Seçim gitti, Meclis gitti, sıra partilerde
Birkaç eşik aynı anda aşıldı.
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiseri Zeyd el-Hüseyin, Cizre başta, Kürt illerinde süren operasyonların insan hakları ihlalleri açısından soruşturulmasını istedi. El-Hüseyin, ellerinde “Türk güvenlik güçlerinin yaptığı insan hakları ihlallerine” ilişkin “güvenilir kaynaklardan” edinilmiş bilgiler ve raporlar bulunduğunu açıkladı, Ankara’yı, “bağımsız soruşturma yürütecek bağımsız bir ekibin bölgede engellenmeden araştırma yapmasına izin vermeye” çağırdı. El-Hüseyin’e göre, silahsız siviller, bazıları askerî araçlardan ateş eden keskin nişancılar tarafından vurulmuş, güvenlik kuvvetlerinin “üç bodruma sığınmış yüzden fazla kişiyi yakarak öldürdüğüne dair tanıklıklar” kendilerine ulaşmıştı.
El-Hüseyin, “devlet dışı yapıların yasadışı şiddet eylemlerini” kınarken, “terörizmle mücadelede devletin insan haklarına, işkence, yargısız infaz, orantısız öldürücü şiddet ve keyfi gözaltı eylemlerini yasaklayan uluslararası hukuka saygı göstermesi” gerektiğini vurguladı.
BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri’nin, bölgeyi serbestçe gezerek ilk elden bilgi toplama taleplerine “Ankara’nın cevap vermediğini” söylemesi ise, insanî felakete bir de diplomatik rezalet ekleme potansiyeli taşıyordu ki, Dışişleri Sözcüsü Tanju Bilgiç, El-Hüseyin’in sözlerini hükümetin “teessürle karşıladığını” bildirmekte gecikmedi. Cumhurbaşkanı veya iktidar propaganda aygıtından ağzı bozuk biri aracılığıyla BM Yüksek Komiseri’nin ağzının payını vermek yerine hariciye nezaketinin elverdiği sınırlar içinde posta konmuş oldu. Bilgiç, “son dönemde alınan ziyaret taleplerinin tamamına olumlu yanıt verildiğini” ve hepsi için “takvimlendirme yapıldığını” ileri sürdü. Dışişleri sözcüsüne göre birçok BM raportörü “önümüzdeki dönemde” Türkiye’ye gelecek, incelemeler yapabilecek.
Birleşmiş Milletler’in hangi birimlerinden uzmanların geleceğini, nerelerde ne kadar dolaşabileceğini, halkla ne koşullarda temas edebileceğini, neler sorup öğreneceğini haliyle bilemiyoruz. Şu anda Kürt illerinde operasyonları yürüten silahlı yetkililere tanınan hareket özgürlüğüne bakılırsa, BM raportörleri, alınlarına kendi kalemleriyle üç hilal yapılmış, ağızları elleri bağlanmış halde yıkıntılar arasında bulunabilirler gibi görünüyor. Gerçi dışişleri sözcüsü bizzat El-Hüseyin’i “Güneydoğu Anadolu Bölgemizi de kapsayacak şekilde” davet etti, ama şu anda geçerli yönetim ahlâkımız hiçbir ihtimale baştan kapıyı kapatmaya izin vermiyor.
AKP-ordu koalisyonunun “içerideki” vukuatını BM’nin böyle alenîleştirmesi, uluslararası alanda hoşnutsuz bakışların giderek daha fazla dikildiği Ankara açısından pek hayırlı olmayan bir eşiğin aşılması anlamına gelebilir. Bir “çember daralıyor” havası… Gerilimimize uluslararası boyut. Bunu bilerek, içeri bakalım.
Geçerli oyların neredeyse yarısını alıp seçim kazanmış partinin genel başkanı bir odaya çağrıldı, muhtemelen “hayatta başarılar” bile denmeden o makamdan atıldı. Pelikan belgesiydi, bilmemneydi, hiç de önemli şeyler değil. Ahmet Davutoğlu hakkında tek olumsuz söz söylenmemiş olsaydı, tek homurtu çıkarılmamış olsaydı da, hepimiz biliyoruz ki, Tayyip Erdoğan onu yine aynı şekilde çağırabilir, “işten atabilir”di.
Böylece “Reis”, koca parti teşkilatına şunu demiş oldu: Öyle refik mefik yok. Kimi nereye istersem yerleştiririm, o da ben ne dersem onu yapar. Yani siz bir parti değilsiniz. Benim örgütümsünüz. Sadece liderinize bağlı olmakla değil, onun için varolmakla yükümlüsünüz. Varlık sebebiniz, varlık amacınız budur.
Bu öyle basit bir “tek-adam”lık manifestosu değil. Çünkü sadece otoritenin tek elde toplanmasını değil, başlı başına bir rejim işleyişini ifade ediyor. Bu yüzden -ve Reis’in varlığı çoğu zaman sorumsuzca dinî kılıflara sarıldığından-, kısa süre sonra şöyle ifade edileceğine şüphe yok: Bunun için yaratıldınız.
Yapılan, sadece Reis ne yaparsa tapınarak onaylamaya hazır görünen parti teşkilatının değil, milyonlarca seçmenin iradesinin de hiçe sayılması. Bunun hemen hiç konu edilmeyişi, Türkiye’de partili seçimli parlamentolu sistemin aslında ne kadar da benimsenmemiş, kavranmamış olduğuna bir başka delil. “O seçmenler zaten Erdoğan’a oy verdi”, bir gerekçe değildir. Seçimde seçmene partinizi “Üretici üründe değişiklik yapma hakkını saklı tutar” diye sunamazsınız. Bu keyfîliğin meşruiyeti varsa, seçim, parti gibi kavramların anlamını yitirdiği bir başka rejimde yaşıyorsunuzdur.
Sözkonusu rejimin, ne yapıldıysa halk çoğunluğuna sempatik gösterilemeyen “başkanlık” yerine “(partili) cumhurbaşkanlığı” adı altında ambalajlanacağı anlaşılıyor. Cumhurbaşkanı Başdanışmanlarından Şeref Malkoç, “bazı vatandaşlar ‘Başkanlık Sistemi’ kavramından hoşlanmadığı” için kendisinin “Cumhurbaşkanlığı Sistemi” demeyi yeğlediğini söyleyerek bizi bu şahane taktikten haberdar etti.
İkinci adım: DBP ve eş başkanının hedef alınması
7 Haziran seçim sonuçlarının fiilî iptaliyle girilen yolda geri dönüşsüz aşamaya geldik. Hukuk, askerî vesayetin en soluk aldırmaz dönemlerinde olduğu gibi, artık sadece bir savcılar rejimidir. (Ve “adalet”in bir kavram ve kurum olarak iptali, bundan ibaret olmayan, daha çok boyutlu bir süreç. Can Dündar’a bizzat Adliye önünde silahla saldırılmış oluşu rastgele bir hadise değil, bu açıdan simge niteliğinde bir eylem. Sindirici kaba güçle buyruk altındaki yargı mekanizmasının nasıl iki paralel kulvarda yanyana koşabileceğini gösteriyor.)
Demokratik Bölgeler Partisi Eş Genel Başkanı Kamuran Yüksek’in, söylediği sözler bahane edilerek makam arabasından indirilip gözaltına alınışı, evinin ve parti irtibat bürosunun kapı kırılarak aranması, keyfî gözaltıların DİHA muhabirleri veya şurada burada protestolara kalkışan gençlerle sınırlı kalmayacağını gösterdiği gibi, genel olarak Kürt siyasetine tanınan sivil alanın olabildiğince daraltılmakta oluşunun da ifadesi. Kamuran Yüksek’in halk arasında özellikle çok sevilen bir genç siyasetçi oluşu, keyfî gözaltı işleminin simgesel anlamını zenginleştiriyor, ağırlığını artırıyor. Öyle ki, ona yönelen hoyratça muamelenin başlı başına bir başka eşik olarak algılanması çok büyük ihtimal.
Ancak DBP’ye baskının anlamı daha derin. HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, Yüksek’in gözaltına alınmasını birkaç gün sonra uygulamaya sokulacak “dokunulmazlıkların kaldırılması siyaseti” ile ilişkilendirdi, ayrıca, DBP’nin “yerel yönetimlerde bölgede iktidar” olduğuna işaret etti.
İlk maksat, tekrar edeyim, Kürt sivil siyasetine alan bırakmamak. Burada konuştuğumuz, rejim değişikliği bağlamında ise, Yüksek’e ve DBP’ye yapılan, seçimden, hukuktan sonra “siyasî parti” kurumunun da herhangi bir özelliğinin kalmadığının bir başka delili. Bizzat yüzde 49,5 oylu iktidar partisinin başındaki insanın kaderi başka birinin iki dudağının arasındayken, bölgenin yerel iktidarı muhalif Kürt partisi yok sayılmış, sözü edilebilir mi? Bu soruyu sorana verecek tek cevabım da şu açıkçası: Bir an için, “Kürt partisi” diye değil, “ülkenin bir bölgesinde hemen bütün belediyeleri kazanmış parti” diye bakın; rejimin lağvedilişini göreceksiniz.
Partiler sisteminin ortadan kaldırılışı en güzel, MHP’yi iyi gören yerlerden seyredilebiliyor. Derin devletin sivil-sokak gücü olarak kurulmuş-örgütlenmiş olan ancak zaman zaman siyasî parti gibi davranan bu yapının varlığı ilk defa ciddî tehdit altında. Zira diyeceği söz, tahrik edeceği tepki kalmıyor. Hepsini başkaları kaptı sanki.
MHP’nin yakın geleceğini, sadece partiler sisteminin yok edilişi açısından değil, siyasî bakımdan da konu etmek gerekiyor. Önce bunu aradan çıkaralım.
Tayyip Erdoğan’ın açtığı savaş yoluna devletçe, topluca girildikten sonra ve bu yönde ilerlenerek yerleştirilecek bir “seferberlik rejimi”nde MHP kendini hangi araçla, hangi motifle, hangi tepkiye oynayarak var edebilecek? Uzun yıllardır yegâne siyasî görüşü ve tavrı, ufala ufala Kürt düşmanlığına indirgenmiş ve sadece bu konuda kullanacak silahı -sözlük anlamında- olan tek paragraflık bir ırkçı bildiri. Son yıllarda ihanet motifini de serbestçe sağa sola sallayabileceği bir “Çözüm Süreci” karşıtlığı partinin repertuvarını oluşturuyordu. MHP’nin AKP-devlet koalisyonundan ayrı durmasını meşru kılacak gerekçesi yok.
Dolayısıyla, partiler sistemi yok edilirken en kolay silinecek olan yapı, siyasî nedenlerden ötürü, MHP. Silinmeyecekse, bu, devletin onun “gençlerine” ihtiyaç duyabileceğini varsayıp bir kenarda bulundurmak istemesi sayesinde olacak. Hem ülkede hem bu partide beklenmedik değişimler meydana gelmezse, görünen bu.
Siyaseti geçip kurumsal olana bakalım. İlkin, bir partinin kongre yapıp yapamayacağı doğrudan tepeden buyrukla belirleniyor. İkincisi, partinin iç mücadelesine hem devleti hem de aynı zamanda basbayağı başka bir partiyi temsil eden birileri -aslında birisi- karışıyor, yön veriyor. Üçüncüsü, bizzat partinin başındaki lider ile yönetici kadro, bu operasyona iştirak ediyor. Bu artık bir parti değildir. Zaten değildi, derseniz, yine de biraz öyleydi, çünkü, değildi ama seçmenleri bunu bilmiyordu, demem gerekecek.
* * *
Parlamentonun tamamen buyrukla iş görülen, çoğu zaman boş bırakılan, sahici tartışma yapılması, siyaset yapılması imkânsız bir formalite mekanizmasına başarıyla döndürülmüş oluşunu, hukukun, seçimin, partilerin işlevsiz, geçersiz bırakılmasına ekleyince, günümüz manzarasının belli başlı parçalarını tamamlamış oluyoruz. Şuraya da cehaleti ve yüzleşemediği günahları ve içinden atamadığı ırkçılık zehri yüzünden evlatlarının geleceğinin karartılmasına alkış tutan bir kalabalık çizelim.
Bu yazı Bağımsız Gazetecilik Platformu P24’te yayımlanmıştır.