Ümit Kıvanç*
Öyle günlere geldik, tıkandık ki, kimse yarın ne olacağını bilemiyor. Bir toplum için feci durum. Yönetenlerin yarına ne gibi ilave baskı ve zulüm programları hazırladığını bilemiyoruz, bir. Gerile gerile dokunsan patlayacak hale gelmiş toplum kesimleri birbirlerine çarpıp infilak etmeden birarada durmayı sürdürebilecekler mi, bilmiyoruz. Kişisel olarak, her şeye rağmen yapacağımı yapayım, işime gücüme devam edeyim, demek çok zor; hele netameli işler yapıyorsanız, hangi uyduruk ithamla yaşantınızın birden elinizden alınıvereceğini bilemiyorsunuz. Kürtlerin ve Kürt haklarını savunmaya çalışan herkesin ilk sırada yeraldığı sakıncalılar listesine kimin ne zaman, hangi sebeple dahil edileceği belirsiz. “FETÖ” ithamı da alâkalı alâkasız, insanların hayatını karartmaya bahane kılınıyor.
Burada yapmaya çalıştığım türden yazı yazma işi hem zorlaştı hem de, sık sık öyle geliyor ki, anlamsızlaştı.
Anlamsızlaşmadığına, iyi birilerinin işine yarayacak bilgi ve yorumları ürettiğinizde bundan ufak tefek de olsa hayır çıkacağına kendimi inandırmaya çalışıyorum, değerli okurlar.
Bugünlerin yaygın ruh hali, mağrurlar açısından değilse de mağdurlar açısından 12 Eylül’dekini andırıyor. Belirsizlik, tedirginlik, kendi başına iş gelmediyse bile vicdan azabından kahrolma. Size bu ruh halini tasvir ettiğim satırlar yazdım, sonra sildim. Olumlu söze ihtiyaç var. Üstümüze çöken felaketi savmak, en azından ağırlaştırmamak için neler yapılabileceğini söylemeye ihtiyaç var.
Uzunca bir zaman, belirsizlik, güvensizlik içerisinde yaşayacağız, belli. Bu kötü durumun esas kaynağı şüphesiz, bu ülkede iktidarı eline geçirmiş olanların kötü niyetleri. Nesnel kaynaklar da var. Suriye’deki vaziyet bunların başında geliyor. Birçok bakımdan.
Geçelim konumuza: Rusya-ABD anlaşmasının ne sonuç vereceği belirsiz, üstelik bu ikisi biraradayken bile olayları istedikleri yönde şekillendirecek bir otorite oluşturamazlarsa, ortadaki karmakarışık meseleyi başka kim, nasıl çözebilir? İD’in yok edilip edilemeyeceği, bir sorun. Suriye’de nasıl bir rejim ve siyasî yapı kurulabilir, sorun. Kürtler’in konumu, yine sorun. ABD de Rusya da, Suriye devlet bütünlüğü içerisinde Kürt özerk bölgesi türünden bir sonucu belli ki mâkûl buluyor, hattâ istiyorlar. Esad’ı iktidarını paylaşma anlamına gelecek böyle birtakım sonuçlara razı edebileceklerini gözlerine kestiriyorlar. Anlaşıldığı kadarıyla, o da, bugün sanıldığı kadar kolayca olmasa da, hele ülke bütünlüğü gözeten bir çözüm olursa, iktidarının en azından alan bakımından sınırlanmasına ses çıkarmayacak. Veya çıkaramayacak; belirsiz.
Fakat her şeyi uçlarından tutup biraraya getirip aynı yönde sürüklemek kolay olmayacak; engeller var.
Irak faslı: Musul kurtarılabilecek mi, kurtarılırsa kime kalacak? Kerkük ne olacak? Kürdistan Bölgesel Yönetimi Bağdat’tan kopacak, bağımsız olacak mı, koparsa neleri beraberinde götürebilecek? Bunlara girmiyorum. Suriye’ye bakacağız.
Sona yakın bir yerden başlayalım. Diyelim Esad daha geniş siyasî katılıma imkân veren bir rejimi kabul etti; kimlerdir o siyasete katılacak olanlar? Seküler ve silahsız muhalefet, nüfusun büyük bölümünü temsilen iktidar paylaşacak kudrette değil. Esas güç cihatçılarda, orada da, yerel cihatçılığın ötesinde, basbayağı El-Kaide meselesi var.
El-Kaide’nin Suriye kolu, El-Nusra Cephesi’ydi (sanırım Nusret Cephesi dememiz lazımdı, fakat böyle yerleşti), kısa süre önce güya El-Kaide merkeziyle bağını kopartarak Şam’ın Fethi Cephesi’ne (ŞFC) dönüştü. Bu “bağımsızlaşma” manevrasından maksat, resmen terörist örgüt sayılmaktan kurtulmak, “yerli-millî” gözükmekti. Şimdilik kimse bunu yemedi.
Fakat Suriye’deki El-Kaide sorunu bununla bitmiyor. Hattâ başlıyor. Şimdi Rusya-ABD anlaşması dolayısıyla sık sık duyduğumuz, “muhalifler kendilerini Nusra’dan ayırsın” temennileri mânâlı mıdır, öğrendiklerimi aktarayım, önce ona bakalım.
Ankara’nın pek sıkı fıkı olduğu Ahrar el-Şam’ı (Ehrar el-Şam, Ahrar-uş Şam… Arapça bilmediğim için güvendiklerim arasından çoğunluğa uyuyorum) en başta konu etmemiz gerekiyor. Niye? Çünkü mesele El-Kaide bağlantısıysa Ahrar el-Şam ŞFC’den ne kadar farklı, belli değil. Ahrar’ın dış ilişkiler sorumlusuna bazen Batı yayın organlarında yazılar falan yazdırılıyor. (Bu işlerde Ankara’nın da yardımı oluyor mudur, bilmiyorum.) O da, “biz bütün öbür dinlere saygılı olacağız” yollu laflar ediyor, ama kendi sahasında oynadığında Ahrar’cıların -özellikle Şiiler hakkında- dedikleri yenir yutulur değil. Zaten “şeriat devleti” istiyorlar.
Gerçi El-Kaide bağlantılı bu örgütün dışişleri sorumlusu Lebib el-Nahhas’ın Washington’a gidip Amerikalı yetkililerle görüştüğü dahi söylendi. Amerikalıların “Ahrar’ı Nusra’dan koparabiliriz” hayali biliniyor. Fakat son günlerde bu örgütün El-Kaide bağlantısına yapılan vurgu da giderek artıyor.
Ahrar’ın El-Kaide kökeni neden hak ettiği ölçüde mevzu yapılmadı, anlaşılması zor. Örgütü El-Kaide’nin bizzat kurdurttuğu bile iddia edilirken… 2014 Şubat’ında İD’in intihar saldırısıyla öldürdüğü Ahrar liderlerinden Ebu Halid el-Suri (Muhammed Behiye), El-Kaide’de uzun süre çalışmış bir cihatçıydı. Usame bin-Ladin ve “uluslararası cihadın teorisyeni” diye bilinen Ebu Musab el-Suri ile yakın ilişkisi olmuş bir adam. Ve Ahrar’ın kurucularından biri!
Deniyor ki: El-Kaide, Suriye’de bir “emirlik” kurma projesine kendisini “resmen” temsil eden bir örgütle ulaşmanın neredeyse imkânsız olduğunu biliyor. Hattâ bu yüzden, Nusra ile IŞİD ayrılığı sırasında Nusra liderinin El-Kaide’ye biatını uluorta açıklamasından da merkez hoşlanmamıştı. Ahrar gibi, Nusra’dan ayrı gözüken başka örgütler de kurdurdular.
Nitekim El-Nusra’nın bünyesinden çıkma Cünd-ül Aksa örgütünün liderlerinden biri, 2015 Mayıs’ında ABD hava saldırısında öldürülen Said Arif, 1990’larda Afganistan’da El-Kaide kamplarında bomba ve silah eğitimi veren Cezayirli bir eski subaydı. Amerikalılara göre, Avrupa’daki birtakım El-Kaide eylemlerinden doğrudan sorumluydu. Aynı yılın Nisan’ında Cünd-ül Aksa’nın “kaybettik” diyeölümünü duyurduğu komutanı Adil Razi Şakir el-Vahabi el-Harbi, ABD Hazine Bakanlığı’na göre, Suriye’ye geçmeden önce İran’daki El-Kaide şebekesinin ikinci adamıydı, ABD Adil Razi’nin başına 5 milyon dolarlık ödül koymuştu.
Cünd-ül Aksa veya başka bir örgütün El-Kaide’ye biat etmiş oluşu, fiilen bu uluslararası cihatçı örgütün merkezince yönetildiğini göstermeyebilirdi, ama görüldüğü üzre, hepsinin başlarına elemanlar atanmış!
Amerikalıların “Horasan Grubu” diye adlandırdığı -Suriye’deki ilk koalisyon hava saldırılarında bombaladıkları- bir El-Kaide heyeti var. Bu heyet özel olarak merkez tarafından Suriye’ye gönderildiği ileri sürülen, silahlı cihatçı örgütlerine rehberlik, önderlik, bazıları komutanlık eden El-Kaide ileri gelenlerinden oluşuyordu. ABD jetleri, Horasan Grubu üyelerini bulup bombalamayı sürdürdü. Nisan 2016’daki saldırıda ölenlerden Rıfai Ahmed Taha Musa, 1980’lerde, ’90’larda Usame bin Ladin ve Eymen el-Zevahiri ile birlikte çalışmış ağır toplardandı. Uyumlu şekilde yanyana çalışabilmeleri için Nusra ile Ahrar’a rehberlik (aracılık?) etmek üzere Suriye’deydi.
Nusra (şimdi ŞFC), Ahrar el-Şam, Cünd-ül Aksa gibi en önemli, ağırlıklı örgütler aynı El-Kaide kökünden çıkmaysa… -manzara somutlansın diye aktardığım ayrıntılardan sonra şimdi konumuza dönüyoruz- içsavaş sonrası Suriye’sinde Esad ile hangi “muhalefet” hangi çerçevede biraraya getirilebilir? “El-Kaide’ye şuradan bir emirlik veya iki bakanlık verelim” denemeyeceğine göre?
Ve şimdi, işi daha da içinden çıkılmaz hale getiren bir başka etken: Türkiye.
Ankara, bu örgütlerin bazılarıyla ilişkiler kurdu. Şu yukarıda bahsettiğim ağır top Mısırlı Musa, ülkesinde hapisten çıktıktan sonra Türkiye’ye gelmiş, Suriye’ye buradan geçmiş, söylendiğine göre!Eski Mısır devlet başkanı Enver Sedat’ı öldüren Halid İslambuli’nin kardeşi Muhammed’le birlikte. O da “Horasan Grubu”ndan, önemli bir isimdi. Bu ilişkiler ne durumdadır? ABD ve Rusya, ŞFC’yi tanımadılar, hâlâ Nusra demeye ve onu terörist saymaya devam ediyorlar. Son günlerde Ahrar ve başka örgütlere tutulan merceklerden gözüken çıplak gerçeklere göre davranılırsa, El-Kaide uzantısı olduklarına göre, onları da terörist ilân etmek gerekecek. Birkaç on bin silahlı adamdan bahsediyoruz. Ne yapılacak bu adamlara? Diyelim terörist ilan edildiler, Ankara buna uyacak mı? Ne de olsa Türkiye, cumhurbaşkanının ağzından dünyaya, “Nusra da DAİŞ’le savaşıyor, ona niye terörist diyorsunuz?” postası koymuş bir ülke.
Ankara’nın El-Kaide’ci olmayan müttefikleri de var. Lâkin önüne katıp Suriye topraklarına girdiği “ÖSO” denen kuvvet, hiçbir şeye çare değil. Çünkü bir defa aslında böyle tek bir kuvvet yok. “ÖSO” konusunda Türkiye’de çok yanlış bir izlenim yaratılıyor. Merkezî komutası, disiplini olan tek bir ordu gibi sunuluyorlar. Oysa bunlar, bir kısmı kendi içlerinde bile koalisyon, güçbirliği özelliği taşıyan çok sayıda örgüt. Bir kısmı Türkmenlerden oluşuyor, Suriye’nin her tarafında etkin bir şekilde kullanılmaları mümkün değil. Bazılarına Türkiye -Suriye’yi en iyi izleyen meslektaşlarımızdan Fehim Taştekin’in haklı olarak birkaç defa işaret ettiği üzre- Arapları yerinden sıçratacak sultan isimleri falan koyuyor. Bu yaklaşımla zaten ne nasıl halledilebilir?
Esas olarak İD ile mi savaşılacak YPG-YPJ ağırlıklı Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile mi? Bu soru her an her türlü marazaya yolaçabilecek bir saatli bomba olarak ortada. Türkiye, yanına kattığı, bu iş için yetersiz olduğunda herkesin görüş birliğine vardığı “ÖSO” kuvvetleriyle El-Bab’a, hele Rakka’ya yürümeye kalkar mı? Anlayanlar, sınırdan uzaklaşılacağı için, “kolordu gerekir” diyorlar. Mecburen İD ile ve fırsat bulduğu her an SDG ile savaşmayı kafaya koymuş bir Türk ordusunun karşısına, diyelim Halep’ten çıkarılmış, İdlib’te de bombalanan ve Türkiye sınırından faydalanmayı bekleyen veya eski güzel günlerdeki gibi Türkiye’nin doğrudan yardımını talep eden ve bu talebi karşılıksız bırakılan, çeşitli boy ve evsaftaki El-Kaide kökenli örgütler çıkar mı? Türk ordusu Suriye’de, uluslararası güçlerce özellikle silahlı cihatçılara dayatılacak bir çözümün “kara kuvveti” konumuna geçerse, bunun bedeli, vadesi, sonu ne olur, nasıl olur?
Şu okuduğunuzu, “Suriye macerası neden bitmez?” konulu bir yazı dizisinin herhangi bir bölümü kabul edin. Daha fazla uzatmayayım, tek cümleyle bitireyim. “Bu da yapılır mı!” diyebilirsiniz, yapacağım: bu maceranın kısa vadede bitmesinin hedeflenmediğinden, hattâ bunun bir rejim imalatında hammadde yapılacağından şüphelenmeliyiz. Şam’a değil, bize.
* Bu yazı ilk olarak P24 Bağımsız Gazetecilik Platformu'nda yayımlanmıştır.