"Utanmıyor 'gönlümüzün efendisi', daha önce telaffuz edemediği milyarları artık rahatça anlatıyor"

"Utanmıyor 'gönlümüzün efendisi', daha önce telaffuz edemediği milyarları artık rahatça anlatıyor"

Gazete Duvar yazarı Reyya Advan, ABD'nin İran'a yönelik ambargosunu deldiği iddiasıyla 20 ay önce Miami'de tutuklanan Reza Zarrab'ın, "sanık" olduğu davada "tanık" statüsüne geçirilmesiyle ilgili olarak “Yalanlar söylediğim doğrudur' diye başladığı itiraflarını bir türlü bitiremiyor şimdi. Daha önce telaffuz edemediği milyarları, rahatça telaffuz edebiliyor, akla ve mantığa sığmadığını söylediği her şeyi, şemalarına güzelce sığdırabiliyor artık" dedi. 

Advan'ın "Utanmıyor gönlümüzün efendisi" başlığıyla yayımlanan (10 Aralık 2017) yazısı şöyle:

Son zamanlarda Reza, Ebru ve çeşitli siyasetçiler adına, fazlasıyla kullandığımız utanma hakkımızı, artık lütfen boşa harcamayalım. Rezillik hikayeleri bitmeyecek çünkü. Onlardan utanacağımıza, hep beraber önce kendimizden, sonra bütün dünyadan utanalım.

2014 yılının Nisan ayıydı. O güzelim bahar günümüz, A Haber’de “Reza Zarrab ile Yılın Röportajı” olduğu iddia edilen bir komedi programıyla daha da şenlenmişti. Reza Bey, o zaman da karanfiller gibi renkli, bülbüller gibi ahenkli, neşeli, sevinçli, zevkli, nağme nağme şakıyordu.

Devamlı kırpıştırdığı gözleri, titrek sözleri, söyledikleriyle bir türlü senkronize edemediği el hareketleri, uyumsuz mimikleri, saldırgan tavırları, konudan konuya atlaması, sorulara soruyla karşılık vermesi, durup dururken sesini yükseltmesi, sonra aniden kısık sesle ve tane tane konuşmasıyla filan (kendisine hiç yakıştıramadığım bir acemilikte) yalan söylüyordu.

Orada, bir adet (fönlü saçlı) dürüstlük abidesi gibi otursa da dizi dizi yalanlar söylediğini beden diliyle itiraf ediyordu. Arkasında duran Türk Bayrağı’ndan aldığı güvenle o kadar rahattı ki, yalan söylemesi çok da büyük bir sorun değildi. Zaten hangimiz yalan söylemiyorduk ki, şu yalan dünyada?

Reza’nın 31 yaşına girmesine 5 ay kalmıştı o zaman. Daha 30 yaşındaydı ama ihracat şampiyonuydu. Türkiye’ye yaptığı hizmetler ve ekonomimize yaptığı katkılardan dolayı ödüller almıştı. Başarılı ve “hayırsever” bir iş adamıydı. Hayırsever olduğu yetmezmiş gibi, romantikti bir de. Hisli şarkı sözleri ve şiirler yazıyordu. Oynadığı milyarlarca paraya inat, son derece alçak gönüllüydü.

Adeta bir sevgi kelebeğiydi Reza. Ebru’nun “gönlünün efendisi”ydi. Ebru’sunu çok seviyor, arada ona minik sürprizler yapıyordu. Bu minik sürprizler bazen bir yat, bazen bir yalı, bazen de iki yalı olabiliyordu. İki yalı alırsa, yalıları tüp geçitle birbirine bağlıyordu. Aşk, bazen tüp geçit yaptırmak değil miydi?

Arkasında Türk Bayrağı, önünde ona inanmaya programlı iki kişiyle her şeyi anlattı o gece. 1 yaşından beri Türkiye’de yaşıyor ve ticaret yapıyordu. (Evet, böyle dedi. Siz daha yürümeyi bilmiyorken, o yürütmeyi öğrenmişti.)

“İran ajanı mısınız?” sorusuna, “İran ajanı gibi bir duruşum var mı?” diye sordu. Sunucular, o an, “Acaba İran ajanı nasıl durur?” diye düşündü. Çok uzun düşünmelere de gerek yoktu aslında. Herkes ajanların nasıl durduğunu bilirdi ve Reza kesinlikle öyle durmuyordu. Sunucularla birlikte içimize su serpildi. (Zaten ajan olsa, hemen söylerdi. Bütün ajanlar, sorulduğunda ajan olduklarını itiraf eder. Ajanlık müessesesinin altın kuralı budur.)

Çok daha şuurlu bir soru geldi sonra: “Peki, altın kaçakçısı mısınız?” Tabii ki değildi. Reza “Altın kaçakçılığı diye bir şey olamaz.” dedi. Sonra da (sunuculardan yol yordam öğrenmeye çalışarak) “Altın kaçakçılığı nasıl olabilir, siz biliyor musunuz?” diye sordu. Sunucular dondu, hayat durdu. Bu sorunun cevabı yoktu çünkü altın kaçakçılığı diye bir şey yoktu. Konu kapandı.

Sonra Reza (neden bilinmez) aniden öfkelendi. Sunuculara soru üstüne soru sormaya başladı. Sesi yükseldi, kravatı gevşedi, saçlarının bir kısmı ahenkle dans etmeye başladı, kolları oturduğu koltuğun kollarının şeklini aldı. Sunucuların ajan, kaçakçı, hayali ihracatçı ya da rüşvetçi ilan edilmeleri an meselesiydi. Reza coşmuştu. Reza kızmıştı. Her cümlesinde dikkatimizi çekiyor ve altımızı çiziyordu.

Bütün dikkatler iyice çekildikten ve altlar çizildikten sonra, Reza bombayı patlattı: “Her şey Reza Zarrab, Rıza Sarraf üzerine kurulmuş bir komplö!” (Komplö, “çok şiddetli komplo” anlamına geliyor olabilir.)

Halk Bankası üzerinden, dürüstçe ticaret yapıyordu. Her şeyi belgeliydi ve yasalara, hukuklara uygundu. Ne biçim uydurmalardı bunlar yahu? Yalanlar, hayali ihracatlar, rüşvetler, kara para aklamalar, ambargo delmeler? Reza inanamıyordu. “87 milyar Euro, 50 milyon Euro, 500 bin Euro? Bunlar akla mantığa sığıyor mu ya? Nereden çıkıyor bunlar ya?” diye soruyordu. Bu rakamları telaffuz bile edemiyordu çocuk.

Tonlarca altın ticareti yapan ve çılgınca milyarlar kazanan, 30 yaşındaki her normal iş adamı gibiydi. Zeki, çevik ve ahlaklıydı. Rüşvetin anlamını da bilmiyordu.

Özellikle Amerika’nın ambargolarını deldiği iddiaları, Reza’nın hassas kalbini çok kırmıştı. O kadar da Amerika’nın ambargo mevzuatına uygun hareket ederken. Ambargo konusunda bu kadar özenliyken. Akşam eve gidince, hemen bir şarkı sözü yazacak kadar hislenmişti Reza.

Şarkısının adı “Ben masumum hâkim bey.” olacaktı. Programdaki “Hediye saatler, milyarlarca rüşvetler verdiğimi söyleyen iftiracılar, benden nasıl özür dileyecekler, çok merak ediyorum.” sözlerini, şarkısında da kullanacaktı mutlaka.

Olmadı.

Reza Zarrab, Amerika’da (bülbülleri kıskandıracak bir şakıma yeteneğiyle) “Yalanlar söylediğim doğrudur.” diye başladığı itiraflarını bir türlü bitiremiyor şimdi. Daha önce telaffuz edemediği milyarları, rahatça telaffuz edebiliyor, akla ve mantığa sığmadığını söylediği her şeyi, şemalarına güzelce sığdırabiliyor artık.