ama yaşanması iyi oldu; aynı suda iki kez yıkanılmaz tezi gibi... Bundan sonra böyle bir süreç olmaz. Kanlı bir süreç mi olur? Hayır! Eğer siz bu meseleyi çözmek istiyorsanız, bunu kanla, gözyaşıyla bir yere taşıyamazsınız. Eğer bu süreç iyi bir yere taşınmak isteniyorsa, bu kez o süreci aşan yeni bir süreç olması gerekiyor.
Yine PKK ile mi yürütülmeli bu süreç?
Hayır. Sivil siyasetle olur. Zaten bazı meseleler PKK'yı aşan meselelerdir. Türkiye, kendi Kürtleriyle barışmak, bölge Kürtleriyle barışık yaşamak zorundadır. Bölgesel bir politika uygulamak zorundadır.
-PKK ile değil de sivil siyasetle başlatılsaydı yürüme şansı var mıydı?
HDP ile başlatılamazdı; BDP ile başlatılabilirdi. HDP bence doğru bir adres değil. HDP bir Kürt partisi değil. Siz neticede Kürt halkının tanınmamış, uygulanmamış, bugün sıkıntı duyulan birçok sorununu birileriyle görüşmek istiyorsunuz. Bunu, tabii ki HDP içinde olmasa bir bildiri dağıtması bile zor olan birtakım örgütlerin oraya taşıdığı insanlarla sürdüremezsiniz. HDP tek başına bir parti değil. BDP öyleydi ama HDP öyle değil. Yani ben Kürt meselesini konuşmak üzere bir Başbakan olarak HDP'nin kapısını çaldığımda, eğer o kapıyı Kürt olarak bilinen insanlar açmıyorsa; diyelim ki kapıyı Figen Yüksekdağ açıyorsa yanlış adrese geldiğimi düşünürüm. Ben o radikal Türk solcularıyla Kürt meselesini konuşmam. Onların kendi partileri de var. Eğer öyle bir ihtiyacım varsa giderim ESP'nin, EMEP'in kapısını çalarım.
-PKK bu yüzden mi HDP'nin üzerinde bu denli baskı kurdu?
PKK HDP'nin güçlenmesini istemiyor. Eğer isteseydi bugün yaşananlar farklı olurdu.
-Ama yüzde 13 çok iyi bir oran?
İyi bir oran ama o oranı Selahattin Demirtaş'ın yeni imajına ya da HDP'nin Türkiye partisi yapılma imajına yormamak lazım. Başta Tayyip Erdoğan ve birtakım danışmanlarının oluşturduğu politikadır. 'Seni Başkan yaptırmayacağız' değildi yani. O slogan da doğru bir slogan değildi ayrıca. Onun Kürt halkına yararı yoktu. Sadece birilerinin kulaklara hoş gelen bir şeydi. Politik olarak doğru değildi. Erdoğan'ın bugün de sürdürdüğü 'uzlaşmaz' politikasını, kendi taraftarları da dâhil, Türkiye'de onaylamayan pek çok insan vardı. Yüzde 13'te Erdoğan'ın da payı vardı. Buna rağmen küstürdüğü tabanı 1 Kasım'da yeniden partisine oy verdi.
Bu süreçte gömülen ve gömülmesine göz yumulan silahlar söz konusu. Son çıkan tablonun sebebi bu güvensizlik mi?
Beşir Atalay fazla iyimserdi bu süreçte. Fazla güven duydu Öcalan'a. Keza Yalçın Akdoğan da aynı şekilde... Öcalan da onlara güvendi. Ama neticede Öcalan bugün ne söylediyse yarın tam tersini de söyleyebilecek bir insandır. Bu hep böyle olmuştur. Her şeyden Öcalan kendisini önemseyen, kendisiyle ilgili birtakım talepleri olan bir noktadadır. Örgütüyle taban tabana zıt pozisyonlara girmeyi göze almaz ve bunun bir bölünmeye yol açacağını bilir. Göze alamayınca örgütün akıntısına göre davranır, 'Ne yapsınlar başka' diyerek örgütüyle ters düşmeyen noktalara gidebiliyor. Onlar Öcalan'ı 'önderlik' olarak gördükçe, Öcalan da kendini güvende hissediyor. Ama bir terslik olur da bölünme olursa, bundan örgüt için çok kanlı bir sonuç doğar. 2004'te bir bölünme yaşanıyordu ama o bölünmeyi önlediler.
-Kim önledi?
Derin devlet o bölünmenin etkisini önlemek için Öcalan'a destek verdi. 2004'te PKK'nın yeniden silahlı eyleme başlaması sağlandı.
Bölünme engellenmeseydi ne olurdu?
PKK içerisinde ABD ve Batı'ya açık, savaşı artık terk etmiş insanlar büyük bir etkinlikle ortaya çıkabilirlerdi. Tasfiye edilenler sonradan bir yapılanmaya girdiler. Ama Hikmet Fidan öldürüldü, Kani Yılmaz öldürüldü; Nizamettin Taş, Halil Ataç ve diğer arkadaşları da izole bir şekilde tutuldular.
-Son 5 ayda patlayan bombaların kodlarını çözmeye kalksak karşımıza ne çıkar?
Suriye'deki istikrarsızlık birinci derecede önemli. Çünkü bu tip eylemler IŞİD sonrası eylemlerdir. IŞİD'ten önce de yapıldı birkaç tane ama PKK'nın yaygın bir eylem alışkanlığı değildi bu. TAK ilk defa 2005'te Kuşadası'ndaki eylemiyle ortaya çıktı ve kanlı da olsa eylem sayısı çok fazla değildi. Her defasında da bu eylemler PKK'ya mal edildi veya PKK bunları üstlendi. Sanırım yıllardır TAK hakkında kapsamlı bir analiz yapılmadı. Keza, PKK kurmay heyetinin de mutlak bir hiyerarşik düzeni yok. PKK içindeki birtakım yapılar eylem koyuyor, PKK da bunları üstlenmek zorunda kalıyor. Tıpkı devlet içi birtakım odaklar, o günün Başbakanı ve Genelkurmay Başkanı'nın onayıyla Roboski'de operasyon yaptırtıp devlete sahiplendirmeleri gibi. Güya o operasyon, PKK militanlarına dönük bir operasyon olarak planlanmıştı. Onların yerine kaçakçılar çıktı. Tipik bir derin devlet operasyonuydu. Hem o dönemin Başbakan'ı hem de Genelkurmay Başkanı o yemi yuttular. PKK içinde de böylesine yapılar vardır.
-‘PKK saldırıyı üstlenmek zorunda kaldı' diyorsunuz. Mesela Ankara saldırısının yapılmasını ister miydi?
PKK'nın başındaki insanlar Ankara'daki saldırıyı istemezdi. PKK, Batı nezdinde bir meşruiyet şansı yakaladı. Bunu giderek kaybediyor. Bir hedef yok, otobüs durağında sivil insanlar var. Öte yandan PKK, bu tip eylemleri de sahiplenmek zorunda. Çünkü TAK için, "Bunların bizimle ilişkisi yoktur" diyemiyor. Kendi otoritesi altındaymış gibi gözüken bir yapıyı kendine düşman etmek istemiyor. Kaldı ki, PKK'nın örgüt şemasında TAK diye bir birim de yok.
-Dolmabahçe mutabakatı çok tartışıldı. Hükümet daha sonra bunun bir mutabakat olmadığını söyledi. Siz ne düşünüyorsunuz bu reddedişe?
Bence de mutabakat değil bir mutabakat zeminiydi. İyi bir zemindi. Neticede Sırrı Önder elindeki metni okudu, Yalçın Akdoğan da bir şeyler konuştu. Ortada anlaşılan neydi? Sırrı'nın okuduğu o 10 madde Öcalan'ın kaleme aldığı, dilek ve temenniler.
-Ama hükümet hiç sahiplenmedi, bu garip değil mi?
HDP ve PKK bunu sürekli 'mutabakat' olarak deklare etti. Bu doğru değildi. Daha sonraki Nevruz'da Öcalan PKK'yı kongreye çağırdı. O süreçte Öcalan tarafından aşırı şekilde şımartılmış ve politikacıdan ziyade bir 'meddah' gibi düşündüğüm Sırrı Önder, Selahattin Demirtaş'a, "Seni Başkan yaptırmayacağız" sözünü söyletti. Bence Sırrı Önder, bir Kürt barışına mutlak ihtiyaç duyulduğu bir dönemde böylesi bir vazifeyi sürdürecek bir insan değildi. Kendi politik geleneğinden gelmediği gibi, aslında politikacı da olmayan bir 'komedyene', bir 'meddaha' böylesine politik bir rol yüklenmemeliydi.
-Belki devletin projesiydi Sırrı Süreyya Önder'in o süreçte bir aktör olması?
Belki de ama en yanlış isimdi. Zaten İmralı'ya giden o heyet sadece taşıyıcı olmak zorundaydı. Ama Öcalan Sırrı'yı öyle bir şımarttı ki, kendi temsilcisi konumuna soktu. Sonunda varılan nokta ortada işte.
-Davutoğlu’nun fezleke çıkışını nasıl karşıladınız?
Eğer Tayyip Erdoğan bunu geçersiz kılmazsa, Davutoğlu olağanüstü bir cesaret gösterdi. Çünkü iyi ya da kötü bir yargı var Türkiye'de. Meclis, yargının alanına girip, savcının yargılanmasını istediği kişiler arasında bir tasnife girişmemeli. Savcılar da önüne gelen her şey için fezleke gönderip dokunulmazlık talep etmemelidirler. Ama öyle bir adli sistem var ki, savcıların ciddi bir eğitimden geçmesi gerekir.
-HDP’lilerin PKK'lıların taziyesine gitmesi meselesi var bir de?
Bu suç değildir. Suçsa oraya giden herkes suçlu olur. Politik davranış olarak tartışılabilir ama suç değil. Cezai müeyyidesi olan şeyler değildir bunlar.
-Akademisyenler, bildiriden dolayı soruşturma kıskacında; hatta 3'ü tutuklandı?
Bu mesele AK Parti'ye çok zarar verecek bir mesele. İnsanlar AK Parti düşmanı da olabilir ama düşüncelerini söylemelidirler. Siz nasıl onlara laf yetiştiriyorsanız, onlar da size yetiştirir. Ama ortada büyütülmemesi gereken bir olay vardı. Yanlış bir bildiri metnidir bana göre. Gerçekçi olmayan bir metindir. Ama buna rağmen bu bildiriye saldırmak, suç gibi göstermek politika olarak doğru değildir. O gün büyütmeselerdi, o bildiriye bu kadar sahiplenme de olmazdı.
-Fezlekelerden konuşurken savcıların eğitiminden söz ettiniz. Türkiye'de Sulh Ceza Hâkimlikleri gerçeği var. Bir kararla koskoca holdinglere, medya kurumlarına el konabiliyor; gazeteciler tutuklanabiliyor. Bir de yeni TMK gündemde. Bütün bunlar ışığında bir çerçeve çizmenizi istesem?
Var olan Terörle Mücadele Kanunu bile gereksiz veya ıslaha muhtaç. Hal böyleyken kalkıp bunun dozajını yükseltmek... Cumhurbaşkanı istiyor diye teröre yeni bir tanım kazandıramazsınız. Evrensel normlar vardır. Amaç otoriteyi güçlendirmektir. Ama bu Sulh Ceza Hâkimlikleri, özellikle Cemaat'e yönelik yargılamalar için kuruldu. Ben bunları 'Tabii hâkimler' olarak görmüyorum. Bunlar, aynen 1402 sayılı sıkıyönetim kanunundaki yetkilerle donatılmış mahkemelere veya İstiklal Mahkemeleri'ne benziyor. İstiklal Mahkemeleri'nin temyizi yoktu ama bunların da yok gibi. Siparişle kurulan ve hangi iradeye bağlı olduğu belli olan mahkemelerdir. Bu yüzden bu mahkemelerden bir adalet de beklemiyorum.
-Türkiye’nin bir sağ tandanslı bir partiye ihtiyacı olduğu yönünde söylemler oluyor ne dersiniz?
Türkiye'nin siyasi profili yüzde 50'ye yüzde 50 değildir. Bir tarafta yüzde 50 var ama diğer tarafı yüzde 50 görmemek lazım. CHP var, HDP var, MHP var... Bunlar birbirinden ayrı ayrıdır. Yani üst üste koyup toplayamıyorsunuz. Bu yüzde 50'den bir şey çıkmayacağı açık. O zaman AKP'ye oy veren yüzde 50'den bir arayış beklentisi ortaya çıktı. Türkiye'de değişim isteyen kitle asıl bu kitledir. Esas cevher oradadır. Yüzde 50 almış bu parti birçok değişime imza attı. Ama ne yazık ki, tek bir insanın emir ve komutası alanına doğru süratle kaydırılmak isteniyor. Bunun önlenmesi lazım.
-Bunu kırmak için AKP içinden yeni bir oluşum mu çıkması gerekiyor?
Çıkabilir ya da baştaki insan yani Tayyip Erdoğan kendi lehine beklediği bazı düzenlemeleri gerçekleştirmezse siyasi olarak tükenir. Her şeyin bir sonu vardır. Tayyip Erdoğan da siyasi olarak bitecektir. Bu hep böyle gitmez.
-Yüzde 50'nin güçlendirdiği yapı diğer yüzde 50'ye tehdit midir?
Birtakım politik aktörler bu kutuplaşmayı körükleyerek kendi gelecekleri için bazı şeylerden medet umuyorlar. 28 Şubat'tan bu yana bir kutuplaşma var. AKP'de hiç Alevi kalmadı. Geçmişte muhafazakâr partilerde Aleviler vardı. Nerede bu Aleviler? Kutuplaşma sonucu kaydılar. Irkçı söylemleri öne çıkan bir parti olan MHP'de bile Aleviler, Alevi politikacılar yer alıyor ama AKP'de yer alamıyor. AK Parti bunu biraz kırabilirdi ama beceremedi. Şimdi bu yüzde 50 ile Türkiye'yi yöneten kadro, diğer yüzde 50'nin hayat tarzını ve ihtiyaçlarını da dikkate almak ve her şeyi çoğunlukçu bir anlayışla kendi standartlarına göre düzenlemeye kalkmamalıdır.
-Abdullah Gül, Bülent Arınç ve Hüseyin Çelik gibi isimlerin liderliğinde yeni bir oluşum ortaya çıkarsa ülkenin faydasına olur mu?
Ayrı bir parti bir belirsizlik doğurabilir; bence AK Parti'nin 'Artık böyle gitmemeli' deyip kendisini revize etmesi daha yararlı olur. Sıkıntı 2011'den itibaren başlıyor. 2011 öncesi ruhuna dönerse bu kutuplaşma azalabilir. Kendisi gibi olmayanlarla barışık yaşamak zorundadır. Tabii ki bu akşamdan sabaha hemen bir sonuç vermez ama çok olumlu bir adım olur.
-Partideki kırılma hangi hadise ile ortaya çıktı, Gezi mi mesela?
Hakan Fidan'ın ifadeye çağrılması, Erdoğan'ın kafasında şimşekler çakmasına yol açtı. Ardından Gezi oldu. Planlanmış bir şey değildi ama 2-3 gün içerisinde başka bazı unsurların dikkatini çekti Gezi. Sağduyulu insanlar o Gezi'de olan bazı olayları doğru bulmadı ama Erdoğan'ın aşırı tepkisine de 'Bu kadar da değil' dediler. Kendi partisi içerisinden de dendi bu. Keza PKK'nın silahlı militanlarını geri çekmediğini fark etti Erdoğan. Hemen ardından Mısır darbesi ve Mursi hadisesi. Kendisi için büyük tehditti bu. Bunun ardından da 17-25 Aralık geldi. Bunların hepsi Erdoğan bakımından bir tehdit olarak algılandı. İttifak kurduğunu düşündüğü Cemaat ile ters düştü. Başka bir ittifak arayışına girdi ve 'Kumpas teorisi' ortaya atıldı. Artık yeni müttefiki TSK oldu.
-Balyoz’a 'kumpas' dendi, Ergenekon sanıkları bırakıldı sonra Perinçek devreye girdi?
Pek çok arkadaşımız Perinçek'in, Erdoğan ya da AKP ile balayı yaşadığını düşünüyor. Ben öyle düşünmüyorum. Perinçek, erken emekli edilmiş pek çok kurmay subayın mensubu olduğu Vatan Partisi'nin sözcüsüdür. Görüntüyü Perinçek'ten ziyade TSK ile ilişkilendirmek daha doğru olur. Şu andaki Vatan Partisi TSK'nın legal çizgideki en güvendiği parti. Çünkü neredeyse bütün emekli askerler oraya gidiyorlar.
-Bu sürecin sonuçlarından olan Ergenekon'un tamamen serbest olmasını nasıl okudunuz?
Hükümet, tam da bunu gerçekleştirmek istememiş olabilir. 'Şunlar şunlar yatsın, şunlar şunlar çıksın' gibi bir yasal düzenleme de yapamıyordu. Yorganı yaktılar. Yani Danıştay katili de çıktı, Veli Küçük de çıktı, Malatya Zirve Davası katilleri de tahliye edildiler. O döneme ait cinayetten yargılanan, azmettirici olan bir dolu insan çıktılar. 'Kumpas' senaryosunu geçerli kılmak için onların tahliye olmaları bile göze alınmış oldu.
-Hüküm verilmiş ve Yargıtay'da onanmış bir yapı, neden 17 Aralık sonrasında tam tersi bir süreçle serbest kalır ki?
Yeni müttefik arayışının sonucudur bu. Cemaat'i hedef alan bir operasyonu kendi dinamikleriyle gerçekleştiremezdi. Bir müttefik, bir dayanak lazımdı. Bu iş sadece toplumdan aldığınız oylarla da olmuyor. Birtakım devlet kurumlarından destekler de lazımdı.
-Birkaç sene evvel, "Ergenekon, Fırat'ın ötesini de berisini de etkiledi" demiştiniz. Bu yapı şu anda özellikle bölge için tehdit olabilir mi?
1984'e gelindiğinde, her ne kadar bir parlamento seçilmiş ve Özal da Başbakan seçilmişse de, Kenan Evren ve diğer generaller mevzilerinde duruyorlardı. Sıkıyönetim devam ediyordu. Normal olarak böylesi bir darbenin ardından, bunun tasfiyesi için daha reformist, daha demokrat hükümetler gerekir. Türkiye'de bu olmadı. Özal sadece bazı ekonomik değişimlere girdi. Ama işin demokrasi yanına pek bulaşmadı. 1984'te PKK ilk silahlı eylemlerini başlattı. Ordu'nun sahnede kalması için çok önemli bir fırsattı bu. Soğuk savaş biterken, yeni bir düşman bulunmuştu. Yani sivilleşme beklenirken, yeniden bir tehdit algısı ortaya çıktı. Probleme yanlış yaklaşıldığı için, PKK da savaşı tırmandırmakta fazla zorluk çekmedi. JİTEM çıktı, faili meçhuller, göçler yaşanmaya başlandı. Bunların hepsi Ergenekon dediğimiz türden yapılanmalardı. Susurluk'ta da bu vardı. Hiçbirinde Ordu'nun otoritesi ve rolü tartışılmadı, bu çok önemliydi.
-Ergenekon davasında tanık olarak dinlendiniz?
Ben mahkemede bir görgü tanığı değildim, sadece gözlem ve tespitlerimi aktardım. 33 askerin öldürülmesi hadisesinde tetiği çeken PKK militanlarıydı, ama bu onların kendi başlarına yapabilecekleri bir iş olamazdı. O askerlerin Malatya'dan Bingöl'e sevkindeki, uygulamaya ve alınan ifadelere baktığınız zaman, inanılmaz bir derin devlet operasyonu olduğu ortaya çıkar. Biz o zaman bunun adına 'kontrgerilla' veya 'gladyo' derdik, daha sonra Ergenekon demeye başladık. Ergenekon ve Balyoz davalarının belli başlı sanıklarının hemen hepsinin 1984 sonrasında bölgede önemli görevlerde bulundukları ve birçok hukuk dışı olayda isimlerinin geçtiğini biliyoruz.
-Ergenekon serbest kaldıktan sonra 'Evet Ergenekon hâlâ faal' dediğiniz bir olay var mı?
Var. Çünkü Ergenekon dediğiniz şey tüzüğü, statüsü, seçeni, seçileni olan bir yapı değil. Eğer Ergenekon ve Balyoz davaları beraat biçiminde sonuçlandıysa veya hükümsüz kaldıysa, bunun Türkiye'de cezasızlığın yolunun yeniden açıldığı anlamına geldiğini görmek gerekir. Siz Ergenekon davasında yer alması gereken bazı subayları, cinayetten yargılayıp beraat ettirdikten sonra yeniden bölgeye hatta Diyarbakır'a komutan olarak gönderiyorsanız, bu cezasızlığın yeniden yürürlükte olduğu ve Ergenekon tipi bir yapının hâlâ sizi koruyacağı anlamına gelir. Yoksa Ergenekon yeniden kurulup reorganizasyona girmedi. JİTEM'ciler, cezasızlık nedeniyle ellerini kollarını sallaya sallaya dolaşıyor. Hangi JİTEM'ci yargılandı? Bu çok tehlikelidir. Ama bu İttihat-Terakki'den beri var. Türkiye kendini böyle güvende hissediyor. İnsanlık için tehlikeli olan bir yapı, bazı devlet yöneticileri ve elit çevreleri açısından, kendileri ve dolayısıyla Türkiye'nin bekası için gerekli görülüyor.