Ümit Kıvanç*
Memleketimizin çeşitli yerlerinde grup grup harcanmış gençler vardır. Harcanmıştırlar, çünkü eğitimsizdirler, kötü işlerde çalışırlar veya işsizdirler, merak duyguları küçüklükten, -iyi para kazandıkları için kendilerini harcanmamış sayan ve artık bu gençlerle ayrı dünyalarda yaşayan pek çokları gibi, Türk Millî Eğitimi aracılığıyla- yok edilmiş, öğrenme zevki diye bir şeyin kıyısından geçmelerine meydan verilmemiştir, kendilerini geliştirebilmek için ihtiyaç duyacakları irade, bilgi ve imkânlardan yoksundurlar, kişisel bir hedefleri yoktur, vakit geçirmek onlar için pek erken yaşta vakit öldürmeye dönüşmüştür. Çoğu genellikle mahallede takılır, kimisinin taraftar gruplarıyla ilişkisi vardır.
Devlet bu gençlerin harcanmışlığını sorun saymaz. Aksine, devletin harcanmış gençlere ihtiyacı vardır. Eğitimsiz, işsiz, ancak kötü işlerde çalışabilen, kendine bir şahsî hayat yolu çizme imkânından yoksun gençler, özellikle genç erkekler, devletin derin ve kirli işlerini yapanların görünce gözlerinin parladığı “malzeme”dirler.
Bu genç gruplarının etrafında birtakım “ağabey”ler dolanır. Yöresine, yaygın âdâbına göre, kâh futbol üzerinden kâh delikanlılık marifetleriyle kâh hafiften mafyoso işlerle bu gençleri avuçlarına alırlar. Bu ağabeyler genellikle polisle, jandarmayla selamlaşan, karakollara girip çıkan tipler olur.
Ağabeyler aracılığıyla devlete bağlanmış genç grupları, herhangi bir gayriresmî seferberlik durumunda ortaya sürülen başlıca unsurdur. Dizginlenmeleri ortalığa salınmaları kadar, silahsızlandırılmaları silahlandırılmaları kadar, cezalandırılmaları pışpışlanmaları kadar kolaydır.
Polisle jandarmayla selam sabah ağabeyleri, ağabeylerin koruması bu grupları başka gençler için çekim merkezi yapar. Herhangi bir “seferberlik” durumunda etraflarına heyecan arayan, hiç değilse birkaç saatliğine kendini “hükmeden”, “boyun eğdiren” konumunda görmek, tahakkümün zevkini tatmak isteyen çok sayıda insanı toplayabilirler.
Burada galiba işin püf noktası, bu grupları kendi iradeleriyle davrandıkları yanılsamasıyla büyüleyebilmektedir. Bunda da bizzat o ağabeyleri de şekillendiren, çekip çeviren devlet ve ırkçı-milliyetçi siyasetçiler ustadır.
Öyle konular vardır ki, bunlar toplumsal kültürümüzden utanma duygusu ve ayıp kavramı kenara itile itile açılan yere sağlam şekilde yerleştirilmişlerdir. Bazen öldürmek serbest gibidir, bazen bazı ölenlerin arkasından, “Oh, iyi oldu!” diye bağırılması kimsenin imanına itikadına halel getirmez, vs. “Ermeni” veya “Kürt” kod kelimelerini kullanarak, yegâne toplumsal işlevi bu işler için hazırda beklemek olan grupları her an her işe sevk edebilirsiniz.
Kayseri’deki otobüs katliamından bu yana olanlar, zannederim, yukarıda kabaca çizdiğim tablo içerisinde izah edilebilir, yerine yerleştirilebilir. İçişleri bakanlığının, “her türlü tedbir alınmıştır”, “asla bizimle alâkası yok” yollu açıklamalarının ne mânâya geldiğini burada doğup büyümüş herkes bilir. İtfaiye aracının merdiveni HDP tabelası indirmede kullanılabiliyorsa, güya vatan-millet için galeyana gelmiş saldırgan gruplar koskoca vinçler eşliğinde oradan oraya gezebiliyorsa, bunların anlamı, bu işlerin erbâbı için açıktır; “atış serbest” demektir.
Esasında böyle işlerde neyin ne kadar olmasının arzu edildiği baştan bellidir. O defaki olaya özgü birkaç değişik unsur veya gaz baştan alınsın diye edilmiş ekstra-nefret yüklü demeçler yüzünden tereddüde düşebilirsiniz, lâkin ilk andaki tepkiler veya suskunluklardan, saldırıların hangi motiflerle ne ölçüde mazur gösterildiğinden veya sahiplenildiğinden, muhtemel bilançoyu anlarsınız. İktidardakilerin münasip gördüğü kadar saldırı ve telefat olduktan sonra birtakım yetkililer, bakanlar şunlar bunlar konuşmaya, “yapmayın etmeyin” demeye başlar.
Veya, artık hemen her durumda olduğu gibi, devlet içinde birileri işi daha ileri götürmeye çabalarken başka birileri “şimdilik bu kadar yeter” der, ikisi çekişirler, falan…
Yoksa, devlet meydan vermezse, kolundan bacağından devlete bağlı, vazifeli ağabeylerin yönettiği kalabalıklar hiçbir yerden hiçbir yere gidemez, kimseye saldıramaz. İtfaiye araçları, vinçler falan gidebilir mi, allahaşkınıza?
Saldırıya uğrayanlar, yaralananlar, mazallah ölen olursa onların yakınları, sokağa ancak can tehlikesini göze alarak çıkabilir duruma düşürülenler, bizzat saldırıya uğramasalar da ağır moral yıkıma uğrayanlar şüphesiz pogromcu-linççi devlet politikaları ve kültürün esas kurbanlarıdır. Ama bu işlerde kullanıla kullanıla insanlıktan çıkan, ne kaybettiğini asla bilemeyen, sevgisi şefkati, öfkesi nefretiyle “normal insan” olmayı artık asla başaramayan saldırganlar da bal gibi kurbandır. Ağabeylerin ve onların da iplerini tutanların hüneri, bu kurbanların kendilerini kahraman gibi hissetmesini sağlamadadır.
Pogromcu-linççi kültür, alışkanlıkların, altından kalkılamayacak kadar ağır suçların hesabının görülmemiş oluşunun, iç kanırtıcı, sürekli inkâr gayretlerinin ürünü olduğu kadar, düpedüz bir yönetme politikasıdır. Toplumu muktedirlerin suçlarına iştirak ettirme, yozlaştırma, bozma, insanlığından çıkarma, sonra insanlığa kolayca dönülemediği için kendine muhtaç etme işidir.
Bazen bazı fotoğraf karelerinde, gerçekte yekvücut kütleler olan saldırgan gruplardan fertler birden öne çıkıverir. Yumak olmuş kötü enerjiden az öteye kıvılcım sıçramış gibi olur. Bir yüz görürsünüz. Şakaklarında şişmiş damarlar, açılmış ağız. Veya yapılan işle asla bağdaşmayacak, kan dondurucu bir soğukkanlılık. Yaptığıyla gurur duymanın ifadesi. Bazen, gülen biri. Yaptığından coşkuya kapılmış, “yükselmiş”, sebepsiz gülen biri.
İşte o zaman, linççi güruhun kurbanlarına saldırısının görüntüsü, toplumun toplumluğunun, insanlığının nasıl heba edildiğinin resmine dönüşür. O fotoğrafı vermiş kimseden iyi bir erkek kardeş mi olacaktır? Bir ağabey mi? Baba mı? Arkadaş mı?
Türkiye’de faşist güruhlar için bulunmuş en muazzam slogan şudur: “Yaptık, yine yaparız!” Çünkü hakikaten, o işleri yapanların yolu dönülmez bir yoldur.
Yaptıranlarsa, bugün insan öldürtürler, yarın bayrak astırırlar, öbür gün adam yollar üç-beş füze attırırlar, tetikçiyi hapisanede sustururlar; eserleri ıssız yol kenarı hendeklerinden çıkar, cisimleşmiş marifetleri asit kuyularında eriyip yok olmaz.
Biliyorum, başlıbaşına derin ve geniş mevzu, ayrı yazı(lar)da ele almak lazım; ama burada da girmeliyiz: HDP Türkiye için bir büyük imkândı. Muktedirler -ki asla bugünün iktidarda görünenleriyle sınırlı olmayan bir koalisyondan sözetmeliyiz- barış, çoğulculuk ve sahici demokrasi “tehlikesini” sezdiler. Kürtlerle eşitlik içerisinde yaşama ihtimali karşısında cinnet benzeri hallere giren devlet ve onun toplum içindeki kolu işlevi gören kalabalıklar ayağa kalktı, vazife bekleyen ağabeyler, altı milyon oy alıp seçimden üçüncü parti olarak çıkacak HDP’nin insanlarına, binalarına karşı saldırılar için elleri altındaki grupları kolayca seferber edebildi. DAİŞ’in bombaları, üstüne geldi.
Suruç ve Ankara katliamlarından sonra iktidar, topluma açık ve net bir mesaj verdi: Bunların ölüsüne üzülmeyeceksiniz! Berkin Elvan’ın annesinin yuhalatılmasından itibaren böyle bir çizgiye bile isteye, ilan ede ede girilmişti, devamı daha acımasızca, pervasızca, vicdansızca geldi. Kürt şehirlerinde girişilen işler, bugünün tozu dumanı ve ırkçı-milliyetçi çılgınlık ortamı içerisinde belki yeterince idrak edilemiyor ama, çok korkunç işlerdi. Ayrımsız kıyım, yakıp yıkma, sokaklarda sürünen, köpekler parçalamasın diye başında, ateş edildiği için az ötesinde taşla nöbet beklenen cenazeler, buzlukta saklanan çocuk cenazesi, ana karnında vurulan bebek… Evlerin duvarları, dükkânların delik deşik kepenkleri yetmedi, üzerlerinde devletin üniformasıyla resmî görevliler, okul sınıflarına girip yeşil tahtalara, insanların yatak odalarına girip aynalara kışkırtıcı, aşağılayıcı yazılar yazdılar.
Sadece Kürtleri değil, toplumun bir kesimini düşman ilan etme, hedef göstermeyle başlayan iş, bu kesime keyfince zulmetmeye, zulmedildikçe dahasını istemeye dönüştü. Marksist, ateist insanları “FETÖ’cü” diye hapse tıkabilmek nasıl bir ruh bozukluğunun ürünüdür?