Ümit Kıvanç*
Geçen gün, 15 Şubat günü, çok uzun zamandır ilk defa, günün haberlerine bakıp sevindirici bir olayla karşılaştım: Ferhat’ı bırakmışlardı. Sevincimin bencil yanı da vardı: Herhangi bir vesileyle yüzüm güldüğünde, ağzıma lezzetli lokma attığımda, ufka bakıp derin soluk aldığımda karşımda beliren ve beni duyduğum en ufak mutluluk kırıntısından ötürü bin pişman eden fotoğraflar geçidinden -hapisteki dostlar ahbaplar sergisi- bir kare eksilecekti.
Ferhat, yani HDP Şırnak Milletvekili Ferhat Encü, mânâsız bir şekilde “terör örgütü üyeliği” ile suçlanarak tutuklanıp konduğu cezaevinden tahliye edilmişti. HDP İstanbul Milletvekili Hüda Kaya ve HDP’den ufak bir grup onu cezaevi kapısında çiçekle karşılaşmışlardı. Gülüşerek çektirdikleri fotoğrafa baktım. Ben de gülümsedim. Uzun zamandır ihmal ettiğim birtakım işleri yapacak istek ve tâkâti buldum.
Ferhat’ı hemen aramadım. Çıkar çıkmaz bir dolu insanla aynı lafları konuşmak durumunda kalmıştır diye. Ertesi gün aradım. İstanbul’daydı, ama gidecekti. Kısa süre sonra yeniden gelebileceğini söyledi. Mutlaka haber vermesini istedim, yemek yer sohbet ederiz azıcık; “tamam” dedi. Bir sonraki gün meğer Şırnak’a gidecekmiş. Yeniden gözaltına aldılar.
İdris Balüken’e yaptıkları gibi. Al, yıldırmaya, korkutmaya çalış, tecrite koy, başına ne zaman ne geleceğine dair belirsizlik yarat. Sonra bırak. Ferahladım demesine fırsat vermeden tekrar al. Bunu niye yapıyorlar? Kötülüğün patolojisi üzerine çalışan birileri açıklayabilir belki. Benim söyleyebileceklerim pek bilimsel türden olmayacak, kimseye faydası dokunmayacaktır. Dilimin ucuna gelenleri yüksek sesle dile getirme şansım zaten yok.
Ferhat bırakıldığında, tahliyeye sevinemediğini söylemişti. Yine de oralardan çıkmanın insan istesin istemesin yarattığı ferahlık hissini bilenlerimiz az değil. Bilmeyen de tahmin edebilsin artık bir zahmet. İki gün sonra o insanı tekrar alıp tutuklayıp hapse koymak epeyce büyük zulüm. Düşünülmüş taşınılmışsa, düşünen taşınanlardan, başta en yakınları, evlerindekiler, akrabaları, arkadaşları, herkes korkmalı. Bunu yapan her şeyi yapar.
Yok eğer devlet içerisinde alıştığımız bildiğimiz cinsten çekişmelerin sonucunda bu rezillikler meydana geliyorsa, az buçuk hukuk zeminine dayalı bir devletin bu topraklarda kurulup yaşama ihtimalinin bulunmadığını yavaş yavaş kabul etmek zorunda kalabiliriz.
Ferhat’ın sevinemeyiş nedeni kişisel değildi şüphesiz. Partisinin iki eş başkanının, milletvekillerinin, merkez ve il yöneticilerinin, belediye başkanlarının dayanaksız suçlamalarla demir parmaklıklar ardına konmuş olduklarına işaret ediyor, hukuk sisteminin iktidara bağlı oluşundan yakınıyor, “referandum sürecinde bizi çalışamaz hale getirmek istiyorlar” diyordu: “Bu saçmalığın bir an önce son bulup tüm arkadaşlarımızın özgürlüğüne kavuşmasını, ülkenin barış huzur içerisinde, gelecekte bütün etnik yapıların bir arada yaşamasını talep ediyoruz. Bunun için mücadele ediyoruz.” “Bu saçmalık”… Her şeye rağmen ortak zemin arayan birinin yerinde ifadesiydi.
Ferhat’ı Roboski Katliamı’nda hayatını kaybedenler üzerine yaptığım filmi çekerken tanıdım. “Ağlama Anne, Güzel Yerdeyim” filmi için çalışırken Gülyazı’da (Bijuh), Encü’lerin (Abdullah ve Halime Encü) evinde kaldık. Tabiî bizi ağırlamak için seferber oldular. Ancak ne yapsalar rahat edemezdik, çünkü içimiz rahat edemezdi, çünkü kaldığımız oda, Ferhat’ın katliamda ölen kardeşinin, Serhat Encü’nün odasıydı.
Eşyası vardı masanın üzerinde. Afilli pozlar verip çektirdiği fotoğraflarda ona bitirim delikanlı havası veren, aslında fiyakalı, şimdi kırık, boynu bükük güneş gözlüğü… filmdeki muhayyel bölümde karlar ve alevler arasına yerleştirdiğim siyah tesbihi… kaçağa giden köy delikanlısının aslında büyükşehir gençliğinin ne kadar da yakınında olduğunu gösteren kocaman kol saati… o yaşa özgü naif bıçkınlıkla dünyaya meydan okuduğu fotoğrafta düşük blucinini tutan kemeri… muhtemeldir ki bir “büyük adam” otoritesinin simgesi olarak parmağına geçirdiği yüzüğü… Ablası Hanım, film için yaptığımız görüşmede, “Bizim evin reisi babam, direğiyse oydu,” diye anlatmıştı Serhat’ı. Yaşından büyük sorumluluk yüklenmiş gencin özgüvenini fotoğraflarda hemen teşhis ediyordunuz. Litrelik meşrubat şişelerini buz gibi pınara daldırmış, önüne geçip pozunu takınmış. Veya güneş gözlüklerinin arkasından, esrarengiz havalarda. Delikanlıydı işte. Nasıl dursa, nasıl baksa çok gençti. 1996 doğumluydu. Ve sahiden, Hanım’ın dediği gibi, dikkat çekecek ölçüde yakışıklıydı. Ferhat, kardeşiyle katliamdan bir hafta önceki temasını anlatmıştı filmde kısaca. Ama onun filmdeki rolü bunun çok ötesindeydi. Gülyazı ve Roboski (Ortasu) köylerinde beş gün içinde belgesel âleminde rekor sayılabilecek çapta iş başardık. Bize canla başla yardımcı olan gençlerin, ama en çok Ferhat’ın sayesinde. O, düzenleyiciydi. Olağanüstü organizasyon yaptı. Onsuz imkânı yok beceremezdik. (“Ağlama Anne, Güzel Yerdeyim” filmi zaten birçok insanın görünür-görünmez emeğinin, azminin ürünüdür. Kapanış jeneriğinde yeralan isimleri burada sayamam, takdir edersiniz ki. Filmi izlemek isterseniz buraya tıklayabilirsiniz. En azından bunu izlemeden “Kürtler şöyle”, “Kürt sorunu böyle” ahkâmları kesilmese ne iyi olurdu.)
Bombaların paramparça ettiği çocukların anababalarıyla, ağabeyleri ablaları, kardeşleriyle geçirilen günün akşamında Serhat’ın odasına gelip yataklarımızı seriyorduk. O günlerin hissiyatını anlatabileceğimi sanmıyorum. Bazen ağlama krizine girmemek için kendimi zor tutuyordum bazen öfkeme hakim olabilmek için.
Ferhat küfretmiyordu, bela okumuyordu. Sükûnet ve titizlikle beraberce bir işi tamamlamaya çalıştık. Bombalarla parça parça olunacak on dokuz yaşına gelinene kadar bile onca beladan geçilen yerde, vakar, anlaşılan, dağ havası gibi, kar gibi, gelip sarıyordu her yeri.
Belgeselciliğin en iyi yanlarından biri: bol ahbap, dost kazanırsınız. Ferhat’la filmi yaparken, film ortaya çıktıktan sonra, daha sonra, çeşitli zamanlarda temasımız oldu. Bazen onunla ilgili haberler görüp endişeye kapıldım, aradım. Karşımda aynı sakin, saygılı genç adamı buldum.
Geçen gün de öyle oldu. Sonra kelepçelendiğini, zırhlı araca bindirilip cezaevine götürüldüğünü öğrendim. Ve artık huy edindiğim o derin utancı bir defa daha hissettim. Cansız Cemile dondurucuda tutulurken, üç aylık Miray bebekle dedesi vurulurken, Taybet Hanım’ın cenazesi sokak ortalarında yatarken duyduğum utanç.
Ferhat iyi, değerli bir genç adam. Onun Gülyazı köyünden çıkıp milletvekili kimliğiyle Meclis’e gelmesi, eğer biz akıllı, mantıklı, iyi yürekli, vicdanlı, adil bir toplum olsaydık, hepimiz için övünme vesilesi sayılırdı. Her şeye rağmen öyle bir gelecek umudu yaşatıyoruz ki, denebilirdi, kardeşini Hava Kuvvetleri jetlerinin parçaladığı adam, çoğulcu, demokratik bir rejim için mücadele eden yasal partiye girip Meclis’e geliyor. Ki bu toplum sadece o köyün gençleri henüz iki gece önce öldürülmüşken sokaklarda yılbaşı kutlamaları tertiplemedi. Katırları seri cinayetlerle katledildiğinde de ağaçta kalmış yavru kediye gösterdiği şefkatin binde birini dahi esirgedi.
Ferhat’ın çoğumuzdan daha sağduyulu olduğundan şüphe etmiyorum. Bize gerekense… sağduyu mudur… şüpheliyim. Sevdiğim, biraz da umut bağladığım bir genç adamın hapse atılmasını önleyemiyorum, bırakılıp iki gün sonra tekrar alınarak ruhuna işkence edilmesini önleyemiyorum, kelepçelenip götürülmesini önleyemiyorum. Şu yazdıklarım bunları önleyebilecek birilerine ulaşamaz, değişiklik yaratamaz.
Bir süre önce aklıma şu soru düştü: Acaba başkalarına dağıtabilecek herhangi bir zenginliğe sahip miyim? Çünkü öyleyse dağıtmalıyım. Bulabildiğim tek cevap var: şu yukarıda bahsettiğim utanç. Buna sahip olan başkalarını da tanıyorum. O kadar az kişi değiliz. Eminim tanımadığım pek çok insan daha vardır. Hepimizin ilk ve acil ve kaçınılmaz görevi bunu yaymak, dağıtmak. Ferhat iyi insandır. Ona bu muameleyi reva görenlerse kötü. İnsanın insanca yaşaması için hayatî maddeler: hava, su ve utanç. Bazen hayat pek basit olabiliyor.