Hürriyet yazarı Mehmet Yakup Yılmaz, olağanüstü hâl (OHAL) uygulamasının 686 numaralı kanun hükmünde kararnamesi ile üniversitelerde yapılan ihraçlarla ilgili olarak "Üniversite deseniz, YÖK’ün elinde hızla yüksek lise olmak yolunda ilerliyor. Bilimsel gelişmenin olabilmesi için her şeyden önce özgür bir üniversite ortamı gerekli. Bu olmadığı gibi sırf muhalif fikirlere sahipler diye öğretim üyeleri kitleler halinde üniversiteden atılıyor" dedi. Yılmaz, "Birçok yüksek lisans ve doktora programını yürütebilmek neredeyse imkânsız hale gelmiş durumda" görüşünü dile getirdi.
Mehmet Yakup Yılmaz'ın "Demokrasi mi otokrasi mi?" başlığıyla yayımlanan (22 Şubat 2017) yazısı şöyle:
Başbakan Binali Yıldırım, “Cumhurbaşkanı partili olmaz diyorlar. Ama Başbakan partili. CHP’li belediye başkanları seçildikten sonra partisini bırakıyor mu” diye sordu.
Hayır, bırakmıyorlar çünkü bırakmalarına gerek yok. Cumhurbaşkanı’nın partili olmasında da aslına bakarsanız bir gariplik yok. Başkanlık sisteminde bir partinin adayı olarak seçime giren, seçilirse partisini bırakmıyor. Sorun burada değil. Sorun, yasama organı Meclis ile yürütme organı hükümet arasındaki ilişki. Parlamenter sistem de olsa bu sorun, başkanlık sistemi olsa da bu sorun. Bizimki gibi Siyasi Partiler Kanunu ve Seçim Kanunu olan bir ülkede, referanduma gidecek yeni Anayasa’da partili Cumhurbaşkanı demek, bir tek adam yönetimi demek. Başkanlık sistemi olan ülkelerde, gevşek bir parti disiplini var. Milletvekili adayları, genel başkan tarafından seçilmiyor. Demokratik seçim süreçlerinden geçerek milletvekili ya da senatör oluyorlar. Öte yandan başkanlık sisteminin düzgün çalıştığı ülkelerde meclisin seçimi ile başkanın seçimi de aynı anda olmuyor. Meclis belli dönemlerde araseçimlerle sürekli yenileniyor. Bizde ne olacağı belli: Partili Cumhurbaşkanı, Meclis’teki iktidar partisinin milletvekillerini de seçecek ve bir tek adam yönetimi gerçekleşecek. Meclis’e hesap vermeyen, vermesi gerekmeyen partili Cumhurbaşkanı demek, tam olarak da tek adam yönetimi demek. Zaten Cumhurbaşkanı da geçenlerde kendisi söyledi: Bu sistemde güç, tek elde toplanıyor. Partisi aracılığıyla Meclis’i kontrol etmekle de kalmıyor, bir de bütün yargıyı kendisi tayin ediyor. Güçler ayrılığının olmadığı bir ülkede demokrasiden söz edilemez. Meclis yasama gücünü kendi elinde tutmalı. Bizde Cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle ülke yönetilecek. Olağanüstü hal ilan ettiği vakit, kişisel hak ve özgürlüklerimizi de Cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle askıya alabilecek. Yargıyı da zaten kendisi seçiyor, idarenin yargı tarafından denetlenmesi söz konusu olmayacak. Kusura bakmasınlar ama buna “demokrasi” değil, “otokrasi” deniliyor.
Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş, geçenlerde İKV’de yaptığı konuşmada “iki başlı yönetimin kriz kaynağı olduğunu” söyledi. Ona göre Anayasa değişikliği referandumda kabul edilirse istikrarsızlık önlenecek ve yatırımların önü açılacak. Mevcut Anayasa, Cumhurbaşkanı’nın ve Başbakan’ın görevlerini açıklıkla tarif ediyor. Nitekim, AKP’nin iktidarı boyunca 3 ayrı cumhurbaşkanı, başbakanlar ile çalıştı. Ahmet Necdet Sezer, Abdullah Gül ve şimdi de Recep Tayyip Erdoğan. Cumhurbaşkanları, anayasal sınırlarının içinde kaldığı zaman iki başlılık filan da olmadı. Hükümet istediği kararları alabildi. Sorun, Recep Tayyip Erdoğan’ın, Anayasa’daki sınırlarının içinde kalmamasından çıktı. Bir “iki başlılık” varsa bunun da nedeni odur. Ama böyle bir durum yok, çünkü Erdoğan’ın çalıştığı iki başbakan da bunu bir krize dönüştürmedi. Hatta AKP’nin en başarılı ekonomik kararları yürüttüğü ve Türkiye’nin kendisine benzeyen ülkelere göre daha hızlı büyüdüğü dönem de Ahmet Necdet Sezer’in Cumhurbaşkanı olduğu dönemdi. Ama Erdoğan’a bu yetmiyor. O yasamaya da, yargıya da sahip olmak istiyor. “Tek başlı” bir yönetim isteği içinde. Olmayan krizi çözmek bahanesiyle bu hedefe kilitlenmiş durumda. Referandumda oylanacak olan konu budur.
Başbakan Binali Yıldırım, dünkü grup konuşmasında “Gayretimiz Türkiye sadece kullanan olmasın, aynı zamanda üreten olsun. Bilgiye sahip olsun” dedi. Türkiye’nin gelişmesi için teknoloji üretebilir hale gelmesinin zorunlu olduğu bir gerçek. Bunu sağlayacak yol da eğitimden geçiyor. AKP hükümetleri, 2002 yılından bu yana Türkiye’yi tek başına yönetti. Bu süre içinde altı ayrı AKP’li milli eğitim bakanlığı görevinde bulundu. Her gelen bir öncekinin yaptığını bozdu. Ortaya birbiriyle tutarlı bir program koyamadılar. Bir tek konu hariç: Eğitimi, dini temeller üzerine oturtmaktan başka bir vizyonları olmadı. Onun için de eğitimimiz yerlerde sürünüyor. Çocuklara bırakın matematik ve fen derslerini, doğru dürüst Türkçe bile öğretemiyoruz. Ve bugünkü hükümetin eğitim politikasına bakınca da bunun düzelebileceğini gösteren hiçbir işaret yok. Akılları fikirleri imam hatiplerin sayısının çoğaltılmasında. Neredeyse bütün çocukları zorla imam hatiplere gönderecekler. Ve onu bile doğru yapamadıkları, imam hatiplerin eğitiminin yetersizliği geçen gün Diyanet İşleri’nin raporuyla ortaya çıktı. Üniversite deseniz, YÖK’ün elinde hızla yüksek lise olmak yolunda ilerliyor. Bilimsel gelişmenin olabilmesi için her şeyden önce özgür bir üniversite ortamı gerekli. Bu olmadığı gibi sırf muhalif fikirlere sahipler diye öğretim üyeleri kitleler halinde üniversiteden atılıyor. Birçok yüksek lisans ve doktora programını yürütebilmek neredeyse imkânsız hale gelmiş durumda. Ve böyle bir ülkede Başbakan “gayretlerinden” söz ediyor. Ortaya somut bir program koyamıyor çünkü öyle bir fikirleri zaten yok.