İdraksizlikleri yüzünden “yediririz” sandıkları bir basit seçim numarası mıdır? Nihayet birilerinin aklı başına gelmiş veya dudaklarını kıpırdatacak cesareti bulmuş da harekete mi geçmişlerdir? Yoksa birileri, eridi bitti sandığımız vicdanlarının kalan parçalarından son bir insanlık hamlesi imal etmiş, hep beraber ateşe atılmamızı mı önlemek istemişlerdir? Bunları bilmiyoruz. Lâkin İstanbul'da bir polisin gencecik bir kadını evinin kapısı önünde, hiçbir geçerli sebep yokken çekip vurduğu, kızcağızın hastanede can çekiştiği günün gecesinde, hükümet propaganda aygıtının yersen seçkin-seviyeli hücumcusu Yeni Şafakbirden “haydi barışalım” atağına kalkıştı. “Türkiye için siz de bir söz söyleyin” çağrısının öne çıkarıldığı bu manevra, Türkiye'nin en berbat klişelerinden biri, “hepimiz aynı gemideyiz” motifi etrafında şekillendirilmiş görünüyor.
Duyuruyu görür görmez, ilk sözümü söyledim; “Berkin'in annesinden özür dilemekle, yuhalanmasını kınamakla başlayabilirsiniz meselâ” dedim.
Yeni Şafak'ın çağrısının şu koşullarda, bırakın inandırıcı olmayı, kulak verilmesi, işitilmesi bile neden imkânsızdır?
İlk sebebi örnekleyeyim. 19 Ekim gününün haberlerinden biri: “Berkin Elvan’ın anne ve babası, Gülsüm ve Sami Elvan’ın aralarında olduğu on bir kişiye ‘Cumhurbaşkanına hakaret’ten soruşturma açıldı.”
İkinci bir haber: “Başbakan Ahmet Davutoğlu, Ankara katliamından sonra yaptırdıkları anketlerde AKP oyunda artış görüldüğünü söyledi.”
İzah etmeli, bağlantısını kurmalı, bunlar varken veya bizzat Yeni Şafak dahil AKP kampından birileri de bunlara tavır almıyorken -kulağa ne saçma geliyor değil mi?- öyle bir çağrının neden anlamsız, işlevsiz kalacağını anlatmaya çalışmalı mıyım?
İçimden hiç gelmiyor. Ama mecburen sayıp dökmeliyim:
Bizi öldürme üzerine hesap kuruyorsunuz, bizi öldürüyorsunuz, ölülerimize hakaret ediyorsunuz, öldürdüklerinizin yakınlarına hakaret ediyor, eziyet çektiriyorsunuz. Daha yeni, yüzün üzerinde insan katliamda hayatını kaybetti, içinizden çıkan oh olsun'culara doğru dürüst tepkinizi görmedik. Taziye vermekten, başsağlığı dilemekten dahi acizsiniz, nerede kaldı üzüntü paylaşmak. Paylaşıyormuş gibi bile yapamıyorsunuz. Hem merhametsizliğinizin hem acımasızlığınızın belgesi, kanıtı olarak, Kürt mezarlıklarını dağıtıyorsunuz.Ölülerin kemiklerini dağıtıyorsunuz. Günah kavramınız bile yok. Polisi her istediğini yapabilecek, gözüne her kestirdiğini vurabilecek hale getirdiniz. Liderinizin gözünde, insan öldüren polis, destanlar yazan bir kahramanlar birliğidir. Sizin gözünüzde, aracının arkasına cenaze bağlayıp yerlerde sürükleyen, bu korkunç işi yaparken ölünün anasına avradına saydıran Özel Tim'ci, muhterem bir vatan evladı, hattâ dindaş, Müslüman'dır. Ve siz bu katilleri kullanarak, başta Kürtler, hepimizin hayatını karartmaya, bundan oy, iktidar, ikbal, zenginlik devşirmeye çalışan korkunç insanların hizmetkârlarısınız, işbirlikçilerisiniz.
Haydi peki, hepiniz öyle değilsiniz ve sözkonusu çağrıda üç-beş gram samimiyet payı da var diyelim. Gazetenizin bir yılını harcasa temizleyemeyeceği kadar çok suç işlediniz, bunlarla çabucak başa çıkmanız da mümkün değil, onu da anladık. Konuyu değiştirelim.
Dilek'i Küçükarmutlu'da kapısının önünde çekip vuran polis bunu nasıl ve niye yaptı, yapabildi?
Çünkü o sırada Alevi mahallesine dalmış devleti temsil ediyordu. Dersim semalarındaki Sabiha Gökçen gibiydi. Ona karşı çıktılar, “ayakkabılarını çıkar” dedi, “galoş giy” dedi, Hem Kızılbaş hem de solcu mahallesi! Komünist yani. Yaşaması haram (gençliğimde polisten en çok duyduğum söz: yaşamanız haram). Ve o polis başına hiçbir şey gelmeyeceğini düşünüyordu – haklı olarak! İşte bunda çok haklıydı.
7 Haziran seçimlerinden bu yana Kürt illerinde sergilenen vahşetten de, hayır, ölülerine sarılarak gecelemek zorunda kalan insanları, dondurucuda saklanan cansız çocuk bedenini değil, başka bir ayrıntıyı hatırlatacağım: Keskin nişancılarının su depolarını delmesi. Sokağa çıkma yasağı koyup ablukaya alıyorlar, sonra su depolarını tarıyorlar. Kim yapıyor? Devlet. Nerede? Kendi ülkesinde. Su depolarını tarıyorlar.
Bunları niye hatırlatıyorum? Yeni Şafak'takilerin, o çağrıyı formüle ederken, bir çırpıda yüzlercesini ekleyebileceğimiz bu gaddarca eylemlerden ötürü en ufak sorumluluk hissetmedikleri belli. Bu ne pişkinliktir! Kürtleri öldürme üzerinden iktidar hesabı kurulmasının insanî sorumluluğuna dair herhangi bir fikirleri olmadığı belli. Bu ne aymazlıktır! Ankara katliamından sonra saflarından yükselen oh olsun'lara söz söyleyebiliyorlar mı? Bu ne terbiyesizliktir!
Yeni Şafak'ın başındaki isim, muazzam dünya analizlerini okuyacak olsalar yeryüzünün ezcümle uluslararası ilişkilercilerini mesleği bırakıp köy evinde bahçede domates yetiştirmeye sevk edebilecek vahametteki zihniyle,“Türkiye kuşatma altında” diye başlamış çağrı yazısına. “İşgal girişimi” varmış. “Bir 'iç işgal' lobisi” oluşmuş. “Kimlikler çatışması Türkiye içine servis ediliyor”muş, “kadim şehirlerimizin birleştirici gücü zayıflatılıyor”muş ve, sıkı durun,“bütün kimlikler çatışmaya dönüştürülüyor”muş.
“Başka Türkiye yok” çağrısı yapmadan önce insanın az buçuk etrafına bakmasında fayda yok mudur? Kim kuşatmış Türkiye'yi? Kuşatma falan yok. Evet, işgal gibi bir şey var. Önüne çıkan her şeyi talan eden, memlekette toprağın ve insanların nefes almasını sağlayacak tek orman bırakmamaya kararlı, işgal ordusu gibi bir şey var; gözü paradan ve sapıkça bir tahakküm zevkinden başka şey görmeyen. “Kimlik çatışması”nı körükleyen, bunu tek iktidar imkânı ve zemini olarak gören kimdir? Kimse sana bir şey servis etmedi; kendin yedin bütün herzeleri! İktidar uğruna yedin.
Pervasızlık, hayasızlık, birilerinin fıtratında var. Senin “kadim şehirlerin” nerelerdir acaba? Ermenilerini, Rumlarını kitle halinde öldürdüğün, sürdüğün, organizmasını dağıttığın, sonra da taş üzerine tek taşı düzgün koyamayıp içine ettiğin zavallı Anadolu şehirleri mi?
Utanmadan şöyle diyor: “Etnik kimlikten sonra mezhep kimliği üzerinden de yeni cepheler şekillendiriliyor.” Bunu yapan kim? Şu anda, sen bu satırları yazarken, ordu Dersim'de yaptığı operasyona “Yavuz Harekâtı” adını koyuyor. Cemevi'ni ibadethane kabul edemedin sırf kompleksinden, bunu bırak, bahçesinde insan öldürüyorsun, polisin silahıyla postalıyla içeri dalıyor.
Bunları birileri yapıyormuş, Yeni Şafak da “Türkiye”yi düşünerek kampanya açıyor. Daha açarken ettiği laftan belli, söylediğine kendinin bile inanmadığı.
Pişkinlikte sınır tanımayan İslâmcılığın yıldız ismi Hayrettin Karaman da öldürücü darbeyi vurmuş: “Aramıza şeytan girdi” diyor. Yani kimsenin kabahati yok. Trafik canavarı gibi. Şeytan gelmiş, bizi birbirimize düşürmüş. Yoksa,“Müslüman (Sünni) olmayanlar Müslümanlara (Sünnilere) tâbi yaşamalı” vaazları veren Hayrettin Bey'in ne kabahati var ki olan bitende?
İnanır mısınız, aslında tıpkı Karaman gibi düşünüyorum: Aramıza şeytan girdi. Yalnız insan suretinde. Ve bir değil pek çok insan suretine bölünmüş olarak.
Şu anda bu memleketi sürüklenmekte olduğu iç savaş ve felaket çukurundan kurtarabilecek tek şeyin, hâlihazırda varolmayan bir diyaloğun kurulması olduğu açık. Tıpkı AKP'nin İslâmcılığın çoğulcu-demokratik bir toplum hayatı içerisinde varolma şansını, imkânını harcaması, yok etmesi gibi, şimdi Yeni Şafak'ın bu uyduruk, pişkin, hattâ küstahça çağrıyla yaptığı, korkarım, elzem ve sahici bir diyalog çağrısını harcamak, imkânsızlaştırmak olacak.
Yahu anlayın artık, çocuk kandırır gibi takındığınız yapay tavırlarla bir halt olmayacak. İnsanları daha beter tiksindireceksiniz kendinizden.
Bu yazı 20 Ekim 2015'te Radikal'de yayımlanmıştır.