Ümit Kıvanç: Dünya İsrail'in 'Filistin' denebilecek toprakları ve üzerlerinde yaşayanları yok etmesini bekliyor

Ümit Kıvanç: Dünya İsrail'in 'Filistin' denebilecek toprakları ve üzerlerinde yaşayanları yok etmesini bekliyor

Ümit Kıvanç*

Filistin meselesinden ve Filistinlilerden sözetmek kolay değil. Çünkü Filistinlilerin gündelik yaşamını konu edinmiş birçok belgesel izlediyseniz, iş siyasî mesele olmaktan çıkıyor. BSB (Belgesel Sinemacılar Birliği) olarak, düzenlediğimiz türlü festival ve gösterimlerde, film seçerken, izlerken, üzerine konuşurken, en çok zorlandıklarımız arasındadır, Filistin filmleri. İzlersin, biter, birkaç dakika kimseden ses çıkmaz. Hele bir Arna’nın Çocukları vardır ki… insanı doğduğuna pişman eder. Filistin filmleri, herhangi bir zorluk-acı sömürüsü içermeseler de, aslında bir yandan neşeli durumlardan sözetseler de, müzik veya ticareti konu alsalar da, içinize oturur. Şu basit soru: Şu anda pek yakın bir yerde insanlar böyle yaşamak zorunda öyle mi? Azıcık insansanız, devamı gelir: Peki bunu bilerek biz şu yaşantımıza nasıl devam edeceğiz? Gerçi Türkiye’de bunu cevaplamak pek zor değil: Alışığız. Biz yanıbaşımızda şehirler, cesetler, hayatlar insanların başına yıkılırken bile devam edebiliyoruz. Yine de insanın içine oturur Filistin filmleri. Filistin konusu başka bir açıdan da, azıcık dürüstlük doğruluk, vicdan meselesi olan herkes için pek ağırdır. Bu konu, dünyanın rezilliğinin en çirkin haliyle göz önüne fırladığı yırtıklardandır. Önce Ankara’nın İsrail politikasından sözedelim, bilahare Arap ülkeleri ve “İslâm âlemi”ne eğilelim. 

Ankara’nın İsrail politikası: Bir iç mesele?

Türkiye’nin İsrail ile ilişkileri hiçbir zaman Filistinlilerin kaderi açısından değerlendirilmedi, kurulmadı, düzenlenmedi. Geleneksel politikada İsrail ile ilişkiler tasarlanır ve yürütülürken gözetilen esas olarak ABD ile ilişkilerdi. Soğuk Savaş ortamında ‘TC’nin dünyadaki yeri’ diyebileceğimiz bir tasarıma göre bu ilişkiler yürütüldü. Aynı dönemde bu politikaya yüksek dozda güvensizlik ve nefret içeren “Arap alerjisi”nin de katkıda bulunduğunu söyleyebiliriz. AKP+Erdoğan devrinde İsrail ile ilişkilere farklı bir yaklaşım damgasını vurmaya başladı. “Ahmet Hoca” rehberliğinde Türk-İslâmı’nı canlandırarak Ortadoğu’ya “efendi” olma hayalleri, önceliği NATO devleti olmanın icapları ve ABD politikası ile paralellik mecburiyetinden kaptı. Şahsen, yeterince güç ve etkinlik sağlanana kadar İsrail ile iyi geçinmeye, daha sonra, eğer gözler keserse, patırtı koparmaya niyetlenildiğini düşünüyorum. Patırtının ne derece sahici olacağı, nerelere varacağı hakkında fikrimiz olamadı, “Stratejik Derinlik”in ömrü yetmedi. Fakat o arada, müstakbel patırtıdan umulanla paralel, daha önemli bir başka öncelik kayması yaşandı: İçerideki etki. Hele Davutoğlu’nun ve ilham ettiği maceracı politikanın tasfiyesinden sonra içerideki yansıma, Ankara’nın İsrail politikasının esas sûretinden daha önemli hale geldi. (Mavi Marmara “dava”sındaki “satış”ın yarattığı karışıklık, hamasetin soğukkanlı değerlendirmeyi derhal boğabildiği iktidar destekçiliği âleminde, İsrail’in zulmü artırarak sürdürmesinin de katkısıyla, kenara itilebildi.) İçyüzünü ve kapalı kapı arkası münakaşaları, izah çabalarını bilmiyoruz haliyle, ancak tahminlerim öyle ki, Erdoğan+AKP iktidarının militan-kararlı destek kuvvetlerini oluşturan ve meselâ İHH’da simgeleştirebileceğimiz kesimlerin İsrail’le mülayim ilişkilere ikna edilmesi gerekmiş olmalı. Ortadoğu’da, özellikle Suriye’nin “içine” uzanan müdahale ve operasyonlar için hayatî işlev taşıyan bu “kuvvet”ler, elbette, çok daha geniş bir destekçi-seçmen kitlesinin tabanını oluşturduğu piramidin tepesi. Bu yüzden, İsrail’e neden mümkün olan en sert tavırların alınmadığına dair ikna edici izahatın zihinlere yerleştirilebildiğini varsayıyoruz. Özellikle şu son on altı yıl gösterdi ki, muktedir Türk-İslâmcımız, yeryüzündeki bütün öbür siyasî akım mensuplarından daha oportünist, daha numaracı; destekçi kitlesi de her türlü yalana inanmaya, inanmış görünmeye, inanmasa da savunmaya dünden hazır; yeter ki işine yarayacak olsun. Bu yüzden, zaman zaman İsrail’le yakınlaşma, düzgün ilişki kurma girişimleri boy gösterdiğinde, iktidar çevresini zorlayan sorunlar doğmadı. “Şahsen ben bu görevde olduğum sürece hiçbir zaman İsrail’le olumlu bir şeyi düşünemem. Biz bu görevde olduğumuz sürece asla bu işe olumlu bakmayız,” diyen “van minüt” kahramanı Erdoğan, kısa süre sonra “Ortadoğu’nun Türkiye-İsrail yakınlaşmasına ihtiyacı olduğunu” ilan edebildi. Zaten, ilişkiler görünürde bir bozulup bir düzelirken, kritik konularda derin ve kalıcı uyumsuzluk olmadı. (Meselâ 2006’da İsrail dışişleri bakanı iki devletin ilişkilerini “mükemmel” diye tanımladığında, Türkiye Hamas’ı “terör örgütü” listesinden çıkaralı pek az zaman geçmişti. İsrail, Ankara’nın Tahran’la yakın ilişkisini öne sürerek istihbarat paylaşımını durdurduğunu ilan ettikten kısa süre sonra, Ankara İsrail’in OECD üyeliğine koyduğu vetoyu kaldırmıştı. Ticaret hacmi 2002’de 1,4 milyar dolar, 2014’te 5,8 milyar, 2016’da biraz düşmüş: 4,3 milyar. Mavi Marmara olayı: 2010.) Yalnız İsrail ile yakınlaşmanın Türk-İslâmcı iktidara içeride herhangi bir getirisinin olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Buna karşılık, aksi yapıldığında, sınırlı da olsa destek artışı, en azından destek çemberinin genişlemesi, iktidarın destekçisi olmayan kesimlerin de kısmî sempatisini elde etme sağlanabiliyor. Kabaca: İsrail’e posta atınca desteğiniz artıyor. Bu yüzden, işbirliği genellikle alttan alta sürdürüldü, anlaşmazlıklar hakkında bağırılıp çağırıldı; bu iki tarafın da işine geldi. O halde diyebiliriz ki, Ankara’nın İsrail politikasına yön veren saikler, bir dönem için, (1) Sovyet nüfuzuna karşı ABD politikasıyla paralellik (ticaret ve askerî teknoloji boyutlarını sadece zikredip geçiyorum) ve (2) “Arap alerjisi”, daha sonra (3) hem Ortadoğu’da “buralar bizden sorulur” havası yaratmaya (4) hem de Arap halkları üzerinde etkinlik sağlamaya yönelik hesaplar, nihayet (5) içeride kitle desteğini yaymak, derinleştirmek olmuştur. Bunlar arasında, Filistinli halkını içine sokulduğu akıl almaz yoksunluklar ve onursuzluk cenderesinden kurtarma arzusu filan yoktur.

Filistin halkının gasp edilmiş topraklarının en azından mâkûl ölçüde geri alınması, İsrail’in Yahudi ahalisinin kırılmasına da meydan vermeden, âdilâne denebilecek bir kalıcı çözümün sağlanması, Ankara dahil, dünyadaki herhangi bir devleti elli-altmış yıldır yönetmiş siyasetçilerin, devlet adamlarının, komutanların derdi değildir. Yarın uyansak ve baksak ki bütün Filistinliler, son ferde kadar yok olmuşlar; bundan iç ferahlığı duymayacak siyasetçi, yönetici, devlet adamı yoktur. Filistinlilere dair ağzını açan, istisnasız bütün güç ve yetki sahipleri yalancıdır, numaracıdır, oportünisttir. Dünya İsrail’in “Filistin” denebilecek, herhangi bir şekilde sınırlanmış toprakları ve üzerlerinde yaşayanları yok etmesini bekliyor. Türk-İslâmcısına bakılırsa, nihayet özlenen liderin arkasında toplanıp sefere çıkacak “İslâm âlemi”, sarkaç ettiği kocaman avizeden düşmanın üzerine uçan Kara Murat misâli, Filistinlilerin acılarına son verecek. O halde “İslâm âlemi”ne çevirelim yüzümüzü. Uzun boylu bakmamız gerekmeyecek; ufak bir-iki hatırlatma yetecek.  

Karşılığı olmayan kavramlar

  Filistinlilerden sözedildiğinde şüphesiz ilk akla gelen, gelmiyorsa da gelmesi gereken iki kavram var: Biri “Arap ülkeleri”, öbürü “İslâm âlemi”. Filistin sorunu, dünyanın “modern”, “medenî”, seküler kesiminde hüküm sürenlerin ikiyüzlülüğü kadar, bu iki kavramın da boşluğunu, kofluğunu ortaya koyan en tesirli ve güvenilir turnusol kağıdıdır. “Arap ülkeleri” denerek, bütün halinde davranacakları varsayılmış devletler ya lüks ve uçkur ihtirası ile devrilme korkusu dışında insanî duygu taşıdıkları pek şüpheli, şımarık, küstah, doymak bilmez, vicdansız gaspçılar ya da hilebazlıkta onlardan aşağı kalmayan ceberrut zorbalar tarafından yönetilen, bir kısmının devletlikleri şüpheli kötülük örgütleridir. Bunların topluca davrandığı durumlar sadece sözlü kınamalar falandır. Bazen de, ülkelerinde isyan falan çıktığında -tabiî eğer arkasında içlerinden biri yoksa-, başka yerler için de yol olmasın diye bazıları birbirine yardım eder. “Arap ülkeleri” diye bir bütün, bir gövde yoktur. İkilem yaratacak şekilde, bunların tek gövde oluşturabildiği yegâne mevzu Filistinlilerdir! Hep birlikte arkalarını dönebiliyor, bunu becerebiliyorlar. Zira ülkelerinde Filistinlilerin toplaşmasından, ekonomik, teknik, kültürel alanlarda etkinlik elde etmesinden, giderek ülke yönetiminde söz sahibi olmasından delice korkuyorlar. Filistinlileri topluca katleden de çıktı aralarından, onlara en fazla korkunç koşullarda hayatlarını zorla sürdürebilecekleri, tecritli “kamp”ları revâ görenler de. Filistinliler, İsrail’in zulmü kadar, öbür Arapların ihaneti ve düşmanlığı yüzünden bu haldedir ve bu durum, belirli yönetici kastlarına, belirli dönemlere özgü, zararı telafi edilebilir bir ihanet değildir. Öbür kavrama, “İslâm âlemi”ne gelelim. Varlığını ve başkaları üzerinde iktidar kurma gücünü bu kavramın büyüsüne ve hipnotize edici tesirine bağlamış bilumum İslâmcılar küfür sayıp hiddetle bağırabilir çağırabilirler, lâkin bu kavramla ilgili olarak söylenebilecek olan da “Arap ülkeleri”ne dair söylenebilenden pek farklı değil. Basitçe: “İslâm âlemi” diye bir bütünlük yok. Beraber harekete geçmesi mümkün ve muhtemel olan bir “İslâm âlemi” yok. Nüfus çoğunluğu Müslüman olan farklı ülkelerde bazen -vaktiyle Galatasaray’ın UEFA Kupası’nı kazanmasındaki gibi- duygu ve ifade ortaklıkları meydana gelebiliyor. Ancak yönlendirilmek ve yönetilmek zorunda olunan halkların duygularından, ülkelerden değil de devletlerden sözetmeye geçtiğimizde iş değişiyor, ayaklarımız daha bir yere basıyor. Çıkarları bütünüyle farklı, politikasını bütünüyle başka ölçütlere göre ayarlayan, zaten çoğu içeride de baskı, yozlaşma ve yolsuzluk yüzünden tekinsiz yaşayan “İslâm âlemi” muktedirlerinin kalkışabileceği son şey, Filistinliler için riske girmek. Myanmar’daki Müslüman Rohingyalılara yapılanları izledik. Evet, hep beraber izledik. Kimi yardım girişimleri şu bu oldu, hepsi bu. “İslâm âlemi” devletlerinin Myanmar’la ilişkilerine, ticaretine filan bakmalı. Bu devletin uluslararası alanda cezalandırılması, tecrit edilmesi, yaptığı rezilliği telafi etmesi için kim ne kadar nasıl uğraşıyor? Bunu güncel son örnek diye verdim. Şimdi burada hiç giremeyeceğimiz çünkü girsek çıkamayacağımız Yemen mevzuunu da verebilirdim: Suudiler burada İsrail’in katliamda öldürdüğünden çok daha fazla insan öldürüyor, milyonlarca insanı açlığa, milyonlarca çocuğu koleraya mahkûm ettiler, insanlığın kültür mirası niteliğindeki bir ülkeyi yerle bir etmekteler. Çıt çıkmıyor şu meşhur “âlem”den. Niye? Efendim çünkü Husiler!.. Ee? E, İran!.. Yani? O halde zaten “İslâm âlemi”nden değil, Şiilerin yeralmadığı bir “âlem”den sözetmeliyiz. Zaten “İslâm âlemi” unsurlarının ne herhangi bir şekilde grup oluşturarak ne de tek tek uluslararası siyasette etkili olabilmelerinin sebebi, iç tutarsızlıkları, oportünistlikleri, başkalarında itiraz etmeleri gereken ne suç-günah varsa hepsini çoğunun misliyle işliyor olmaları. Kendi ülkende azınlık katlediyorsan, başka yerde senin sahip çıktığın azınlıklarla ilgili girişimlerinin herhangi bir saygınlığı olmaz. Sadece basit çıkar politikası yapıyor, zulme uğrayan birilerini kullanıyor olursun. Türk-İslâmcısının Filistin’deki zulümlere, katliamlara her yenisi eklendiğinde “İslâm âlemi” nutukları atması, tamamen, içeride bir nevi toparlanma ve yeniden seferberlik havası yaratmaya yönelik. Bunun dışında, “İslâm âlemi”nin devletlerinin birleşip de Filistinliler için kıçını kıpırdatacağı yok. Türk-İslâmcısı da bunu pekâlâ biliyor; lâkin önümüzde seçim var, din istismarından elde edilen kazançta da biraz zayıflama oldu, mâlûm… Öyle görülüyor ki, Erdoğan+AKP iktidarı şimdilik saflarında düşen heyecanı bir nebze artıracak motif buldu. Filistinliler üzerinden İsrail ile dalaşarak bir miktar destek artışı sağlanabilir. Zaten Filistinliler başka neye yarar ki? Orada ölüyorlar, herkes üzerlerinden rant devşiriyor. Lafta kucak açmanın sakıncası da yok. Koyuyorsun vizeyi, gelemiyorlar. Zaten ülkelerinden çıkmaları mesele. İsrail’in ezcümle engellerini aşacaklar da, gelebilecekler de… Katliamdan kaçıp gelseler, ayrıca, kimbilir ne kötü muameleye uğrarlar. Kimi çocuklarını kurşun geçirmez diye yine Filistinlilere satılacak kurşun geçirir dandik yelek atelyesinde boğaz tokluğuna çalıştırır, kimi de “ay bunlar doluştu buraya, biz ikinci sınıf olduk!” çığlıkları atar. Filistinliler, bugünün devlet halinde örgütlenmiş insan topluluklarının temel karakter özelliğinin riyakârlık olduğuna en güçlü karine. Belki bu yüzden herkes elbirliği etmiş, kimi sessizce kimi bağıra çağıra yok edilişlerini izliyor. 

*Bu yazı ilk olarak P24 Bağımsız Gazetecilik Platformu tarafından yayımlanmıştır.