Ümit Kıvanç* Popülist otoriter liderler ve rejimleri
Mitoslar yaratarak, düşman veya kimlik tanımlarını hayatın eksenine yerleştirerek halk çoğunluklarını peşlerine takan, hep otoriter, bazen totaliter, popülist liderler Batı’ya uzun süredir, azgelişmiş ülkelere özgü fenomenler gibi görünüyordu. Vladimir Putin’in kurduğu rejim, Rusya’nın “süper güç”lüğüne işaretle, kendine özgü bir varlık gibi değerlendiriliyordu. Macaristan, her nasılsa Avrupa’nın ortayerinde bulunan, şüphesiz Batı dendiğinde ilk akla gelenler arasında yeralmayan bir ülkeydi. Polonya, Rusya ile Batılılar arasında sıkışmanın bedellerinden yoğurulmuş, ahalisi, adı üstünde, Batı değil Doğu Avrupalı olan, uzun ve derin bir demokrasi kültürüne sahip olduğu söylenemeyecek bir toplumdu. Türkiye, e, işte, dibindeydi ama yine Batı sayılmazdı.
Gelin görün ki, Birleşik Krallık’ı Avrupa’dan çıkarmaya uğraşan UKİP (Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi) lideri Nigel Farage’ın at oynattığı yerin tartışılır tarafı yok. Ve bu hal, Batı’nın en gelişmiş ülkesi ABD’de Donald Trump adlı küstah ve cahil milyarderin yükselişine eşlik etmekte.
Karşımızda bir lider tipi, bir siyaset yapma tarzı, başarıya ulaştığı takdirde bir iktidar türü ve bunlara bağlı olarak oluşan bir devlet-toplum ilişkisi ve toplumsal ortam var.
Princeton Üniversitesi ve Viyana İnsan Bilimleri Enstitüsü profesörlerinden Jan-Werner Müller’in The Guardian’da, popülist liderler ve siyaset üzerine çok kafa açıcı bir yazısı yayımlandı. Size bu yazıdan parçalar aktarıp araya kendi düşüncelerimi eklemeye hazırlanırken, yazının İlker Kocael tarafından Türkçe’ye çevrildiğini ve Medyascope’ta yayımlandığını gördüm. Tamamını okumanızı şiddetle tavsiye ederim.
Müller’in popülist-otoriter liderler ve siyaseti meydana getiren unsurlara ilişkin tariflerini, araya kendi tecrübemizden esintiler de katarak aktarmaya çalışacağım.
Önce bir defa, net, basit, kolay kavranır ve hedef kitlede karşılığı olan bir düşman tanımı gerekiyor. Düşman, hasım veya rakip; siyasî mücadelenin gerektirdiği sertliğe göre artık. Halka/millete uzak, çıkarları onunkilere zıt, onun hayatını kısıtlayan, onun sırtından geçinen vs. bir ayrıcalıklı elit, düşman tanımı için ideal.
Popülist lider/hareket iktidara gelirse, bu düşman tanımı ayrıca işe yarıyor: Muhalefet, halkın/milletin yararına yapılacak işlere kendine dokunduğu için karşı çıkan, derdi aslında ayrıcalıklarını kaybetmemekten ibaret olan bir çıkar grubu olarak damgalanabiliyor. Bu net ayrışma, bir tür “hakiki millet” tanımıyla pekiştiriliyor. Diyelim “yerli ve millî” bir kesim, esas hak sahibi; lider de işte tam onun temsilcisi.
Lider için en önemli husus, kendini halk/millet ile özdeşleştirme. Bu açıdan, liderin mensubu bulunduğu hareket veya parti de zaman zaman aradan çıkarılması gereken ayakbağı haline gelebilir. Halk/millet, kendini liderle özdeş görmeli. Onun şahsında temsil edildiğini düşünmeli. Ve ondan başkasının kendisini temsil edemeyeceğini. Halkı/milleti ancak bir lider, bir kişi temsil edebilir; içinde türlü insanın yeraldığı, türlü çıkarın çatışabildiği bir parti örgütü, meselâ, bu temsil işi için fazla laçkadır. Bu, gücün tekelleşmesi demek. Ve tabiî, lidere itirazın, halka/millete itiraz anlamı taşıması.
Lider-halk/millet özdeşliği ve “esas millet” anlayışları birlikte, şöyle ilginç bir durum yaratıyor: Bizde artık neredeyse bilimsel bir tarif yerine geçen “yüzde elli”, gerçekte yüzde yüz anlamına geliyor. “Biz”den her bahsedildiğinde, yok sayılacak bir “onlar”a, “ötekiler”e atıfta bulunuluyor.
Milletle liderin özdeşleştirilmesi, bizzat liderle milletin ilişkisi açısından da belirleyici: Demokrasiye gerek kalmıyor. Çünkü liderde temsil edilen, “esas millet”in iradesi. Lider konuştuğunda esas millet konuşuyor. Bu iradeye itirazın meşruiyeti yok, bu bir; liderin, kararları için millete yeniden danışmasına gerek yok; bu iki. Çünkü zaten lider karar aldığında, onları temsilen, onlar adına, onlarolarak davranmış oluyor.
Demokrasiye ihtiyaç bu şekilde ortadan kalkarken, “esas millet” kavramı öbür yanda çoğulculuğu da yok ediyor. Sadece esas millet karşısında ötekileri yok saydırmakla kalmıyor, esas millet içerisinde de çeşitliliğe izin vermiyor. Esas millet bir bütün; nüanslar, farklı iradeler, bireylikler şu bu yok. Burada birlik ve beraberlikten itirazsız aynılık anlaşılıyor. Zaten tek liderin şahsında ve iradesinde temsil edilecek bir topluluk iradesi için başka türlüsü uygunsuz kaçardı.
Lider-halk/millet (esas millet) özdeşliğinden oluşan gövdenin seçim kaybetmesi gibi bir durum, popülist siyasetçiye anlaşılmaz görünür, diyor Müller. Özdeşliği bozan bir kaza gibi görünür. Seçmeye hakkı olan halk-millet, esas millettir, o da liderle özdeştir, dolayısıyla, seçim kaybedildiyse bu ancak bir yanlışlık veya komplo sonucu olabilir.
Popülist siyaset komplo teorilerine oldum olası çok meraklıdır. Türkiye’de “havuz medyası” diye adlandırılan iktidar propaganda aygıtının komplolar üretme, bunları aynı hızla geri çekme, yerlerine tamamen zıt başkalarını piyasaya sürme gayretkeşliği, bu tarz siyasetin ruhuna pek uygun. Popülist lider/iktidar çuvalladığında bu mutlaka komplolarla açıklanacaktır. Uluslararası mihraklarla bağlantılı iç düşmanlardan oluşan çeşit çeşit komplo mercileri daha önce yeterince işlenmiş, vitrine konmuş, hazırdır nasılsa.
Sürekli komplo tehdidi altında yaşanıyor oluşu, popülist-otoriter siyasete bir karakter özelliği daha kazandırır: Hep kurban konumunda olma. Bütün iktidar elindeyken, ülkenin bütün malî gücüne, askeriyesine, yargısına hükmediyorken bile popülist-otoriter lider potansiyel kurban, popülist siyaset mağdurdur. Veya her an olabilir. Zira düşmanlar ayrıcalıklı elitler, popülist liderse zamanında onlar tarafından itilip kakılmış, fırsat verilirse yine itilip kakılabilecek bir halk adamıdır. Veya “milletin adamı”, artık…
Müzmin mağduriyet konumunun sadece takınılmış bir pozdan, sahnelenen bir rolden ibaret olmayabileceğini düşünüyor Müller. Popülist-otoriter liderlerin hareketlerine alttan alta hep korkunun, her şeye hakim olma ihtiyacının yön verdiğini mi imâ ediyor? Popülist-otoriter siyasetçilerin iktidara gelince hemen devletin bütün uzuvlarına hakim olmaya çalışmaları belki de sadece siyaset anlayışlarının otoriterliğinden, giderek totaliterliğinden kaynaklanmıyor.
Sadece devleti değil, kamusal alanı da bütünüyle denetimleri altına almaya çalışmaları, popülist-otoriter liderlerin tipik davranışı. Haliyle önce basına saldırıyorlar. Putin kaç gazeteci öldürttü. Türkiye’de halen yüzün üzerinde gazeteci tutuklu, hükümeten bağımsız basının faaliyet alanı muazzam daraldı. Müller, bağımsız basını denetim altına alma faslının elbette son dönemin otoriter siyasetçilerine özgü olmadığına, ama şimdi bu işin açıkta, ortalıkta yapıldığına işaret ediyor; “ne yani, basın da milletin hizmetinde olmayacak mı!” yaygaraları eşliğinde. Yanılmıyorsam artık hangi yüzde diliminde yeraldığı belirsiz Mustafa Karaalioğlu’nundu, “Yüzde ellinin medyası olmasın mı?” başlıklı haşin bir yazı yayımlanmıştı yıllar önce.
Basına elkoyma işleminin açıkta uluorta yapılmasına benzer şekilde, iktidar imkânlarını kullanarak eşe-dosta çıkar dağıtma mekanizmaları da bahsettiğimiz yeni tip otoriter iktidarda, gizli saklı işletilmiyor. Lider-kitle özdeşliği gibi “masif” bir kütleyi zedelese de, bu tarz siyasetin önemli bir vaadi ya da çağrısı şu: Zenginlik de bizim olacak, beraber olursak bundan kazançlı çıkacaksınız!
Müller hatırlatıyor: Aşırı sağı merkeze taşıyıp faşizan bir Avusturya yaratmaya ömrü vefa etmeyen popülist siyasetçi Jörg Haider, çağrısına uyup toplanan ahaliye sokakta 100 Euro’luk banknotlar dağıtmıştı. Türkiye’de bu mekanizmanın, tepeden aşağıya, holding yaratma ve arsalar bağışlamadan yiyecek-yakacak yardımlarına, nasıl işletildiğini kabaca hepimiz biliyoruz. Ayrıca şu anda bu çıkar dağıtma mekanizmasına muazzam bir “girdi” yaratılıyor; Cemaat’çilerin elkonan malları mülkleri şirketleriyle.
Böylelikle varlığı, kazancı, zenginliği doğrudan iktidara, yani lidere bağlı bir toplum yaratılıyor. Buna toplum demek en doğrusu. Zira kendi içinde zengini, sermaye sahibi, orta hallisi, yoksulu var. Macaristan’da Orbán sık sık “Hıristiyan-millî” kültürden sözediyor; bizdeki karşılığını düşünmek zor değil.
Sivil, bağımsız muhalefet korkusu
Müller’e göre, sivil toplum içinden gelen, popülist liderin düşman ilan ettiği “elitler” ile yanyana getirilemeyecek, bağımsız muhalefet, bu tarz iktidarların gözünde en sevimsiz, en istenmeyen oluşum. Zira, Türkiye’de geçerli tabirle konuşursak, yüzde elliyi yüzde yüz gösterme hokkabazlığını bozuyor. Rusya’da Putin, Macaristan’da Orbán, Polonya’da Kaczynski’nin sivil toplum kuruluşlarını yabancıların ajanı olmakla suçlamaları, devreden çıkarmaya, faaliyetlerini imkânsızlaştırmaya çabalamaları bu yüzden, diyor Müller.
Türkiye’de bunun karşılığı, “FETÖ’cülük” ve “PKK yandaşlığı”. 15 Temmuz darbe girişimi, en alâkasız muhalifleri bile “FETÖ’cü” diye işinden etmeye, hattâ içeri atmaya yetecek ortamı yaratmada kullanılıyor. Lider-kitle özdeşliği ve yüzde yüzmüş gibi sunulan esas millet yaklaşımlarını berhava eden en büyük tehdit ise, PKK ile herhangi bir ilişkisi bulunmayan Türklerin, Kürtlere yapılan zulme karşı çıkmaları, Kürt hakları için mücadele etmeleri. Bu yüzden, genel bir “Kürtlere yaklaşmayın!” tehdidi yaratabilmek için, terörle, silahla uzaktan yakından ilişkisi bulunmayan insanları hapse atıyorlar. Popülist-otoriter birlik-beraberlik (aynılık) dünyasını imkânsızlaştıran bir muhalefete hayat hakkı bırakmamaya çalışıyorlar.
Müller’in dikkat çektiği, bütün bu ülkeleri bekleyen bir vahamet de, tekçi iktidar ilişkisi için elzem olan, “ötekini ayrıştırma-itme” politikasının “‘ötekileri” sahiden ayrıştırıp itebileceği. Macaristan’ı terk eden insan sayısı tahminen 500 bin civarında. Bu eğilimin Türkiye’de de yaygınlaşması ihtimal dışı değil.
Jan-Werner Müller’in yazısının tamamını okumanızı teşvik eder umuduyla, linki buraya tekrar koyuyorum.