Türkiye, yeni tip Koronavirüs (Covid-19) salgınının gölgesinde tam bir yıl geçirdi. Ekonomik ve sosyal açıdan milyonlarca insan salgının yıkıcı etkileriyle karşı karşıya gelirken, hükümetin salgın yönetimi de ilk günden bugüne kadar tartışma konusu oldu. Salgının Türkiye'deki yıl dönümünde, sürecin yönetimini, insanların psikolojik dönüşümlerini, değişen eğitim ve çalışma hayatını inceledik.
Sağlık Bakanı Fahrettin Koca'nın 11 Mart 2020'deki "Size üzücü ama korkutucu olmayan bir haberim var, Koronavirüs şüphesi olan bir vatandaşımızın test sonucu pozitif çıktı" sözleri, Türkiye'de yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Ülke genelinde salgınla mücadeleye karşı seferberlik başlatılırken, milyonlarca insan evlerine kapanmak zorunda kaldı.
Covid-19'un Türkiye'deki bir yıllık seyrini, uzmanlar ve sürecin tanıklarıyla konuştuk.
TIKLAYIN - Türkiye'nin Koronavirüs'le bir yılı; nasıl başladı, neler yaşandı, hangi noktaya gelindi?
Türkiye, Koronavirüs henüz Türkiye'ye ulaşmamışken, 10 Ocak 2020'de Sağlık Bakanlığı Koronavirüs Bilim Kurulu'nun kurulduğunu duyurdu. Bilim Kurulu, o günden itibaren uygulanan kısıtlamaların kapsamını belirlerken, salgınla mücadelede hükümetin en önemli danışma organı oldu.
Adnan Menderes Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı öğretim üyesi ve Koronavirüs Bilim Kurulu üyesi Prof. Dr. Pınar Okyay, süreci T24'e değerlendirdi.
Türkiye'nin vaka sayısında dünyada 9., ölüm sayısında ise 18. sırada olduğunu vurgulayan Okyay, "Bir yıl içinde virüs ve bulaşma yolu konusunda çok şey öğrendik. Bu bilgiler ışığında, etkili halk sağlığı önlemleri tanımlanabildi. Aşıların geliştirilmesi ile korunma adına önemli bir unsur daha eklendi. Ancak son dönemde ortaya çıkan varyantlar ile kaygılar artıyor" dedi.
Okyay, Ağustos başında Güney Afrika'da (B.1.351), Eylül ayında İngiltere'de (B.1.1.7) ve Aralık'ta Brezilya'da (P.1) yeni varyantların tanımlandığını belirtirken, "Şu anda önceliklendirilen üç varyantın tümü ülkemizde tespit edildi. İngiltere varyantının bulaşıcılığı yüksek. Yakın zamanda yayımlanan bir çalışmada, benzer şekilde ölüm riskini de artırdığı bulundu. Bugün itibariyle İngiltere varyantının ülkemizde baskın suş hale gelmeye başladığı söylenebilir. Üstelik virüsteki bu değişiklik ülkemizin açılma ile ilgili kararların alındığı bir döneme denk geldi" ifadesini kullandı.
Sağlık Bakanlığı'nın 7 günlük vaka sayılarını ve illere göre risk durumunu açıklamasının önemli olduğunu ancak yeterli olmadığını söyleyen Okyay, 'bilgi yönetimi'ne dikkat çekerek şunları söyledi:
"Ülkemizdeki pandemi yönetiminin en önemli sorununun 'bilgi yönetimi' olduğu kanısındayım. Vaka tanımının sınırlılığı, zaman içindeki değişiklikler ve buna bağlı bildirim farklılığının oluşması, ölüm sayılarının tanımının test pozitifliğine bağlı tanımlanması ile gerçek ölüm sayılarından çok daha düşük olması, haftalık epidemiyolojik raporlamaya ancak Haziran sonunda geçilip Kasım'ın son haftası sonrasında yapılmaması, yaş grupları başta olmak üzere vakaların dağılımı ve il içerisinde ilçeler gibi alt yerleşimlerdeki durumun paylaşılmaması gibi bilimsel pandemi yönetimi için gerekli bilgi vatandaşlarla paylaşılmadığı gibi, TTB ya da uzmanlık dernekleri gibi konuya katkı verebilecek paydaşlarla da paylaşılmamıştır. Şu anda en önemli gündemimiz olan yerinden yönetim ilgili olarak illerin risk renklendirmesine dayanak olan risk değerlendirmesinin kriterleri de yayımlanmamıştır."
Pandemi sürecininin çok önemli bir belirleyicisi olan aşıların yapılmaya başlanmasını 'sevindirici' olarak değerlendiren Okyay, bu konuda da bilgi paylaşımının önemine dikkat çekerek şunları söyledi:
"Sayın bakanımızın ifadesi ile aşıların çok yakın zamanda 100 milyon doz için anlaşma yapılması ve bunun çok kısa bir zamanda sağlanacak olması umut verici. Bu konuda da, şu ana kadar hedef gruplarda ne oranlarda aşı yapıldığı, aşının düşük yapıldığı durumların tespiti ve artırılması için yapılanlar paylaşılmalıdır.
"Ülkeye farklı aşı tiplerinin sağlanması ve bu aşıların bilimsel gerekçeler tanımlanarak risk gruplarına göre planlanması gerekli. Ülkemizde şu anda uygulanan aşı olan CoronaVac aşısı, klinik çalışmalarda güvenilir bir aşı. Ancak şu anda milyonlarca doz gerçek hayatta uygulandı. Aşılama sonrası yan etki izlemi de yapıldığı belirtilen aşı için bu veriler de bir an önce paylaşılmalıdır.
"Varyantların genetik çalışmasının ülkemizde yapıldığı ve örneklerin tüm illerden alındığı bilinmektedir. Benzer şekilde TÜİK ile birçok kez birlikte yapılan seroprevalans dediğimiz toplumda virüsle karşılaşma sıklığının bakıldığı çalışmaların sonuçları da bilinmemektedir."
Sağlık Bakanlığı'nın bu süreçte pek çok veriyi bilim insanları ve kamuoyuyla paylaşmadığına dikkat çeken Okyay, "Ülkemizin bu sürece katkı verebilecek birçok bilim insanının katkısı sağlanamıyor. Vatandaşlar açısından ise, özellikle gerçek durum ile ilgili bilgileri sınırlı olduğunda risk yönetimi ile ilgili sorunlar oluşuyor. Salgın yönetiminin en önemli bileşenlerinden biri şeffaflık ve bunun sonucunda oluşan güvendir" şeklinde konuştu.
Okyay, Türkiye'nin günde bir milyondan fazla aşı yapma kapasitesine sahip olduğunu vurgularken, yoğun aşılama sürecine kadar yapılması gerekenlere ilişkin de şunları söyledi:
"O zaman kadar, yerelde bilgiye dayalı bir yönetimle, vakaların arttığı odakları bulmak, ildeki test sayısını yüksek tutmak, temaslı izlemini sürdürmek, başta esnaflar olmak üzere tarafların örgütleri ile önlemlere uyum konusunda birlikte çalışmak, Tabip Odaları başta olmak meslek örgütleri ile işbirliği yaparak halkın sağlık okuryazarlığını ve uyumunu arttırmak, düğün, taziye gibi sosyal olaylarda tanımlanan sınırlar içerisinde yapılmasını sağlamak ve içinde eğitimin de olduğu kararlı bir denetim, sağlık sistemi kapasitesinin devamlı izlemi ile gerekli hallerde illerde kontrollü geçişler de dahil olmak üzere merkez yönetimin kriterleri ile desteklenmiş kararlı bir yerel irade süreçteki kayıplarımızı en aza indirecektir."
Türk Tabipleri Birliği (TTB) Merkez Konseyi Başkanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı da Sağlık Bakanlığı'nı bir yıllık salgın sürecinde şeffaf olmaması ve eksik bilgi paylaşması konusunda eleştirirken, bunun hem topluma hem sağlık çalışanlarına yönelik bedelinin çok ağır olduğunun altını çizdi.
Prof. Fincancı, bakanlığın Temmuz ayı sonu itibarıyla 'vaka' ve 'hasta' ayrımı yapmasını eleştiren Prof. Fincancı, "Sağlık Bakanı'nın bunu 'ulusal çıkar' diye savunduğunu gördük. Ulusal çıkarların da tümüyle ekonomik çıkarla ilişkili olduğunu biliyoruz. Normalleşme adı altında şu an gerçekleştirlenin de ekonomik çıkarın bir parçası olduğu muhakkak" dedi.
Fincancı, pandeminin başında "birinci basamak" olarak nitelendirdiği, doğru filyasyon uygulamasıyla sıfırıncı vakaya ulaşılması gerektiğini belirterek, "Salgını önlemek gerekiyordu, oluştuktan sonra tedavi etmek tabii ki gerekir ancak önce hastalığı önleyeceksiniz, hastalık olduğunda ve önleyemediğiniz koşullarda tedavi edeceksiniz. Biz birinci basamağı çökerttiğimiz için tedavi edici basamaklar olan 2. ve 3. basamaklarda yoğunluk arttı. Sadece salgın süreciyle değil, aynı zamanda tedaviye erişemeyen, diğer sağlık sorunları olan ancak sağlık kurumuna gidemeyen insanlarla da karşı karşıya kaldık" değerlendirmesini yaptı.
"Pandemi yönetimi yerine bir algı yönetimi var" diyen Prof. Fincancı, günlük tabloda verilen test sayısının yetersiz olduğunu savunurken, "Test sayısı gerçek tabloyu gösterecek düzeyde değil. Temaslılar, sosyal yardıma ulaşamadığı için işlerini kaybetme kaygısını yaşıyor ve temaslı olduklarını yeterli düzeyde bildirmiyor. Bütün bu sorunlarla, sıfırıncı vakaya ulaşma konusunda sıkıntılar yaşanıyor" dedi.
Sağlık Bakanlığı'nın günlük açıkladığı Koronavirüs verilerine güvenmediğini ifade eden Fincancı, "Test sayısı artırıldığınıda, bu vaka sayılarının çok daha yüksek çıkacağı bir gerçek. Değerlendirme yaparken -bu sayılara güvenmediğimiz için- olabildiğince belediyelerden erişebildiğimiz ölüm sayılarıyla, fazladan ölüm sayılarını hesaplamaya gayret ediyoruz. Fazladan ölüm sayıları itibariyle baktığımızda da tabloda 30 bine ulaşıyor rakam ama bunun 3 katı bir rakamla karşı karşıya olduğumuzu unutmamamız gerekiyor. Bunların tamamı doğrudan Covid-19'dan olmayabilir ama dolaylı olarak, sağlık hizmetine erişemediği için başka nedenlerle meydana gelmiş ölümleri de kabul etmek gerekiyor. Çünkü bu fazla ölümler doğrudan pandeminin yönetilememesinin bedelidir. Sahadan ulaştığımız verilerle bu rakamlara güvenmenin mümkün olmadığını sadece biz değil bütün Türkiye biliyor" diye konuştu
Fincancı, "Şeffaflıktan yoksun yaklaşım, epidemiyolojik ilkelere uygun olmayan adımların her biri toplumun ödediği bedel itibarıyla yaşam hakkı ihlali kapsamında değerlendirilmeli" görüşünü paylaştı.
Bu süreçte ilk ve ortaöğretimin yanında, ciddi dönüşümlerden biri de üniversitelerde yaşandı. Dönüşüme nispeten daha kolay uyum sağlayan üniversite öğrencileri, Yükseköğretim Kurulu'nun (YÖK) yaptığı ankete göre öğrencilerin yüzde 27'si üniversitelerde bahar dönemindeki eğitim sürecinin 'yüz yüze' olmasını, yüzde 47'si 'çevrimiçi' olmasını istedi. Öğretim elemanlarının yüzde 69'u da derslere hazırlık çalışmalarına daha fazla zaman harcadığını belirtirken, yüzde 43'ü öğrencilerin hem derse katılımlarının hem de başarı durumlarının azaldığını ifade etti.
Bahçeşehir Üniversitesi'nde öğretim üyesi Dr. Can Ertuna, uzaktan eğitim konusunda aktarılan örneklere göre "daha şanslı olduklarını" söylerken, "Gerek üniversitenin uzaktan eğitim altyapısı, gerekse öğrencilerin sahip olduğu donanım ve bağlantı altyapısı, ülkedeki internet altyapısında yaşanan sorunlar dışarıda bırakılacak olursa, uzaktan eğitimde önemli sorunlar yaşatmadı bize. Ancak elbette bu çok alışık olmadığımız sürece geçiş yaparken, hem biz içeriklerin ve ölçme değerlendirmenin yeniden düzenlenmesi konusunda ek bir çaba gösterdik hem de öğrencilerimiz bu yeni sistemde ders izleme alışkanlığı edinmeye çalıştılar. Bu süreçte ben de mümkün olduğunca öğrencilerin geri bildirimlerini göz önüne alarak bir ortak yol haritası çıkarmaya çalıştım. Bazı öğrenciler derslere konsantre olma güçlüğü çektiklerini aktardı, bazıları da derslerin kayıt altına alınması ve böylece sonradan izleme olanağının yüz yüze eğitime göre bir avantaj olduğunu söyledi" dedi.
Ertuna, ders içeriğinin online ortamda büyük oranda aktarılabildiğini ancak öğrencilerin "üniversite yaşantısının vadettiği" sosyal etkinliklerden mahrum kaldığını söyledi.
Ertuna öğrencilerin dikkatlerini canlı tutma konusundaki tecrübelerini ise, "Öğrencilerin özel hayatlarına dair hassasiyetler çerçevesinde onları sürekli kamera ve mikrofonlarını açık tutmak konusunda zorlamadık. Bence de her öğrencinin her an kamerasını açık tutması söz konusu olamayabilir; kalabalık ortamlarda, uygun olmayan koşullarda ders dinleyen bazı öğrenciler olduğunu biliyorum. Ya da herkes özel ortamını paylaşmak konusunda istekli olmayabilir. Ancak ‘keşke daha fazla sayıda öğrenciyle kamera üzerinden de olsa daha fazla etkileşim kurabilseydik' diyorum. Bu, dersi anlatanların motivasyonu için olduğu kadar diğer öğrencilerin motivasyonu ve etkileşimi açısından da önemli bence" sözleriyle paylaştı.
İnternet bağlantısının zaman zaman yetersiz kaldığını söyleyen Ertuna, "Türkiye'deki bağlantı kalitesi hâlâ birçok noktada sorunlu malum. Bu durumlarda ek dersler yaparak telafi etmeye çalıştık durumu. Zamanla uzaktan eğitimin belirli oranda kalıcı olabileceğini, hibrit bir modelin, yani bazı derslerin uzaktan, bazılarının yüz yüze verilir hale gelebileceğini ya da bir dersin belirli bölümlerinin yüz yüze, belirli bölümlerinin uzaktan eğitimle gerçekleştirileceğini düşünüyorum. Diğer tüm sektörlerde olduğu gibi bu zaten emekleme aşamasında bir deneyimdi, şimdi pandemi süreciyle birlikte bir anda büyük bir ivme kazandı" diye konuştu.
İstanbul Üniversitesi'nde öğretim üyesi olan Dr. Yiğit Yurder de öğrencilerinin genel olarak online eğitimden sıkıldığını ve kampüs ortamına geri dönmek istediğini dile getirirken, "Aynı şekilde ben ve çoğu konuştuğum meslektaşım da ekrana bakarak ders yapmak yerine sınıf ortamında yüz yüze eğitimin daha sağlıklı olduğunu düşünüyoruz. Sürekli evden yapılan dersler de genel olarak psikolojilerimizi çok da iyi etkilemiyor. Online eğitim bir çok kolaylığı olan bir eğitim yöntemi fakat kalabalık derslerde öğrenci ile olan etkileşimimizin fazlasıyla kısıtlandığı bir ortam olduğu için sınıftaki kadar verimli olamadığı zamanlar oluyor" diye konuştu.
Online eğitimlerde derse katılımın fiziksel eğitime kıyasla çok düşük bir seviyede kaldığını belirten Yurder, "Bazen öğrencilerin çoğunun tepki vermediği zamanlarda dersi kendi kendime anlatıyormuşum gibi hissettiğim oluyor" dedi.
Yurder, İstanbul Üniversitesi'nin teknolojik altyapısının iyi olduğunu ve fazla problem yaşanmadığını da sözlerine eklerken, "Her dersin olmasa da bazı derslerin uzaktan eğitim de kalıcı olacağını düşünüyorum" görüşünü paylaştı.
Boğaziçi Üniversitesi'nde öğrenci olan Yağmur Güzelsoy da online'a taşınan eğitim sürecini değerlendirirken, "Her şey çok hızlı bir şekilde gelişti, bir günde sınavlarımız iptal edildi, bahar tatili öne çekildi ve uzatıldı, yurtlardan çıkış yapmamız ve evlerimize gitmemiz istendi. O sürede hazırlanıp bilet bulup gitmek çok zordu. Eğitime ara verilince her yer kapatılır, en azından iki hafta karantinaya gireriz, sonra da aşamalı bir şekilde normalleşiriz sandım. Maalesef öyle olmadı" dedi.
Uzaktan eğitimle fiziksel eğitim arasında "korkunç bir uçurum" olduğunu dile getiren Güzelsoy, "Her an stabil bir bağlantınız ve uygun bir cihazınız yoksa zaten eğitimden kopuyorsunuz. Hocalar, uzaktan eğitimle öğrencilere, sınıfın durumuna hâkim olamıyorlar maalesef. Uygulamalı olması gereken dersler zaten çok daha verimsiz oldu. En azından bu dersler, eğitim yüz yüze dönene kadar ertelenebilseydi keşke. Tüm öğrenciler aynı imkanlara sahipmiş ve hayat normal devam ediyormuş gibi bir notlandırmaya tabi tutuldu. Gerçek bir ölçüm yapılamadığı gibi kopyanın da önüne geçilemedi hiçbir zaman. Uzaktan eğitimin tek iyi yanı derslerin kaydedilmesini olabilir, tekrardan dinleme şansımız oluyor" sözleriyle aktardı deneyimlerini.
Kampüs hayatından aile evine dönüşün kendisi için zor olduğunu anlatan Güzelsoy, "Ailenizle olduğunuz için mutlu oluyorsunuz ve fiziki şartlarınız tabii ki yurtlardan çok daha iyi. Ancak o ilk haftalar geçtikten sonra evde çatışmalar başlıyor. Çünkü üniversiteye ailenizin çocuğu olarak gidiyorsunuz ve gittikten sonra kendinizi keşfetmeye, kendi tercihlerinizi yapmaya başlıyorsunuz. Geri döndüğünüzde aileniz yolladığı o çocuğu bekliyor ama karşılarında kendi doğrularıyla başka bir yetişkin var artık. Kampüs hayatından kopmuş olmak, kendinizi ailenize kabul ettirmeye çalışmak, bir yandan korkunç sayılarla devam eden pandemi, sosyal hayatın tamamen bitmesi, ülkenin gündemi ve buna rağmen her şey yolundaymış gibi sizden beklenenler psikolojik olarak çok yıpratıcı. Eskisine kıyasla daha mutsuz ve umutsuz biri olduğumu söyleyebilirim. Eskiden insanları görünce motive olur ve keyifli vakit geçirebilirdim, şimdiyse insanlarla görüşmek benim için çok stresli ve biraz da rahatsız edici bir şey haline geldi" ifadelerini kullandı.
Yüz yüze derslerin sanal ortama taşınmasıyla, milyonlarca öğrenci kaliteli eğitimden mahrum kaldı. Psikolojik bir dönüşüme ayak uydurma zorluğunun yanında, bazı öğrenciler online eğitim materyallerini karşılayamadı. MEB'in verilerine göre, yaklaşık 5 milyon öğrenci, uzaktan eğitim sürecinde kullanılan Eğitim Bilişim Ağı'na (EBA) erişemedi. Devlet tarafından 500 bin tablet dağıtılacağı duyuruldu ancak bu sayı, ihtiyacı olan öğrencilerle kıyaslandığında yeterli olmadı.
Pandemiden önce geçimini temizlik işçisi olarak sağlayan ve gelirini bu süreçte kaybeden Nur Babacan, birinci sınıfa başlayan ve orta okula giden iki çocuğunun yaşadıklarını T24'e anlattı.
Geçim sıkıntısı çektiğini ve çocuklarının bir akıllı telefon üzerinden online eğitime, sırayla bağlanmaya çalıştığını aktaran Babacan, "1. sınıfa başlayan oğlum sürekli ağlıyordu. Görüntü olmadığı, yalnızca ses olduğu için 'bu kim' diye soruyor, derslere girmek istemiyordu. Birinci dönemde okuma-yazma öğrenmesi gerekirken yalnızca yazmayı öğrenebildi, okumayı hâlâ bilmiyor" diye konuştu.
Salgın sürecini 7 yaşındaki çocuğuna anlatmakta zorlandığını dile getiren Babacan, "Oğlum, 'salgın nedir, Koronavirüs nedir, neden hep evdeyim, neden okula gitmiyorum' gibi sorular sormaya başladı. Bu süreçte agresifleşti ve içine kapandı" dedi.
Orta okula giden kızının sürece daha kolay adapte olduğunu ancak internet ve materyal sorunu nedeniyle derslerin tamamına katılamadığını söyledi.
Devletin bu süreçte dağıttığı 500 bin tablet için başvuru yaptığını ancak geri dönüş sağlanmadığını söyleyen Babacan, Derin Yoksulluk Ağı sayesinde bir tablet temin edebildiklerini ve bir çocuğunun tabletten, diğerinin telefondan girmeye başlayabildiğini aktardı.
Maddi sıkıntılar nedeniyle evinde internet olmadığını da dile getiren Babacan, "Komşumuzun internetine bağlandığımız için hız sorunları yaşıyoruz. Çocuklarımın derse giremediği günler çok oluyor. Böyle durumlarda kendim ders yaptırmaya çalışıyorum ancak çok verimli olmuyor" dedi.
Babacan, devletin daha fazla destek olabileceğini söylerken, "Dağıttıkları bin lira kime yeter ki? İnterneti geçin, yeri geldiğinde maske alamadığımız oldu, ücretsiz yapacaklarını söylemişlerdi, onu da dağıtamadılar. Her konuda çok zorlandık" diyerek anlattı yaşadıklarını.
Esnaf da, pandeminin ekonomik sarsıntıların derinden hissetti. Salgın nedeniyle kepenk kapattırılan yüz binlerce esnaf ile yanlarında çalışan milyonlarca işçiye yeterli kaynak sağlanamadı. CHP'nin hazırladığı rapora göre, 2020'de 80 bin 166 esnaf sicil terkini, 19 bin 422 esnaf ise meslek terkinini gerçekleştirdi.
Devlet, bu süreçte esnafa "Gelir kaybı desteği" adı altında 3 ay süreyle 1000 lira, "kira desteği" ile de 500 ila 750 lira arası yardım yaptı, ve esnafın kullandığı krediler ertelendi.
Bunun yanında işyerindeki çalışmanın geçici olarak durdurulması ya da azaltılması halinde, sigortalılara, çalışamadıkları dönem için kısa çalışma uygulaması ödeneği sağlanarak işçilerin maaşlarının bir kısmı ödendi. Bunun dışında esnaf, işçilerin sigorta ödeneklerinin bir kısmını karşılayan kısa çalışma ödeneğinden yararlanabildi.
Biri Beşiktaş'ta, biri de Beyoğlu'nda olmak üzere 2 kafe sahibi olan Stefan Küçüknil, salgınla birlikte artan masraflar nedeniyle dükkanlarını devrederek özel sektörde çalışmaya başladı. Küçüknil, 11 Mart'tan bugüne kadar yaşadıklarını T24'e anlatırken, kısıtlamalarla birlikte başlayan sürece dair şunları söyledi:
"Mart-Haziran arasında oturduk. Her ay yeni bir şey bekliyorduk, hiçbir şey değişmedi. Elemanlara cepten para vermeye devam ediyorsun, çıkarmak yasak. Kimisi ayrıldı elemanların, bu defa onlara tazminat verdik. Para kazanamadık, bir de tazminat verdik. Kiraların bir kısmını ödeyemedik, mal sahibi istemeye başladı. Vergiler sadece ertelendi ki ben hâlâ o borçları ödüyorum. Daha geçen haftalarda tam bir yıl öncesinin stopajını ödedim."
Masrafların yalnızca bununla sınırlı kalmadığını belirten Küçüknil, "Mart ayında elimizdeki ürünlerin hepsi çöp oldu. İlk kapanışta büyük bir sıkıntı yaşadık. Sonbaharda kapandığımızda ise o kadar büyük sorun yaşamadık çünkü öngörüyorduk, kafelerin açık olduğu zaman da müşteri yoktu" dedi.
Salgına dair dükkan içindeki tedbirlerin de esnafa yük oluşturduğunu belirten Küçüknil, "Ceza yemeyelim derken daha da çok masraf yaptık. 6 masalık dükkanda 3 masa tutuyorsun, her köşeye dezenfektan koyuyorsun, ekstra hijyen ürünleri alıyorsun, ateş ölçer alıyorsun. Masrafımız artmıştı, iş zaten yok, oradan da kayba uğradık" şeklinde konuştu.
Küçüknil, o dönemde devletin esnafa destek olmadığını belirtirken, "Elemanlara az çok destek oldular ancak dükkan sahiplerine günahlarını bile vermediler" ifadesini kullandı.
"Her şey ertelendi, sonra hepsi birden istendi. Henüz dükkanı devretmeden sabahları saat 8-12 arasında başka bir işe maaşlı olarak girdim, cebimde bir harçlık olması için. Oradan çıkıp kendi dükkanıma gidiyordum akşama kadar. Dükkanı devredince tam zamanlı olarak buradaki işe geçtim.
"Bizim yurt dışında da tanıdıklarımız var, haberleri seyrediyoruz, işletmelere destek verildi. Vergiler de kesilmedi, hepsini aldılar. Çıkıp dediler ki ‘KDV'yi yüzde 1'e düşürüyoruz'. Dükkan kapalı olduktan sonra KDV yüzde 1 olsa ne yarar, yüzde 0 olsa ne yarar, zaten kapalı dükkan. ‘Dükkanın elektriği kesilmeyecek' dediler, geldiler kesmeye. İş olmadığında bile buzdolabını açık tutuyorum, sadece ona 2-3 bin lira elektrik faturası geliyor, iş olmasa da geliyor o para."
5 aydır tam zamanlı olarak başka bir yerde çalıştığını söyleyen Küçüknil, 2 dükkanını da kapattığını belirtiyor. "Cebimde 5 kuruş para yok, her kuruşu başka bir borca yatırıyorum. Bir ay stopajı, bir ay elektriği, bir ay tedarikçilerden aldığımın parasını. Halen bitmeyen kredileri ödemeye devam ediyorum" derken, "Ben bilseydim bu kadar kapalı kalacağını, o zaman kapatırdım dükkanı giderdim" ifadesini kullandı.
"Bağkur da dükkanların kapalı olduğu ayların parasını istiyorlar. Ödeyemediğim için bir yıl geç emekli olacağım. Devlet madem kapatıyor dükkanı, o günleri de sayması lazım. Seçenek çıkardılar, hepsini ödersen indirim var diye. Ödeyebilsem zaten öderdim. Öbür seçenek de hiç ödeme, borcun silinsin, ben de onu yaptım. O kadar insan işsiz dolaşıyor, ben en azından iyi kötü bir işe girdim."
Koronavirüs’ten en çok etkilenen sektörlerden biri sahne sanatları oldu. İlk vaka görülmesinin ertesi günü apar topar sahneler kapatılırken, binlerce oyuncu işsiz kaldı ve devletin başlattığı yardım kampanyaları kapsamına giremedikleri için pek çoğu ödenek alamadı.
İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda sözleşmeli olan ve aynı zamanda özel tiyatrolarda da sahne alan ismini vermek istemeyen bir oyuncu, "Bu süre içinde hiç gelir elde edemedik. Devlet tiyatrosu biri süre maaş ödemeye devam etti ancak sonra o da kesildi. Şu an geçimimi sağlayan tek şey daha önce yapmış olduğum birikim, hiçbir destek paketinden yararlanamadım" dedi.
Tiyatrolarda müzik teknisyeni, ışıkçı, gişeci dahil olmak üzere pek çalışan sahne önünde yer almayan oyuncu olduğuna da değinen sanatçı, "Hepimiz çok ciddi yara aldık ve en tatsız olan durum, diğer tüm mesleklerin; spor eğitmeni, kuaför, masöz gibi yakın temas gerektiren işlerin bile normalleşme döneminde devam etmesi ancak bizim edemeyişimiz olması. Hiçbir kazanç ve güvencemiz yoktu bu dönemde, üstelik devlet tiyatrosunda oyunların açıldığı kısa süre zarfında önlemeler alınmadığı için çok büyük kayıplar da oldu" diye konuştu.
Sanatçılar arasında ciddi depresyonlar ortaya çıktığını belirten oyuncu, sektörde yaşanan psikolojik zorlukları "İlk zamanlarda ‘az kaldı’ diye moral verdik birbirimize ve inanmasak da çok yakında biteceğine inandırdık kendimizi ama süre uzayınca daha ciddi bunalımlar ortaya çıktı. Şu anda karamsarlık içindeyiz, işin en kötü kısmı ise bunun nereye kadar devam edeceğini bilmememiz" sözleriyle anlattı.
Salgın döneminin en büyük etkilerinden biri şüphesiz insanların ruh halindeki değişim oldu. Uzman Psikolojik Danışman Duygu Betül Koca, "Her şeyden önce yoğun kaygı ve stres yaşadığımız bir dönem geçirdik" derken, insanların dünyaya ilişkin geliştirdiği 'güvenli yer' algısının yeniden yorumladığını belirtti.
"Çocuklar başta olmak üzere bu duyguları benzer yoğunlukta halen yaşayan bir çoğunluk olduğunu da söylemek lazım" diyen Koca, "Gerek belirsizliğin kendisi, gerek Covid-19 ve yakınlarımıza bulaştırma tehlikesi, gerekse varoluşsal kaygılar bu yoğun kaygı ve stresin temelini oluştururken buna bağlı depresif durumlar ve öfke patlamaları en sık karşılaştığımız sorunlar. Bunların ardından da yakınlarını kaybeden kişilerin yaşadıkları travma ve yas geliyor. Hastalığın bulaşıcı olması nedeniyle bazen birden fazla yakınını yakın aralıklarla kaybeden, özellikle çocuk ve ergenler çok güçlük çektiler" dedi.
Kısıtlama kararlarıyla birlikte eve taşınan yaşamımızla rutinlerin değiştiğine işaret eden Koca, "Bizleri başta sosyal olarak etkiledi. Sosyal hayatımız büyük bir sekteye uğrayarak; dokunabildiğimiz, sarılabildiğimiz yakınlarımız telefondaki bir sese, ekrandaki bir görüntüye dönüştü. Bu da özellikle daha dışadönük bireyler için mutsuzluğu, karamsarlığı, çökkünlük durumunu beraberinde getirdi. Aynı odada belki hatta aynı masada oturup çalışırken; her gün gittiğimiz okul ve iş yerlerimizin sosyal açıdan önemini yeniden fark ettik" ifadesini kullandı.Koca, şöyle devam etti: "Tabii zamanla fiziksel birçok etki de görmeye başladık; hareketsizlik sonucu fiziksel ve hormonsal fonksiyonel sorunlar, vücut ağılarında artış ve daha hızlı yorulmak gibi. Uzamış ve sınırı belirsizleşmiş mesai saatlerinin, internette geçirilen saatlerin ve oyun bağımlılığının artması da fiziksel zorlanmalarımızın diğer sebeplerinden denilebilir."
Psikolojik Danışman Burcu Güneş de gerçeklik algısındaki değişimin insanlar üzerindeki etkisine değinirken, şu ifadeleri kullandı:
"İnkâr etmek insanların kaygının yaratmış olduğu gerginliği azaltmak için başvurduğu savunma mekanizmalarından biridir. İnsanlardan bazıları bu kaygılarla baş etmek için virüsü tamamen yok sayıp gündelik hayatını ve sosyal ilişkilerini olduğu gibi sürdürme eğiliminde oldular. Ortada herhangi bir virüs veya salgın hiç olmamış gibi sosyal mesafe, maske gibi önlemleri de önemsiz buldular. Bazı insanlar ise virüsün tamamen ölümcül olduğunu ve önlem alınmış güvenli koşullarda bile bulaşacağını düşünüp sosyal ilişkilerini ve gündelik işlerini sürdüremez duruma geldiler. Bu iki durumda da aslında odaklanmamız gereken temalardan biri ‘gerçeklik'.
"Gerçeklik algısının değişmesi yaşanan problemlerden biri oldu. Kişiler gerçekçi oldukları kadar anksiyeteden uzak durdular. Gerçekçi olmayan düşünce ve davranışlar ise kişilerin kaygılarını ciddi oranda artırdı. Bunlar da zaten eğitim ve iş ortamının sanal ortamlara taşınmasıyla birlikte, evden hiç çıkmama, sosyal ilişkileri tamamen bitirme gibi sonuçlara yol açtı. Gözlemlendiği kadarıyla insanlar bu süreçte daha önce hiç olmadığı kadar kendileriyle vakit geçirmek durumunda kaldılar ve kendi kabuklarına çekildiler. Bu da insanların kendi duygu ve düşünceleriyle yüzleşip kendilerine yakınlaşmasını sağladı."
Güneş, karantina süresinin uzamasının çocuklar, gençler ve yetişkinler üzerindeki etkisine vurgu yaparak, "Depresyon düzeyinde ciddi bir artış oldu" dedi. Ailelerin sürekli evde bir arada olmasıyla aile içi rollerin de çatışmaya başladığını belirten Güneş, "Tam zamanlı annelik, babalık ya da çocukluk görevlerini yerine getirmek yorucu hale gelmeye başladı" şeklinde konuştu.
"İş ve okulun sanal ortama taşınmasıyla birlikte ‘zaman' temasının da bir zorluk olarak karşımıza çıktığını söyleyebiliriz" diyen Güneş, "Esnek çalışma ve eğitim saatleri sebebiyle hemen hemen her saate toplantı, eğitim, yazışmalar gibi işler yayılmış oldu. Bu sebeple de insanlar aslında 7/24 saat ulaşılabilir bir duruma geldi. Sınırlar ortadan kalkmış oldu. Sağlıklı sınırlar koymak ilişkiler için ne kadar önemliyse, zaman kavramı için de bir o kadar önemli. Sınırların olmadığı yerlerde mecburiyetten kaynaklanan işleri yaptıkları için insanlarda agresif tepkiler ve yine kaygılar da artmış oldu" açıklamasında bulundu.
Uzman Psikolojik Danışman Koca, insanların bu dönemde ilişkilerini yeni bir açıdan gözlemlediğini, yen, duruma adapte olan ilişkilerin varlığını sürdürebildiğini belirtti. "Kısa dönem için ilişkilerde çok büyük değişimlerin olacağını düşünmüyorum. Lakin özellikle bu dönemin çocukları büyüdüğünde büyük değişimler görülecek" diyen Koca, "Onların fiziksel mesafelerin artarak temasın daha az yaşandığı, sevgiye dair duyguların daha çok sözel kaldığı, kalabalık sosyal ilişkilerin daha az kurulduğu, yeni sosyal normların ortaya çıktığı, güvenlik ihtiyacının ön planda olduğu ilişkiler yaşayacaklarını düşünüyorum" ifadesini kullandı.
Psikolojik Danışman Güneş, teknolojik cihazlarla iletişimin artmasına dikkat çekerek ilişkilerde sosyal izolasyonun çok da yaşanmayacağını söyledi:
"Yüz yüze görüşmelerin yerini çevrimiçi görüntülü konuşmalar almış durumda. Zaman sınırının da olmaması sebebiyle pandemi sonrasında da çevrimiçi görüşmelerin devam edeceğini ve insanlar tarafından çokça tercih edileceğini tahmin edebiliriz. Yani dijitalleşen ilişkiler bizi bekliyor."
Pandemi öncesi davranış ve tutumların sürdürülmesini beklemediğini belirten Burcu Güneş, salgın sonrasında daha sorumlu bir toplum yapısı beklediğini ifade ediyor:
"Yaşam hakkımızı elimizden alan bir organizmayla birlikteyiz; tıpkı daha önceden bizim de bir başkasının ya da bir şeyin var oluşunu elinden aldığımız gibi. Sonuç olarak da daha sorumlu bir toplum olmamız kaçınılmaz oluyor. Hem kendimize hem topluma hem de doğaya karşı sorumluluğumuz artmış durumda. Bu süreçten ancak bu şekilde çıkabiliriz ve bu sorumluluğun kalıcı olması gerekiyor ki almış olduğumuz dersi tekrarlamayalım."
'Salgından belki de en çok etkilenen kesimin çocuklar olduğunu' söyleyen Koca, "Keşfedecekleri koca bir hayata camdan ya da ekrandan bakmak zorunda kaldılar. Akranlarıyla uzunca süre bağ kuramadılar. Bu nedenle çok yoğun kaygı ve korkuları olan çocukların gelecekte derin sosyal kaygılar yaşayacaklarını düşünüyorum" dedi.
Koca, çocukların daha az dışarı çıkan, daha az sosyalleşen bireyler olabileceğini söylerken, salgının bir başka etkisinin de çocuklardaki 'temizlik takıntısı' olabileceğini belirtti. Koca, şu ifadeleri kullandı:
"Birçok çocuk bu dönemde hastalık korkusu ile birlikte temizliğe daha duyarlı hatta takıntılı hale geldi. Sırf bu nedenle dışarı çıkmak istemeyen; parka, bahçeye hatta okula gitmek istemeyen, evde kalmayı her şeye tercih eden birçok çocuk var. Eğer bu dönemde bir uzmandan destek alınmazsa ileride bu obsesyonların giderek artacağını ve hatta farklı alanlarda da kendini gösterebileceğini düşünüyorum."
"Son olarak, bu süreçte yaşadığımız panik, korku, stres, heyecan vb. gibi tüm duygularımızın beklenmedik şartlara verdiğimiz gayet insani ve doğal tepkiler olduğunu unutmamamız gerektiğini söylemek istiyorum" ifadesini kullanan Koca, "Bu duygular onlarla birlikte kalabildiğimiz optimum/ işlevsel seviyede oldukları sürece bize fayda da sağlayacaklar. Kendimize duyduğumuz şefkat de bu dönemin en büyük destekçilerinden biri. Eğer yaşadığımız bu duygular giderek azalmıyor, hayatımızı işlevsiz hale getiriyor ve fizyolojik sağlığımızı da etkiliyorsa psikolojik yardım almayı düşünmemiz gerekiyor demektir" şeklinde konuştu.