Umut Nöbeti'ni başlatan gazeteci Akyol: Dündar ve Gül'ün yalnız olmadıklarını hatırlatmak istedim

Umut Nöbeti'ni başlatan gazeteci Akyol: Dündar ve Gül'ün yalnız olmadıklarını hatırlatmak istedim

Silivri Cezaevi’ndeki Umut Nöbeti’ni başlatan gazeteci Mete Akyol, “Can Dündar ve Erdem Gül’ün yalnız olmadıklarını anımsatmak istedim ve kamuoyunun vurdumduymazlığına kurban olmalarını engellemeye çalıştım” diye konuştu.

Cumhuriyet'ten Ceren Çıplak'a konuşan Mete Akyol, "Direnerek bu olayın kamuoyunda canlı kalmasını sağlamaya çalıştım. Direnişin böylesine pasif olanını seçmek bir Gandi direnişi yöntemidir. Günde bir bardak portakal suyuyla 70 gün açlık grevi tutan Gandi, bir ülkeyi emperyalizm karşısında dimdik ayağa kaldırabilmiştir" dedi.

Ceren Çıplak'ın Mete Akyol'la yaptığı söyleşi şöyle:

- Umut Nöbeti’ni nasıl başlattınız? Bu nöbet her gün bir hatırlatla eylemi miydi?

Dündar ve Gül’ün yalnız olmadıklarını anımsatmak istedim ve onların kamuoyunun vurdumduymazlığına kurban olmalarını engellemeye çalıştım.

Devlet yöneticilerinin de zaman zaman söyledikleri gibi “Türkiye’de her olay iki gün konuşulur, üçüncü gün unutulur”. Aynı biçimde bu olayın da ilk günkü yayınlardan sonra unutturulacağını görmek için falcı olmaya gerek yoktu. Meslektaşlarımızın tutuklanma öyküleri iki üç gün medyada yer alacak ve halkın gözü kulağı sesi olduğunu varsaydığımız medya daha önceki olayların tümünde olduğu gibi yine gözlerini, ağzını, kulaklarını tıkayacaktı. Ve meslektaşlarımız kendilerini tutuklayanların gönüllerindeki niyetiyle orada “unutulmaya” terk edilecekti. Biz bunun örneklerine daha önceki yıllarda Ergenekon, Balyoz, Odatv gibi sözüm ona davalarda çok yakından tanık olmuştuk. Dündar ve Gül için de aynı yöntemin uygulanacağı apaçık ortadaydı. Ben kamuoyonun bu umursamazlığına son vermeyi de düşündüm. Direnerek bu olayın kamuoyunda canlı kalmasını sağlamaya çalıştım. Direnişin böylesine pasif olanını seçmek bir Gandi direnişi yöntemidir. Günde bir bardak portakal suyuyla 70 gün açlık grevi tutan Gandi, bir ülkeyi emperyalizm karşısında dimdik ayağa kaldırabilmiştir.

- Umut Nöbeti’nin bir zincirleme olarak devam edebileceğini düşündünüz mü?

Bu zincirin birinci değil, bir halkası olduğumu açıkladım ilk gün. Hiçbir meslektaşıma katılmaları çağrısında bulunmadım. Benim gibi düşünen kişiler gelirler, zincirin birer halkaları olabilirlerdi. Öyle de oldu. Ve tek halka, üç ayda kocaman bir zincire dönüştü. Direnişimiz de, o bir halka zincir olduğunda gerçek anlamına kavuştu.

 

Sandalyeyi Dündar’a hediye edecek

 

- Bir sandalyede oturup nöbet tuttunuz. O sandalyenin hikâyesi nedir?

Mutfakta, kahvaltı masamızda eşimle karşılıklı oturduğumuz iki sandalyemiz de, rahmetli anneannemden bize kalmıştır. Aralık ayının ikinci günü önce, merhum Hasan Pulur’un cenazesine gittim, sonra eve döndüm ve o iki sandalyeden birini alarak eşimle birlikte akşamüstü Silivri’ye gittik. Silivri’de o gece, Ergenekon, Balyoz, odatv günlerinde kaldığımız otelde kaldık. Ertesi sabah 08.00’de otelden çıktığımızda hava kapalıydı. Çarşıya gittik, bir şemsiye satın aldık cezaevine gittik. Eşim park yerinde arabada kitap okurken, ben de cezaevinin çıkış kapısı önüne koyduğum sandalyemde “Umut Nöbeti”ne başladım. Şu günlerde çok da önemsemediğim bir rahatsızlığım nedeniyle Ankara’da hastanedeyim. Burada bir süre daha kalmam gerekiyor. Çıkınca eşimle ilk işimiz, evimizdeki bu iki sandalyemizi Can ve Erdem’e armağan edeceğiz.

- Malum, her daim her yerde koltuk yarışı var. Sandalye sahibi olmak koltuk sahibi olmaktan daha kıymetli olduğunu bu nöbetle mi anladık? Sandalye, koltuktan nasıl daha güçlü oldu?

Bizde koltuk ve sandalye her zaman karıştırılır. Aslında ikisi de ‘makat’ demektir. Makat, Arapçada, üstünde oturulan demektir. Koltuk da, sandalye de, ne denli süslü olurlarsa olsunlar, ne denli yumuşak olurlarsa olsunlar, gerçekte birer ‘makat’tırlar. Uçaklarda koltukların arkasındaki şu uyarıyı anımsayınız: “Tehlike anında can kurtaran yelekleri koltuğunuzun altındadır.”

Koltuk ya da sandalye, kullanıldığı amaca ve üzerinde oturan kişiye göre önem ve anlam kazanır. Onun dışında koltuk ve sandalye yalnızca birer mobilya dükkânı süsüdür ya da yalnızca “makat”tır.

- Tutukluluğu devam eden gazeteciler için ‘Umut Nöbeti’nin sürmesi gerekmez mi?

Aynı direnişin sürdürülmesi gerekir. Suçlu benim ve benden sonra 92 gün ‘Umut Nöbeti’ni sürdüren meslektaşlarımızdır. Demek ki yeterince örnek oluşturamamışız, herkes bu görevi benimseyip sandalyesini alıp direnişini sürdürmeli.

- Gazetecilerin çoğu soru sorduğunda fırça yiyor. Bu manzarayı nasıl görüyorsunuz?

“Bu soru sorulur mu” diyene “Evet efendim sorulur” demek gerekir. Bu mesleğin onuruna sahip çıkılmalı. Turgut Özal’ın bakanlarından birine “Bu konuda ne düşünüyorsunuz” diye soruldu, bakan da “Sayın Başbakan bu konuda düşünüyor” deyince ben de “Peki siz başınızı bir yük olarak mı taşıyorsunuz” dedim.

- Can Dündar, Umut Nöbeti için “Bir tahta sandalye sarayı devirdi” dedi. Siz ne dersiniz?

Ödülün bu denli yüce olanını hak edip haketmediği tartışılır ama... Bugüne değin bana verilen kimbilir kaç ödülle yan yana getirildiğinde Can Dündar‘ın bu yargısının en büyük ödülüm olduğu kuşkusuzdur, tartışma dışıdır.

- Siz başka bir örnek verecek olsanız ne dersiniz?

Prusya Kralı II. Frederick, sarayını yaptırmak için alandaki değirmeni de satın almak ister, ancak değirmenci satmaz. Frederick de “Ben kralım, alırım” der. Değirmenci de “Siz kralsınız ama Berlin’de hâkimler var” der. İstediğiniz kadar kral olun, ülkede hukuktan üstün olamazsınız. Bir toplumda en geçerli kural, hukuk kuraldır. Nöbetteki o sandalyenin Prusya’daki değirmenden farkı yoktur. O değirmeni bugün davranışlarımızda örnek olarak gösteriyorsak, hâlâ varlığını sürdüyor demektir. Bizim sandalyemiz de haksızlık karşısında sergilenen bir “dik duruş” örneği oluşunu sürdürecektir.

- Bir yazınızda ‘Umut Nöbeti’nde Sisyphos efsanesine gönderme olduğunu söylemiştiniz. Sisyphos’taki inat, ısrar ve azmi mi temele aldınız?

Sisyphos, Tanrılar tarafından cezalandırılmıştı. Cezası, koca bir kayayı sabah gün ışıyıncaya değin bir dağın tepesine çıkarmaktı. Sisyphos, koca kayayı dağın tepesine çıkardığı an, görünmeyen bir gücün itmesi sonucu, kaya dağın eteklerine yuvarlanıyordu. Sisyphos kendine biçilen gerçek cezayı anladı. Cezası kayayı defalarca dağın tepesine çıkararak fiziksel gücünün yıpratılması değildi, umudunu kırmaktır. Sisphos bu gerçeği anladıktan sonra yüksünmeden kayayı dağın tepesine çıkardı, umudunu sağlam tutarak. Evet, Umut Nöbeti’nin temelinde bu felsefe yatar. Fiziksel ceza ile umut kırılmak isteniyor ama o fiziksel cezayı yok sayarak kimsenin umudumuza, inancımıza bir şey yapamayacağını gösteriyoruz, her gün o kayayı tekrar yukarı çıkarıyoruz.

- O gün bir sandalyede nöbet tutarken neler geçti aklınızdan?

O gün ziyaret günüydü. Ziyaret kapısında ilk olarak nöbet tutmaya başladım, ama daha sonra gazeteci arkadaşlar nöbet başlattığımı duyunca geldiler, benle konuşmak istediler. Cezaevinin dış kapısından kamera ve fotoğraf makinesi sokulması yasaktı. Benim dış kapı önüne gelmemi istediler. Yine sandalyemi aldım, bu kez dış kapı önünde devam ettim nöbete. Tarihte benzeri olayları gözümün önünden geçiriyordum. İçinde bulunduğumuz günleri, tarihte yaşanan benzerlerine, kendimi de o olaylara karşı direnen kişilerden biri gibi görüyordum.

İsim vermem gerekirse ortaokulda derslerinde tanıdığım ABD’li yazarlar Hawthorne ile Emerson’ın, ilerde çok anılan bir karşılıklı konuşması geçtim aklımdan. Hawthorne, ABD’deki vergi adaletsizliğine karşı direnmiş karşılığında cezaevine kapatılmıştı. Arkadaşı Emerson onu ziyarete geldiğinde sorar; “Neden buradasın?” Hawthorne da “Sen neden burada değilsin?” diye karşılık verir. Bu konuşma ABD sivil toplum yaşamında bir slogan olarak kullanılır.