Hazal Özvarış
“Politik psikolojinin duayeni” olarak bilinen Prof. Dr. Vamık Volkan, söyleşimizin dün yayımlanan ilk bölümünde, Türkiye’deki “dinî kimlik” sorununa ilişkin görüşlerini paylaştı.
“AKP'nin geleneksel değerlere dönüşe verdiği destekle çoğu kurum ve kişiye politik amaçlar için dini gasp etme izni verdiğini” savunan Volkan, ilk bölümde “Türkiye'nin İslamî bir rejime evrilmeyeceğini” de vurguladı.
Prof. Volkan, T24'e verdiği söyleşinin ikinci bölümünde, Kürt sorununa ilişkin görüşlerini dile getirirken “Tarihin etnik periyodu Türkiye’yi çok fena vurdu” ifadesini kullanıyor.
Kürt sorununa çözüm arayışında Ekopolitik şemsiyesi altında çalışmalar da yapan Volkan, “barış sürecinin; milliyetçi ve dinci Kürtlerle, milliyetçi ve dinci Türklerin üzerinde anlaşacağı önerilerle başlayacağının” altını çiziyor.
Prof Volkan'a, iş adamı İshak Alaton'un “Türkiye'deki bölünme vehimlerini tedavi etmek” için gündeme getirdiği “Kürtlerin gerçekten ayrılıp ayrılmak istemediklerini onlara soralım” teklifini de sorduk. Volkan, Alaton'un önerisini, “ciddi bir sivil toplum süreci başlatılması ve halkın, hükümetin, partilerin katılımı” kaydıyla “çok önemli fikir” olarak değerlendiriyor.
Sözü fazla uzatmayalım ve dünyanın birçok bölgesinde yaşanan ihtilafların çözüm sürecinde aktif çalışmalar yapan Prof. Vamık Volkan'a bırakalım. Buyrun...
- Etnik kimliğin 1980’lerden itibaren ön plana çıkmaya başladığını söylediniz. Kıbrıs’ta doğan bir Türk olarak Kürt kimliği sizin gözünüzde ne zaman oluştu? Değişimi nasıl yaşadınız?
1950’de Kıbrıs’tan Türkiye’ye 6 yıllık tıp eğitimi için geldim. Aksanım uyum sağlayana kadar arkadaşlarım Kıbrıs Türkü olduğumu anlıyorlardı. Aslında, rutin hayatımda tanıştığım herkes Türkçeyi farklı bir aksanla konuşuyordu. Ama insanlara doğdukları yerler veya etnisiteleri nedeniyle mi aksanları olduğunu sormuyorduk. Bu yıllarda, Güneydoğu Anadolu’ya hiç gitmedim ve orada Kürt kökenli insanların çoğunlukta olduğunu, çoğu Kürt çocuğun ilkokula gidene kadar sadece kendi dillerini konuştuklarını bilmiyordum. Bu konuda cahil kaldım. 1974 yılında Amerika’dan Ankara’ya geri döndüm ve 13 ay Ankara Üniversitesi’nde misafir psikiyatri profesörü olarak çalıştım. O günlerde herkes Türkiye’nin Kıbrıs’ta yaptıklarının heyecanı içindeydi; etnik kimlik, ön planda değildi. Örneğin, Yaşar Kemal’in Kürt kökenli olduğunu o zamanlar bilmiyordum.
Ancak bugün, işleyiş çok daha farklı. Norman Itzkowitz’in tabiriyle “tarihin etnik periyodu” Türkiye’yi çok fena vurdu. Artık herkes yakından veya uzaktan tanıdığı kişilerin etnisitelerini biliyor. Tarihi olayları, bu olayların oluştuğu zamanlarda var olan sosyal ve politik modellere göre algılamamız gerekiyor. Türkiye Cumhuriyeti doğduğu zaman var olan en iyi “modern” devlet modeli, yeni Türkiye’ye model oldu: Etnisite ve din bağlantılarına bakılmadan herkesin eşitlik kazanması, laiklik, serbest seçim, bilimsel kurumları geleneksel ve dini inançların etkisinden kurtarma ve kapitalizmi öğrenme… Bir bakıma Türkiyeli herkese “Türk” dendi. Aynı zamanda İslam dinini her Türkiyelinin kendine ait olduğunu hissedebileceği bir şekle sokmak istendi. Dini kurumlar, şeyhler ve dervişlerin halkı kontrol etmesi yerine, inandığı dini anlayan halkın dini kurumları kontrol etmesi, onları baskılardan kurtaracaktı. Yeni Türkiye’nin kurucusu Mustafa Kemal’in Türkiye’de din ile alakalı yaptıklarını, XVI’ıncı yüzyılda VIII. Henry’nin İngiltere’de İngiliz reformasyonu olarak bilinen Roma Papalığı’ndan ayrılmak için yaptıklarına benzeten enternasyonal akademisyenler vardır.
Kısacası, Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu zaman var olan en iyi sosyal ve politik modern devlet modelinden yola çıkarak, yeni Türkiye’deki İslam dinini “Türkleştirmek” ve Türkiye’de yaşayan herkese eşitlik tanımak istemişti.
Son on yıllarda, birçok nedenin etkisi altında, Atatürk’ün modernleştirme çabalarına ve bilhassa Atatürk öldükten sonra onu takip edenlerin yaptıklarına “dine karşı gelmek” ve etnik “asimilasyon” yapmak olarak bakılmaya başlandı. Dine yatırım yapan bazı kişiler Atatürk’ün kendilerini mağdur ettiklerini fısıldamaya başladı ve birçok Kürt, kendilerini etnik kimlikleri nedeniyle aşağılanmış hissetti. PKK başlangıçta sol bir örgüttü, ancak sonra etnik Kürt örgütü oldu. Zamanla, Kürtlerin aşağılandığı ve/veya gerçekten yaralandıkları trajik olaylar kamuoyuna yansımaya başladı. Buna rağmen, beni olumlu olarak en çok etkileyen şey, Türkler arasında Kürtlere karşı habis bir ırkçılık gelişmemesidir.
- Kürt sorununda aktif bir rol alarak Ekopolitik’te danışmanlık yaptınız. Ekopolitik’in Türkler ve Kürtler arasındaki diyalog girişimi; Kürt açılımı girişiminden, dolayısıyla hükümetten ne kadar bağımsızdı?
Bugünlerde akil kişilerden kurulacak bir komisyonun Kürt işleri üzerinde çalışması fikri konuşuluyor. 2009’da böyle bir girişimi İstanbul’da Ekopolitik olarak bilinen bir sivil toplum örgütünün yapmaya başladığını hatırlatmak istiyorum. Büyük Çatı Projesi’ne başlarken, Ekopolitik’in lideri ve genel koordinatörü Tarık Çelenk’le proje boyunca hiçbir şeyin gizli yapılmayacağı, AKP veya hiçbir parti adına çalışmadığımız hakkında anlaştık. Ben, Ekopolitik’in danışmanı olarak, diyalog toplantılarını yönetecek ve etnik problemleri olan birçok ülkedeki geçmiş deneyimlerimi kullanarak muhalif iki grubun, bu büyük soruna empatiyle bakmalarına, farklı algıları öğrenmelerine yardım edecektim.
Büyük Çatı’nın ilk buluşması 16-17 Kasım 2009’da yapıldı ve görüşmelerin her kelimesi Ekopolitik tarafından yayımlandı. Devamında 2011’in sonuna kadar birçok buluşma ve benzeri aktivite gerçekleştirildi. Bunların AKP’nin Kürt açılımına cevaben yapıldığı düşünüldü ama Ekopolitik’teki kişiler de hükümetin benzer bir açılım çıkışı yapmadan önce Kürt meselesine dair sivil bir çalışma başlatmalarıyla gurur duydu. İstanbul’daki ilk Kürt-Türk toplantıları ardından Sayın Beşir Atalay da Ekopolitik üyeleri arasına katıldı ve katılımcıların raporlarını dikkatle dinledi. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de Tarık Çelenk ve beni proje kapsamında çağırdı ve biz de kısaca gelişmelerimizi aktardık.
- Ekopolitik kapsamında yapılan Büyük Çatı projesi için önerdiğiniz yöntem neydi?
Ağaç Modeli’nden yararlanabileceğimizi kararlaştırmıştık. Bu modeli Türkçeye de çevrilen yazılarımda ve kitaplarımda anlattım. Bu, adım adım ilerlenmesi gereken, hızlanmadan, yavaşça dalları kuvvetlenerek yeni dallara geçilecek bir model. Bu modelin Kürt açılımı için kullanılabileceğini Beşir Atalay’la görüşmemizde de dile getirdim. Çekirdek kadromuz belirlendikten bir süre sonra Hakkâri ve Mersin’de de çalışmaya başlandı. Oradaki sivil toplum örgütleri temsilciler, yerel siyasiler ve iş adamları ile de görüşüldü.
- Ekopolitik çatısı altında gerçekleştirdiğiniz gayri-resmi diyaloglar için kilit noktalar neydi? Sınırlı sayıdaki Kürt ve Türk çekirdek kadroyu nasıl seçtiniz?
“Türklük”ün farklı uyarlamaları var olduğundan sadece bir çeşit Türk veya Kürt’ten daha fazlasının yan yana gelmesi gerekiyordu. Türkiye’de yaşamadığım için projede olması gereken etkili Kürt ve Türklerin kimler olduğunu bilmiyordum. Bu iş Çelenk ve yönetici Murat Sofuoğlu’na kaldı. İlk toplantıyı aldığımızda çabalarından etkilendim, çünkü katılımcılar arasında milliyetçi Türkler de vardı, dindar Kürtler de, kadınlar da…
- Toplantılarda size çarpıcı gelen diyaloglar neler oldu?
Beklenmedik hayat hikâyeleri, bir grubun duygusal durumunu tarihsel olaylardan daha iyi ifade edebiliyor. Örneğin Gültan Kışanak’ın kızına dair anlattığı anı... Gültan Hanım’ın vakit darlığından anaokuluna götüremiyor, komşu bir Türk adam kızını götürmeye teklif edince, “tamam” diyor. Ancak, akşam kızı “neden onu terk ettiğini” soruyor. Gültan Hanım, ne olduğunu sorunca kızının, isminin Kürt olduğunu belli etmesinden korkarak kendisini Evin diye tanıttığını anlattı.
Toplantıdaki Türkler, Kürtler “Biz Kürdüz” dedikçe kendilerini “Biz Türküz” derken bulduklarını söyledi. Katılımcıların, 40 bin ölümün milyonları yasa soktuğunu fark etmelerine yardımcı olmaya çalıştım. Bu kadar çok insanın yas tutması çaresizliği, suçluluğu ve öfkeyi ebedileştirir ve vatandaşın gündelik ilişkilerini değiştirir. Katılımcılar da zaten kişisel deneyimleri nedeniyle bunu rahatlıkla görüyordu. Hepsi bu problemden, terörden ve ölümlerden ne kadar yorulduklarını anlattı. Hatta eski bir PKK üyesi, çözüm için ayrı bir Kürt devletini hayal bile edemediği ve tüm vatandaşlara saygılı siyasi bir çözüme odaklanılması gerektiğini söyledi.
Çekirdek grupla ikinci buluşmamızda yan yana oturan üç kişinin yaşadıkları da çok etkileyiciydi. Biri 1962 doğumlu Seydi Fırat. Fırat, 1980’de Türkiye’yi terk ediyor ve Almanya, Fransa gibi ülkelerde bir süre kaldıktan sonra Bekaa Vadisi’ne ve Kandil’e gidiyor. 1999’da PKK, Fırat dâhil 8 kişiyi teslim etme kararı alıyor. İkinci isim Mete Yarar, sadece PKK ile mücadelede 10 sene harcamış bir asker. Üçüncü isim de 2005’te emekli olmadan önce MİT Müsteşar Yardımcısı olan Cevat Öneş. Çok geçmeden tüm çekirdek kadro, Öneş’in Fırat’ı öldürmek üzere plan yapan üst düzey MİT yöneticileri arasında olduğunu fark etti. Mete Yarar da bu görevi yürütme işine karışmıştı. Şimdi ise ölümlerin son bulması gerektiğini, tek başına askeri çözümün illüzyon olduğunu söylüyorlardı. Bu birliktelik hali, Kürt sorununun çözümü için “tarif”ler aramaya cesaretlendirdi.
- Vamık Bey, bazı Türk milliyetçilerinin zihninde Kürt siyasetine ilişkin olarak “Aslında Türkiye’yi bölmek istiyorlar” algısı yatıyor. İki taraf bir araya geldiğinde bu ve benzer algıların yıkılması ve ertesinde “tarifler” çıkarmak ne kadar kolay oldu?
Türkiye’yi bölmek isteyen Kürtlerin ve Türkiye’de Kürtler yokmuş gibi davranan Türklerin var olduklarını kolayca tahmin edebiliriz. Ekopolitik toplantılarına katılan kişiler böyle insanlar değildi. Türk katılımcılar Kürt katılımcıların Türkiye’yi bölüp, kendi devletlerini kurmayı düşünmediklerine ikna olduklarında tarifler çıkarmak kolaylaştı. Katılımcıların hepsi, Türkiye Türkleri ve Kürtlerinin ayrılmasının gerçekçi bir fikir olmadığı konusunda hemfikirdi. Ancak başka “psişik gerçeklerin” de hakiki gerçeklerle ikame edilmesi gerekiyordu. Örneğin, “milliyetçi” Türkler, bazı Kürt mitinglerinde Kürtlerin Türk bayrağını göstermediklerine inanıyorlardı ve böyle bir durum olmadığını öğrenince şaşırdılar.
- Sizce, bölünme kaygısının temelinde Türkiye’nin tarihindeki Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması nasıl bir rol oynuyor?
Toplumun yas tutmasını uzatan nedenlerden biri tarihi olayların süreci etkilemesi de olabiliyor. Osmanlı çöktü, sonra karizmatik bir lider geldi ve yeni Türkiye’nin kuruluşunda Türkler ve Kürtler eşit kurgulandı. Buna benzer büyük tarihi değişimlerden sonra, toplumlar yas tutmaya 50 sene sonra başlar.
Atatürk öldükten sonra 50-60 sene sonra Türkiye toplumunda Osmanlı’ya geri dönüş, yani geç bir yas tutma süreci yaşanıyor. Bu da çok önemli, çünkü tarihte devamlılık lazım. Mesela, kitapçılarda Osmanlı kitapları satılıyor. Yani, yas tutma derken sadece ağlamaktan bahsetmiyoruz. Yas tutmak, kaybettiğine dair kendini özdeştirebileceğin bir imaj da aramaktır, ona tutunmaktır. Ölene kadar yas tutabilirsiniz, bu sizi illa ki incitmez.
Son yüzyılda 5 milyon Osmanlı, mülteci olarak Anadolu’ya geldi. Beş Türk ile tanışıyorsunuz, dördünün ailesi muhacir olarak Türkiye sınırına gelmiş. Bu, Türkiye’de yas tutma için çok önemli. Kürt ve Türkler çok uzun zamandır beraber yaşıyor. Bu iki grup arasında bir aradalık alışıldık. Bu nedenle, Kürt meselesinin çözümü Estonya ve Rusya meselesinin çözümünden daha kolay.
- Şahısların isminin geçtiği soruları yanıtlamadığınızı biliyoruz, ancak bir istisna yapmanızı dileyerek işadamı İshak Alaton’un Uluslararası Barış Meclisi’nde Kürt meselesine dair dile getirdiği şu cümleleri hatırlatacağız: “Her şeyden önce bölgede insanların ayrılmayı isteyip istemediklerini görebilecek çalışmaları yapmalıyız. Kürtlerin gerçekten ayrılıp ayrılmak istemediklerini hem kendileri, hem biz, yani Türkler görmüş olacağız. Bu her iki tarafı da güçlendirici bir konuma getirecektir. Bunu yapmış birçok ülke huzur içinde yaşamaktadır. Kanada’da Quebec’te referanduma gittiler ve bangır bangır ayrılmak isteyenler azınlıkta kaldı. Büyük bir ihtimalle Türkiye’de de böyle olacaktır. Bunu yapalım ve diyelim ki ayrılmak isteyenler azınlıkta ve çoğunlukla birlikte yürüyelim. Böylece ulusal bölünme vehimlerini tedavi edeceğiz.” Kürtlere ayrılmak isteyip istemediklerini soran bir referandum, Türkiye’deki bölünme korkusunu sonlandırabilir mi?
Böyle bir şeyin ciddi bir sivil toplum süreci başladıktan ve orada ortaya çıkan ve ayrı “background”dan gelen katılımcılar tarafından paylaşılan fikirler hükümet, partiler ve halk ile paylaşıldıktan sonra düşünmeli. Aklımda kaldığına göre Ekopolitik toplantıları sırasında bu konuda bazı araştırmalardan söz ediliyordu. Yine aklımda kaldığına göre bu araştırmalar Türkiye'de yaşayan Kürt asıllı vatandaşların çok büyük bir kısmının Türkiye'den ayrılmak istemediklerini gösteriyordu.
Yukarıda bahsedilen fikir çok önemli. Fakat bu söyleşi sırasında tekrar tekrar üzerinde durduğum bir şey var: Bir süreç başlatılmalı, süreci politikacılar desteklemeli ve yavaş yavaş yol alınmalı. Teker teker çok güzel fikirler ortaya çıkabilir. Fakat bir süreç yoksa olumlu bir şey gelişse bile olumsuz bir şey açılan kapıyı kapatır.
- Ekopolitik’teki diyaloglardan yola çıktığınızda, Kürtler sizce ne istiyor?
Kürt katılımcılar, en çok istediklerinin Kürtlerin aşağılanmasının kalkması olduğunu belirttiler. Ana konulardan bir tanesi insan haklarını, özellikle Kürt dilinin kullanımına dair özgürlükleri yasalar aracılığıyla koruma altına almak. Ve aşağılayıcı işaretleri kaldırmak. Örneğin, Hakkâri’ye girerken çok büyük ve herkesin göreceği “Ne Mutlu Türküm Diyene” tablosunun orada yaşayan Kürtleri duygusal baskı altına almak için yapıldığı ortaya çıkıyor. Bu tablonun yeri Türk milliyetçiliğinin ve gururunun bir sembolü olarak seçilmemiştir, Kürtleri aşağılamak için seçilmiştir. Bu tablonun başka bir yere taşınmasını Türklerin aleyhinde bir süreç olarak algılanmaması konuşulmuştur. Kürtçe dersler verilen okullar açmanın yanı sıra, Kürtlerin çoğunluk olduğu bazı kasaba ve şehirlerin orijinal Kürt isimlerini yeniden kullanmak istiyorlardı.
- Bu taleplerin gerçekleşmesi “aşağılanma” duygusunu kaldırmak için yeterli mi?
Niye acele edelim? Toplantıya katılan herkesin, “milliyetçi Türk”, “dinci Türk”, “milliyetçi Kürt”, “dinci Kürt”ün (toplantıda böyle ayrımlar yapmadık, bu terimleri daha iyi anlaşılmam için kullanıyorum) kabul edeceği öneriler üzerinde çalışmakla beraberlik sağlanır ve barış süreci başlatılabilir.
- Abdullah Öcalan hakkında bir psikobiyografi kaleme almıştınız. Diyalog boyunca Kürt katılımcılar size rahatlıkla güvenebildi mi, yoksa çekinceleri oldu mu?
Yaşayan kişiler üzerinde psikobiyografi hazırlamak etik sorular ortaya koyar. Abdullah Öcalan hakkında yazdıklarımın tümü onun ağzından kendi çocukluğunu ve yaşamını anlattığı bir kitaptaki hikâyelere dayanıyor. Başkaları ile onun hakkında konuşmadım. Kendi söylediklerine dayanarak iç dünyası hakkında bazı düşüncelerimi yazdım.
Bir toplantı arasında Seydi Fırat, benimle ayrı konuşmak istediğini söyledi. Seydi Fırat’ın Öcalan’la irtibatta olduğunu ve benim “nötr” kalma niyetimden emin olmak istediklerini hissettim. Seydi Firat’in Öcalan hakkındaki psikobiyografiden haberdar olduğuna dair bazı izlenimler edindim. Bu düşüncelerimin doğru olup olmadığını bugün de bilmiyorum.
Bu projeye başlamadan önce bir televizyon programında, Kürt meselesinin çözümü için Türk hükümetinin Öcalan’la direkt görüşmesinin uygun olup olmayacağını sormuşlardı, ben de uygun olmayacağını belirtmiştim. Şimdi de Seydi Fırat neden bu yanıtı verdiğimi bilmek istiyordu. Eğer o senelerde Türkler arabulucu olarak Öcalan’a maruz kalırlarsa, büyük bir geri tepme yaşanacağını ve Kürt meselesini daha da kötüleştireceğini söyledim. Ayrıca, Seydi Fırat’a Kürt meselesi ile politik olarak ilgilenen herhangi bir Kürdün, istediği zaman Öcalan’a danışabilmesinin serbest olmasının daha doğru olacağını düşündüğümü söyledim.
- Geçtiğimiz günlerde Öcalan’ın ev hapsine çıkma ihtimali Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç dâhil birçok kişi tarafından telaffuz edildi. Sizce, Türk toplumu bugün Öcalan’ın İmralı’dan çıkmasını kaldırabilir mi? Öcalan’ın ev hapsi, hangi koşullarda mümkün olabilir?
Siz de Ekopolitik’te bir danışman olarak çalışırken, Türkiye basınında çok defa yazılanlar gibi, “Vamık Volkan”ın öneriler verdiğini düşünerek sualler soruyorsunuz. Ekopolitik ile çalışırken ben bir tek öneride bile bulunmadım. Katıldığım toplantılar sırasında katılımcıların bana güvendiğini sezdim, çünkü kullandığım metoda göre amacım katılımcılar arasında açık ve derin bir diyalog kurmayı başarmaktı. Kullandığım metot klasik psikanalizden alınmıştır. Psikanalist, divanında yatan kişiye şunu yap veya bunu yap demez. İç çatışmalarının nedenini anladıktan sonra analiz yapılanlar kendi problemlerini çözmek için yeni ve olumlu yollar bulur.
Ağaç Modeli’nde de bu modeli idare edenlerin önerileri yoktur. Kendi büyük gruplarını temsil eden katılımcıların birbirlerini anlamaları, açıkça konuşmalarını sağlamak vardır. Öneriler katılımcılardan gelir. Türlü türlü arka plana sahip katılımcılar bir öneriyi kabul ederlerse, o öneriyi gerçekleştirmek için zaman gelmiş olur.
- Oslo’da masaya oturanların Öcalan değil, PKK yöneticileri olması kamuoyunun tepkisini yumuşatmış olabilir mi? PKK yöneticileri, Öcalan’a kıyasla daha mı kabullenilir? Arkasında Öcalan olduğunu bildiği halde kamuoyu algısı nasıl bu kadar farklı şekillenebiliyor?
Oslo görüşmeleri hakkında benim bilgim yok. Oslo görüşmeleri basına yansıdıktan bir süre sonra Kuzey İrlanda’da terörizmin sona ermesinde çok büyük bir rol oynayan ve bugün İngiltere’nin Lordlar Kamarası’nda Liberal bölümün başı ve aynı zamanda bir psikanalist olan ve uzun seneler dünya işleri üzerinde beraber çalıştığım Lord John Alderdice ile Beşir Atalay’la görüştük. Biz Sayın Atalay’dan Oslo görüşmeleri hakkında bize açıklama yapmasını istemedik. O da bize Oslo’da olanlara dair bilgi vermedi. Lord Alderdice ve ben Sayın Atalay’a akil kişilerden oluşan politika dışı ve toplum psikolojisini göze alacak bir grubun sivil bir toplum projeleri başlatmasının ve bu sürecin hükümet ve politik partiler tarafından öneme alınmasının önemini anlattık.
Toplum psikolojisini düşünmek gerçekleri görmemek değildir. On yıllardan beri Türkiye’nin etnik problemi üzerindeki sorununun barışçıl yönde çözülmesi için kapılar açılmış ve kapılar kapanmıştır. Şimdi de Suriye’deki durum nedeniyle bu soruna yeni bir gerçek katılmamıştır. Ben Ekopolitik danışmanı iken tekrarladığım bir şey vardı: Eğer Türkiye içinde, Türkiye’deki bu büyük trajediyi durdurmak için bir sivil toplum projesi gelişirse “yağmur da yağsa, kar da yağsa, güneş de yaksa” sistematik olarak yola devam etmek gerekiyor.
- Vamık Bey, peki Kürt sorunu çözülmezse, Türkiye bölünür mü? Ya da şöyle soralım; Türkiye’yi ne böler; hangi yanlışlardaki ısrar, hangi adımları atmama inadı parçalar?
Bunu değil, ne yapılması gerektiğini sormak gerek. Bakın, en büyük Kürt şehri hangisi? İstanbul. Diyelim ki bir Kürdistan veya benzer bir yönetim sistemi kuruldu, buradaki Kürtler Türkiye’yi bırakıp gidecek mi? Hayır. Ne olursa olsun, çoğu Türkiye’de kalır. Çünkü işleri, evleri, hayatları burada.
Yapılması gereken, Yahudi’yle, Ermeni’yle, herkesle araya ırkçılığı sokmadan, karşılıklı hürmetle konuşmalıyız. Kürt meselesi ortaya çıkalı yaklaşık 30 sene oldu ve çözüm süreci hâlâ başlamadı. Bu ihtimali geliştirmek lazım.
Her ülkede çeşitli yaşamlar var. Ekopolitik’teki 16 kişi Türkiye’deki her grubu temsil ediyordu. İçim çok rahat etmişti. Çünkü arka zemini bu kadar farklı olan insanlar bağırmadan birbirleriyle konuşabiliyorlardı. Bütün mesele bu, aşağılamamak ve hürmet etmek.
- Kürt meselesinin çözümü için atılan adımlar, çözüm sürecinde olunduğuna dair bir işaret değil mi?
Bir kapı açılıyor, sonra kapanıyor. En son Leyla Zana’nın Başbakan’la görüşmesi bir kapı açtı ama şimdi de Suriye oldu. Açılan kapı kapandı. Siyasi gerçekler var ama Kürt sorununun çözümü için Türkiye’nin kendi içine dönerek bir sürecin başlaması gerekiyor. Başlatıldıktan sonra da denemelere geçip, sürecin kesintiye uğramadan devam etmesi lazım. Süreç sistematik ilerlemeli. “Akil adamlar” yönteminden bahsedilmeye başlandı. 30 senedir devam eden Kürt sorununu çözmek için daha fazla beklememek ve bunu hemen yapmak şart.
- 34 PKK’lının Türkiye’ye giriş yaptığı Habur olayının kamuoyu tarafından olumsuz karşılanmasının nedenleri sizce nelerdi?
Habur, Ekopolitik’in ilk Büyük Çatı toplantısından bir ay önce gerçekleşti. Seydi Fırat’ın da eşlik ettiği bu “Barış Grubu” üyelerine herhangi bir dava söz konusu olmadan özgürlükleri verildi. Sayın Beşir Atalay, bunun açılımın bir parçası olduğunu ve devamının geleceğini söyledi; ancak Türk halkı, PKK üyelerinin gerilla “üniforma”larıyla girdiğini görünce negatif cevap verdi. Çünkü bu üniformalar, terörü, ölümü ve acıyı hatırlattı. Daha sonra bir Ekopolitik toplantısında Seydi Fırat, PKK’lı Kürtlerin sivil kıyafet giyecekleri vakitlerinin olmadığını söyledi.
Daha sonra çekirdek üyelerden (eski MHP’li, ülkücü) Musa Serdar Çelebi bu konuyu tartışmaya açtı. PKK’lıların dönüşü için neden psikolojik tavsiye almadıklarını merak ettiler. Çelebi, eğer PKK’lılar Türk bayrağı taşıyarak gelselerdi, özellikle milliyetçilerin bakış açısının farklı olacağını söyledi. Seydi Fırat’a bu ihtimalin Kürtler için kabul edilebilir bir şey olup olmadığını sordu. Yanıt, evet oldu. Daha sonra Kürtler ve Türkler bu “tarifler” üzerinde anlaştı.
- Proje boyunca üstünde uzlaşılan ve sizin filtrenizden geçen çözüm yöntemleri arasında bugün geçerliliğini koruyan başka “tarifler” neler?
Lisan hakkında çıkan tarifler vardı. Örneğin, Finlandiya’da yaşananlar bir seçenekti. Finlandiya uzun süre İsveç egemenliği altında yaşadı; dolayısıyla şimdi Finlandiya’nın batısında etnik İsveçli kişiler yaşıyor. Dil meselesinde şöyle bir yöntem izliyorlar: Eğer bir köyde, Finliler çoğunluktaysa, köyün ismi önce Fince, sonra İsveççe yazılıyor; eğer nüfus İsveçli ağırlıklıysa ters sıralama kullanılıyor. Bu yöntem, toplantılarda onaylanan bir tarifti.
Finlandiya’da, Türkiye’de olmasını tahmin etmediğim başka bir lisan seçeneği daha var. Tıp fakültesinde başkan Fin, başkan yardımcısı da İsveç kökenli. Fakülteye giden de istediği lisanda eğitimi alabiliyor. Tüm bu seçeneklerin konuşulması lazım. Ağaç Modeli de zaten bu demek.
- Büyük Çatı projesi boyunca Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile bazı temaslarınız olduğunu söylemiştiniz. Hükümetin aktardıklarınıza tepkisi size ümit verdi mi?
Benim katıldığım her Ekopolitik toplantısından sonra Tarık Çelenk ve ben Cumhurbaşkanı’nı ziyaret ettik ve toplantıda ortaya çıkan fikirleri onunla paylaştık. 26 Ağustos 2010’da da 16 çekirdek üye ve Hakkâri, Mersin’den temsilciler ile birlikte Cumhurbaşkanı Gül’ü ziyaret ettik. 3 saat sürdü. Genç bir Kürt adam Hakkâri’nin nasıl olduğunu anlatırken Cumhurbaşkanı’nın gözlerinin bir an dolduğunu gördüm. Bu beni çok etkiledi ve toplantıdan sonra hükümetin harekete geçeceğini umdum. Daha sonra Türkiye’den ayrıldım ve olumlu haberler bekledim. Ama duymadım. Böyle olduğu halde Ekopolitik’e danışmanlık yapmaya devam ettim.
Aralık 2010’da İstanbul toplantısına geldiğim zaman beklemediğim bir şey ile karşılaştım. Sınırlı sayıda kalmamıza dair uyarılarıma rağmen, beni hayal kırıklığına uğratacak kadar kalabalık olan katılımcıları karşımda buldum. 12-18 kadar katılımcı bir araya geldiği zaman onlar arasında derinden bir tartışma ve konuları inceleme atmosferini hazırlayabilirim. Fakat karşımda 100’den fazla katılımcı olursa aralarında bir olumlu tartışma yapmak ve kabullenecek fikirler ortaya çıkartmak imkânsızdır.
- 2010’da Türk medyasında “Vamık Volkan’dan Kürt sorunu için 70 çözüm önerisi” başlıklı haberler yer aldı. Bu tarifler, bu toplantıdan çıkan onlar mıydı?
Aralık 2010 toplantısı ardından Çelenk ile birlikte Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e buluşmak için Ankara’ya gittik. Ekopolitik ofisinden biri belli ki, bu toplantıda konuşulan (üzeride tartışılmamış ve hiçbir önemi olmayan) her şey benim iznim olmadan Gül’e sunmuş. Bu beni çok utandırdı. “Tarifler” medyada “Vamık Volkan’ın listesi” olarak yayımlanınca, Büyük Çatı projesi büyük bir darbe aldı ve yanlış anlaşılmaları düzeltmek için kayda değer bir zaman harcandı. Ben de, benzer politik projelere dâhil olan politik psikologlara bir kez daha medyanın ve ani hareketlerin negatif etkisine dair uyarıda bulundum.
- Büyük Çatı toplantıları bu nedenle mi devam etmiyor?
Hayır, bu sebeple değil. Ekopolitik’in danışmanlarından sadece bir tanesiydim. Çalışmaların Ağaç Modeli’ne göre yavaş yavaş ve sistematik gelişmesini istiyordum. Konuşulan konular üzerinde bazı denemeler yapmak gerekiyordu. Fakat birçok nedenle – bazılarını bilmiyorum - Ağaç Modeli’nin dalları bir tek Mersin ve Hakkâri ile sınırlı kalmadı. Henüz bu dalları güçlendirmeden başka illere geçildi.
15-25 katılımcı ile birkaç günlük toplantılar yapılırsa ortaya çıkan konular derinden incelenir, tartışılır ve ortaya her tarafın kabul edeceği öneriler çıkar. Sonra bu kabul edilen konular sorumlu kişilere ve halka anlatılır. Ayrıca bunlar üzerinde çalışma imkânlarına bakılır. Fakat toplantılara yüzlerce kişi gelirse Ağaç Modeli kaybolur. Ekopolitik daha önce konuşulmayan veya az konuşulan konuları açtı, birçok üniversite öğrencisinin etnik sorunla ciddi olarak ilgilenmesine neden oldu, sivil toplumdan gelebilecek sesi yükseltti ve anlaşma imkânlarının olabileceğine işaret etti. Fakat aynı zamanda Ağaç Modeli’ni izleme imkânı da ortadan kalktı.
Ağaç Modeli’ne göre gelişen bir sivil toplum projesinde toplum psikolojisini daima göz önünde tutmak gerekiyor. Bu konuda bana yardım etmesi için İstanbul’da psikanalist Dr. Ayla Yazıcı davetimi kabul etti ve Ekopolitik çekirdek kadrosuna katıldı. Onun Hakkâri’de “taş atan çocuklar” üzerinde yaptığı araştırma çok önemliydi. (Dr. Yazıcı’nın raporu için tıklayın)
Benim Ekopolitik’e önerim ağaç dalları her tarafa yayılmadan önce bir veya iki ağaç dalı üzerinde odaklanmamızdı. Örneğin, taş atan çocuklar ve onlara karşı sorumluların verdiği bazen korkunçlaşan reaksiyonları yerel yetkililerin yardımı ile değiştirecek bir deneme yapmamızı istiyordum, bilhassa Mersin’de bunu yapabileceğimizi ümit ediyordum.
2011’de katıldığım son toplantı ardından Amerika’ya gittiğimde Ekopolitik’te ayrılmalar yaşandığını öğrendim. Bugün Ekopolitik hâlâ devam ediyor, ama eski çekirdek kadronun çoğu mevcut değil. 2012’de Ekopolitik’ten Almanya’daki Kürt ve Türk kökenli yine çok kişiyi bir araya getirmek için davet geldi. Ancak reddettim. Ekopolitik’te adım adım yürütülecek Ağaç Modeli’ne yeniden danışmanlık yapmam mümkün değil.
Ekopolitik projesini anlatmamın nedeni Türkiye’de akil kişilerin yöneteceği sivil bir çözüm projesinin sistematik şekilde başlamasının çok önemli olduğunu belirtmek içindir. Türkiye’de etnik sorun nedeniyle 30-40 bin kişi öldü. Kaybedilen bu insanların anneleri, babaları, kardeşleri, eşleri, çocukları, akrabaları ve arkadaşları vardır. Türkiye’de milyonlarca kişi, komplikasyonlu yas içindedir. Bu durum yas tutan halkın Tanrı’dan yardım istemesi nedeniyle dini gasp eden yerel politikacıların etkisi altına girmesini de güçleştiriyor. Son yıllarda Türkiye’nin dünyadaki yerinin daha da önemli olmaya başlamasından ve ekonomik durumun iyiliğinden gurur duyuyoruz. Fakat ben bir politikacı olmadığım için, on binlerce ölüm ve milyonlarca yas tutan olduğu için Türkiye’nin çok trajik, tarihî bir durum içinde olduğunu açıkça söyleyebilirim. Politika dışında sivil toplumun bu trajediyi değiştirmek için ciddi bir şey yapması gerekiyor. Hükümet ve medya gibi kuvvetlerin hürmet edeceği sivil toplum örgütlenmelerinin atacağı adımlar çok önemli.
- Kürt meselesi için ciddi adımlar atılsa, çözümün gerçekleşmesi, sizin tabirinizle yas sürecinin tamamlanması ortalama kaç yıl sürer?
Toplumların yas süreci değişken oluyor. 50 sene de 100 sene de süren olabiliyor. Türkiye’de kişiler hâlâ kayıpları ardından yas tutuyor. Yas sürecinin tamamlanması için önce yaşananların açıkça konuşulması gerekiyor. Toplum açılırsa birkaç senede çok yumuşar.
Ardından Ekopolitik çatısı altında yaptığımız gibi, tarifler çıkarılır ve bu tariflerin denemeleri yapılır. Mesela partilerden, etnik ve dini gruplardan kişiler toplanır, törene katılırlar. Bu bir cenaze töreni de, anma töreni de olabilir. Bu, katılımcıların üzerinde düşüneceği bir karar. Yas tutan annelerden bir grup oluşturulup, psikiyatr gözleminde bir süreç ilerlenebilir. Yas dinmezse, öfke doğuyor.
B İ T T İ