Ümit Kıvanç*
Lafı Trump ve Kudüs’le açacağım, ama bahsedeceğim konu bu değil. “İnsan toplumlarının yeryüzündeki var oluşu”, “insanlığın geleceği” kadar genel ve kapsayıcı başlıklar altında konuşmamız gereken gelişmelerin tanığı ve kurbanı olmaktayız. Gündelik felaketlerimizden ötürü üzerine düşünme, tartışma ve anlama şansı bulamıyoruz, oysa dünyada köklü dönüşümler meydana geliyor. Basitinden, daha siyasî, daha elle tutulur olanından başlayalım. Döneme özgü olmasını, kalıcılaşmamasını, kısa süre sonra “kâbustu, geçti” diyebilmeyi umarak. ABD Başkanı Donald Trump’ın “İsrail’in başkenti Kudüs’tür” vurgulaması eşliğinde büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma kararını ilan edişi, her yönden kurcalanan, yorumlanan, haklı olarak kızılan, kınanan, sonuçları değerlendirilmeye çalışılan bir skandal oldu. (“Vurgulama” diyorum, çünkü bu varolan bir durumun hatırlatılmasıydı sadece. ABD zaten Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyordu. Dahası, bugüne kadar İsrail’le diplomatik ilişki kuran, iş gören bütün devletler de bunu biliyordu. “Tanıyorlardı” da diyebiliriz.) Daha çok ABD kaynaklı bazı değerlendirmelerde, bu kararın İsrail-Filistin denkleminde Washington’ın bulunduğu konumu değiştirdiğine işaret edildi: ABD bu meselede artık tarafsız bir arabulucu sıfatını yitirmiştir, dendi. Şimdiye dek ne kadar tarafsız arabulucuydu, bu elbette başlı başına tartışma konusu. Hattâ, tartışmaya bile gerek olmadığını, Washington’ın gelmiş geçmiş başkanlarının hep İsrail’in çıkarlarını korumaya yönelik politikalar izlediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Yine de, Filistin toprakları işgal edilerek oluşturulmuş İsrail devletinin hem sınırları hem temsil ve idare yapısı bakımından Filistinlileri az çok tatmin edecek bir dönüşüm geçirmesi sağlanacaksa, bunun ABD’nin katılımı olmaksızın gerçekleştirilmesi mümkün görünmüyordu; dolayısıyla bu sorunu çözme gayretiyle kurulacak her masada Washington’ı temsil eden birilerinin kaçınılmaz olarak bulunacağı varsayılırdı. Belki yine varsayılacak, ama işin rengi değişti. İşin renginin önemi var mı? Var. Trump’ın çıkışıyla, ABD’nin sözünün ağırlığı azaldı. Zaten Trump ve -kendi görüşü olmadığı için- ağır tesiri altında düşündüğü ve eylediği ırkçı-faşist çevrelerin sözle bir dertleri yok; onlar ağırlığın kaynağını silahlarda, kaba kuvvette arıyorlar. Fakat bu basit bir politika veya tavır farkı değil.
Trump’ın çıkışıyla ABD’nin dünyanın en köklü ve müzmin anlaşmazlıklarından birine dair konumunun değişmesi, günümüzün giderek evrenselleşen bir eğilimine uygun: Kutuplaşma. ABD Başkanı -ve ona bu aklı verenler-, nizamı intizamı, kuralları, uzlaşmayı temsil eden bir evrensel bekçi konumunu terk ediyor, çatışmanın taraflarından biri olmaya hamle ediyorlar. Dikkat ederseniz, Trump’ın Kuzey Kore konusundaki çıkışları da böyle: Düzen bozucu bir aykırı unsuru dünya nizamı adına yola getirmeye çalışan sorumlu üst yönetici edâsında hiç değil. Mahallenin ağabeyi edâsında bile değil. Oysa büyük emperyalist devletler her dönemde, bir tür “dünya düzeni”nin koruyucusu sıfatı -ve haliyle yetkisi- taşıdıklarını iddia etmeye özen gösterirlerdi. ABD Başkanı’nın Kim Jong Un’la dalaşı, sokak çocukları arasına dalmayı alışkanlık haline getirmiş serseri bir zengin çocuğunun halini andırıyor. Bir yandan “benim babam seninkini döver, dövemese de işten atar” küstahlığı var ortada, öbür yandan kendini karşısındakiyle bir nevi eş kılma. Dövüşeceksen, o aşağıda sokakta, sen yukarıda ellinci kattayken olmaz. “Mahallenin huzurunu bozuyorsun” diye değil de, “sana gıcığım” diye dövüşürsen de olmaz. Burada, George W. Bush’un bile bir nebze olsun koruyabildiği, dünya nizamının üst sorumlusu edâsından eser yok. Nizamı koruma pozlarıyla her şeye ve herkese -kendini herkesçe tanınmış otorite yerine koyarak- yukarıdan müdahale etme konumu, zira, Türkiye’nin de tarihte ilk defa öncülerinden olduğu evrensel eğilime uygun düşmüyor. Gün, zorla bile olsa kapsama değil saflaşma, kutuplaşma, kavga günü. Günün muktedirleri, ancak düşmana karşı var olabilen, destekçilerini anca düşmana karşı seferber edebilen cinsten. Doğru dürüst ideolojileri yok, bunun yerine düşmanları var. İdeoloji faslını şimdilik konu dışı bırakalım.
Burada işlerin tersine dönüşünden söz etmeliyiz: Eskiden güçlüler, egemenler, düzenin sükûnetle sürmesinden, “işlerin yürümesinden” çıkarı olanlar kuralları, “istikrar”ı, “huzur ve güven”i korur, ezilenler, daha fazla özgürlük ve eşitlik isteyenler, dünyayı çoğulculaştırmaya çalışanlar, düzeni bozmakla, “anarşi” çıkarmakla suçlanırlardı. Oysa şimdi demokrasi ve insan hakları gibi dertleri olanlar, herkesin, en başta da devletlerin uyacağı kuralların olmasını talep ediyor, güçlüler, egemenler ise her şeyden önce böyle bir varsayımı ortadan kaldırmaya çalışıyorlar: Kural olmamalı, her şeyi güç tayin etmeli! Bu, muktedirler açısından nalıncı keseri işlevi gören, kötü, baskıcı yasalar çıkarmaya çalışmaktan çok farklı bir politika. Herhangi bir şekilde yasa olmasın, herkes için geçerli kurallar olmasın, demek. Böylelikle gücü elinde bulunduranın önündeki kısıtlamalar kalkacak. Türkiye’de halen yürürlükteki OHAL ve KHK düzeni, bir bakıma, yakın geleceğin özlenen rejimidir. Yalnız Türkiye’de değil. Korkarım yalnız Macaristan ve Polonya’da da değil. Bu sürecin varacağı yer, genel seçim mekanizmasının iptali olabilir. Şu paragrafta adı geçen, aynı yolun yolcusu üç ülkede de öncelikle basın özgürlüğü ve gazeteciliğin, sivil toplum faaliyetlerinin, merkezî iradeden ayrı olarak toplumun farklılaşan iradelerini barındıran kamusal alanın yok edilmeye çalışılması tesadüf değil. ABD gibi, ortak yerleşik kurallar ve çerçeve aşınmaya başladığında bizzat varlığı tehlikeye düşebilecek bir karmaşık ülkede, şımarık bir emlakçı ve şimdilik sokaklara hükmedebilecek yaygınlıkta olmayan ırkçı-faşist hareket böyle bir dönüşümü başarabilir mi? Ekonominin iplerini elinde tutan azınlık bu plana iştirak etmedikçe zor. Ama eğilimi şu anda seçebiliyoruz: Ortak kurallar olmamalı, her şeye güç hükmetmeli, bu yolda ilk aşama olarak, asla iç içe geçmeyen, temas bile etmeyen karşı kutuplar oluşmalı. Türkiye’deki kutuplaşmanın da ilk sonucu, yasallık, kurumlar, güçler ayrılığı ve muktedirlere yönelik fren-denetim mekanizmalarının ortadan kalkışı değil mi? Özellikle “globalleşme” terimiyle ifade edilen bir ortak dünya idealine karşı, dünyayı pekâlâ bu şekliyle, dilimler halinde koruyarak kendilerine sınırsız iktidar alanları yaratabileceklerini ve bu alanlarda kural tanımaksızın hüküm sürebileceklerini varsayan yeni tip muktedirlerin saldırısına tanık ve kurban oluyoruz. Bu gidişatın önemle üzerinde durulması gereken başka boyutları da var. Her kötülüğün anası ve bizzat kendi kabahatlerimizin de sorumlusu kıldığımız “emperyalizm” yaratığı, her şeyin oradan idare edildiğine inandığımız kumanda odasına kurulmuş, kendisinden başka hiçbir şeyi görmemize meydan vermiyor; bu yüzden, şu işaret ettiğim gelişmenin yeryüzündeki insan toplumlarının hayatında niteliksel bir değişmeye yolaçabileceği ihtimalini ortaya atmak, tartışmak, özellikle bizim burada kolay değil. Yine de, başımıza gelenleri ve gelecekleri isabetle teşhis etmek zorunda olduğumuzu, yoksa önleyemeyeceğimizi hatırlatmaktan imtina etmeyeyim.
* Bu yazı Bağımsız Gazetecilik Platformu P24'ten alınmıştır.