Vamık Volkan: Türkiye'de İslamî rejime evrilme olasılığı yok

Vamık Volkan: Türkiye'de İslamî rejime evrilme olasılığı yok

Hazal Özvarış

[email protected]

 

Dünyanın siyasi tarihine damarından dokunan kaç isim vardır?

Siyasilerin hariç tutulacağı bir liste çıkarılacak olursa, şüphesiz ki Prof. Vamık D. Volkan bu listenin ön sıralarında yer alır.

“Politik psikolojinin dehası” olarak tanınan Volkan’ın resmî internet sitesindeki fotoğraf albümü, iz bırakan temaslarını takip etmek için yeterli. Volkan’ın yanında kadraja giren isimlerden birkaçı şöyle:

Volkan’ın da üyesi olduğu Carter Uluslararası Müzakereler Ağı’nı yöneten eski ABD Başkanı Jimmy Carter, Sovyetler Birliği'nin Rusya Federasyonu'na evrilmesinin mimarı Mihail Gorbaçov, İsrail ile diyaloğa yönelen Filistin'in efsanevi lideri Yasser Arafat, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin ilk Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş

Listedeki isimler uzatılabilir, ancak tam bu noktada araya girmek lazım. Çünkü listeyi önemli kılan, isimlerin mertebesi değil, bu kişilerin odağında bulunduğu çatışmalı sahalar.

Kısa bir Vamık Volkan biyografisinden yola çıkarak anlatmaya çalışalım.

Kıbrıs, Lefkoşa’da doğan Volkan, 1957’de Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde okumak için Türkiye’ye geldi. Mezuniyetinin ardından ABD'ye giden Volkan, 1963’te öğretim üyesi olduğu Virginia Üniversitesi Tıp Fakültesi çatısı altında, Akıl ve İnsan İlişkileri Araştırma Merkezi’ni (Center for the Study of Mind and Human Interaction / CSMHI) kurdu. Psikiyatr ve psikanalistlerin yanı sıra eski diplomat, siyaset bilimci ve tarihçilerin de yer aldığı “türünün ilk örneği” olan bu merkezde, Volkan’ın amacı açıktı:  

“Önleyici tedavi” kavramını, toplumun savaş veya savaş benzeri durumlardan kaynaklanan kitlesel saldırganlığa karşı tepkisini incelemek üzere genişletmek ve toplumun geniş kesimlerini şiddet eylemlerine karşı "aşılama" yöntemleri geliştirmek.

Bu amaçla yola çıkan CSMHI, eski Sovyetler Birliği ve sonrasında Baltık Cumhuriyetleri, Kuveyt, eski Yugoslavya, Gürcistan, Güney Osetya, Yunanistan, Türkiye gibi birçok ülkeye projeler sundu. Volkan'ın ismi birçok kez, bu çalışmalar nedeniyle Nobel Barış Ödülü adayları arasında yer aldı.

Volkan’ın 21’i “politik psikoloji” üzerine olmak üzere toplam 51 kitabından Türkçe’ye çevrilenlerden birkaçı şöyle:

"Ölümsüz Atatürk" ,"Kanbağı -  Etnik Gururdan Etnik Teröre", "Kıbrıs: Savaş ve Uyum", "Kimlik Adına Öldürmek", "Körü Körüne İnanç", Kriz ve Terör Dönemlerinde Geniş Gruplar ve Liderleri", "Türkler ve Yunanlılar - Çatışan Komşular…”

Türkiye’deki kimlik sorunlarının fotoğrafını çekmek için internet üzerinden ulaştığımız Prof. Dr. Vamık Volkan’a göre, Türkiye’de belli başlı iki kimlik sorunu var: Dinî ve etnik kimlik.

Volkan’ın Türkiye’de spotların altında olmasının diğer sebebi de, iki kelimeden oluşuyor; kadın hakları. Söyleşinin ilk bölümünde, dinî kimlik meselesini kadın haklarıyla birlikte okuyan Prof. Volkan’ın Fethullah Gülen cemaatiyle tanışıklığının hızlı biçimde nihayete ermesinin nedeni de, kendi deneyiminden aktardığı bilgilere göre hareketin kadınlar konusundaki yaklaşımı…

Türkiye’ye ilişkin gözlemlerini paylaşırken “dini gasp etme” kavramına da başvuran Volkan’a göre “bu dönem geçici.”

İnternet üzerinden yazışırken araya girerek Volkan’a telefonda sorduk:

“Türkiye'deki rejimin İslamcı bir rejime evrilme riski-olasılığı var mı?”

Volkan’ın verdiği cevap net:

“Böyle bir olasılık yok.” 

Peki Prof. Volkan, seküler hassasiyeti yüksek bir bilim insanı olarak neden böyle düşünüyor?

Kendisinden dinleyelim.

 

‘Atatürk’ün açtığı yol daralıyor; yeni patikalar dini lambalarla aydınlatılıyor’

 

- Vamık Volkan’ın gözünde Türkiye’nin belli başlı kimlik sorunları neler?

İlk kimlik meselesi, Atatürk ve onu takip edenler tarafından oluşturulan “Türklük”ün sembolleri ve kültürel kuvvetlendiricilerine son on yıllarda yapılan müdahalelerden kaynaklanıyor. İkinci kimlik meselesi de etnik kimlik üzerinde yoğunlaşıyor. 10 binlerce Türk ve Kürt vatandaş, terör eylemleri ve Türkiye hükümetlerinin bu eylemlere askeri yanıtları sonucunda hayatını kaybetti. Dolayısıyla bugün, barış dolu milyonlarca Kürt vatandaşın etnik kimliklerinin farkında olmak dışında bir seçenekleri yok. Bahsettiğim bu iki kimlik meselesinin başlangıç noktaları da birbirleriyle bağlantılı.

Türkiye’deki kimlik sorunlarını daha yakından incelemem İzmir, Ankara ve İstanbul’da birkaç üniversitede on sene önce misafir hocalık yapmaya başlamamdan sonra mümkün oldu. 2003 ve 2005’te Türkiye’ye geldiğimde Arnold Hottinger’ın tabiriyle, Atatürk’ün “ormanda açtığı yol”un daha da daraldığını gördüm, ancak bu kapanmanın yanı sıra yeni patikalar açma çabaları ve bunları dini lambalarla aydınlatma çabaları da vardı.

- “Dini lambalar” tabirinize geçmeden önce soralım;  bu iki kimlik meselesinin başlangıç noktalarının birbiriyle bağlantılı olduğunu belirterek Kürt ve din kimliklerinin kesiştiğini söylediniz. Nedir bu kesişim noktası?

Etnik ve dini kimliklere yatırımın artması yalnız Türkiye’de olmadı. “Soğuk Savaş” devam ederken dünyada birçok toplum komünist veya Batılı veya solcu veya sağcı olmak üzere ayrılmışlardı. Sovyetler Birliği çökmeden önce Amerika “Yeşil Kuşak” olarak bilinen bir hareketi desteklemişti: Sovyetler Birliği’nin güneyindeki ülkelerde (Türkiye de dâhil olmak üzere) İslam dinine yatırımın Sovyetler Birliği’nin genişlemesini önleyeceği düşünülmüştü. Sovyetler Birliği’nin çökmesi, modern küreselleşmenin etkileri ve şimdi burada derinden incelemeye zaman bulamayacağımız nedenlerle dünyanın birçok yerinde etnik gruplar “Şimdi biz kimiz?” sorunu ile karşılaştılar. Tarihçi arkadaşım, Türk dostu Norman Itzkowitz’in dediği gibi dünya “etnik devre” girdi. “Şimdi biz kimiz?” sorununa dine yatırımla da cevap verildi. Herkesin bildiği gibi hem etnik, hem de din adına terörizm de dünyada yayıldı. Aynı süreçler Türkiye’de de gelişti.

- Dini kimliğin kamusallaşması, sizin merceğinizde nasıl başladı?

Dünyanın çeşitli yerlerinde etnik ve dini kimliklere yatırım, başka etkenlerin yanı sıra, o bölgede yaşayan toplumların tarihi geçmişine göre yönlendirilmektedir. Türkiye’de ciddi şekilde artan İslam’a yatırım ve dinin politik amaçlar için kullanımı etkileyen tarihi olayları incelemek için yerimiz dar, ancak şöyle özetleyebilirim: Atatürk öldükten sonra ordu laikliği koruma sorumluluğunu üstlenmesi gerektiğini düşündü ve Türkiye dört darbe yaşadı. Uzun dönemde en travmatik olan 1980 darbesiydi. Darbeye demokrasiyi kısıtlayan, seçili işkenceye izin veren ve sosyal travma yaratan yeni bir anayasa eşlik etti. Bu, sadece sol veya sağ siyasi kimliklerin farkındalığında artış ile değil, dini ve etnik kimliklere yatırımla da sonuçlandı. 1980’lerin başında Türkiye’de neoliberal ekonomik reformlar yapıldı. Bu da Kürt ve dini kimlikler gibi çeşitli kimliklerin daha fazla kamusallaşmasına yol açtı. Dini kimlik açısından, 1980’le birlikte birçok yerel politik lider Türkiye’nin İslamcı mirasından ne kadar gurur duyduklarını söylemeye başladı. 1990’larda ekonomik problemleri sadece İslamcı geleneğin çözeceğine dair söz verenler bile oldu. Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi bir üye olarak kabul etmemesi bu gelişmelere destek verdi. Sözde Kemalistler ile sözde İslamcılar arasındaki çatışma olarak etiketlenebilecek Türkiye’deki kutuplaşma daha da ayırt edici olmaya başladı.

 

‘AKP, dini gasp etme izni verdi’

 

- Peki, sizce AKP’nin nasıl bir Türkiye tasavvuru var? Çizdiğiniz dini kimlik tablosunda AKP’nin yeri ne?

AKP liderlerinin verdiği konuşmalara göre, bu siyasi parti muhafazakâr sosyal bir gündem ve liberal piyasa ekonomisi takip ediyor. Parti, geleneği reddetmeyen, yerelliği kabul eden, evrenselliğe inancı olan, hayatın manevi anlamını ve değişim için seçeneği besleyen bir Türk toplumu evriltmek istiyor. AKP, yeni nesil Türklerin dine adanmış olmasını diliyor.

Partinin gündemi de Anadolu’da güçlü bir karşılık buldu ve partinin yerel siyasetçilerini güçlendirdi. 2009’da Türkiye’de 85 bin aktif cami olduğu tahmin ediliyor. Bu, 60 bin vatandaşa bir hastane düşmesine kıyasla her 350 vatandaşa bir cami demek ki bu dünyadaki kişi başına düşen en yüksek rakam. 90 bin imamın hacmi, doktorlardan ve öğretmenlerden daha fazla. Binlerce medrese benzeri imam-hatip okulları ve gayri resmiler dini kurumlar dışında devlet tarafından yürütülen 4 bine yakın Kuran kursu var.

AKP’nin geleneksel değerlere dönüşe verdiği destek, bir anlamda çoğu insan ve kuruma, benim liderliğini yaptığım Virginia Üniversitesi’nin Akıl ve İnsan İlişkileri AraştırmaMerkezi’nin (Center for the Study of Mind and Human Interaction), (şimdi kapanmış olan) başkan vekili Andy Thomson’ın tabiriyle, politik amaçlar için “highjacking of religion”, yani “dini gasp etme” “izni” verdi. Aynı zamanda köylerde, şehirlerde yaşayanların komşularının gerici ve hatta bazen tuhaf tavırları kabul etmeleri ve öyle davranmaları için bilerek veya bilmeyerek baskı yapıldı. Bu durum bir ara gazetelerde “mahalle baskısı” olarak adlandırılmıştı.

- “Dini gasp etmek” ne demek?

Yukarıda söz ettiğim Amerika’nın “Yeşil Kuşak” politikası dini gasp etmenin güzel bir örneğidir. Bazı politikacılar da kendi toplumlarının dininin seçilmiş yerlerini bir etkileyici alet olarak kullanarak başkalarının düşünce ve hareket özgürlüğünü etkilemek ve kendilerinin “üstün” pozisyonlarını korumak için dini gasp ederler. Böyle liderler de genel olarak ikiye ayrılırlar: Bazıları kendi kişisel nedenleriyle dine iyice bağlanmışlardır. Ötekilerin ise derin dini inançları yoktur fakat politikada kazanmak için dini, bir elbise gibi giyerler.

- Muhafazakâr kimliğiyle bilinen Eyüp’te yapılan içkili müzik festivalinin içkiden “arındırılması,” Afyon Valiliği’nin kamusal alanda içki içilmesini yasaklama girişimi, muhafazakâr sanat, tiyatroda müstehcenlik, 4+4+4 ile eğitimde imam hatiplerin alanını genişletme girişimleri birlikte düşünüldüğünde, AKP sizin için dini gasp etme ile otoriterlik arasındaki sınırı aşıyor mu?

Yukarıda anlattığınız olayları iyice incelemedim. Türkiye’de misafir hocalık yaptığım yıllarda gazetelerde hemen her gün bu olaylara benzer haberler çıkıyordu. İşte aklımda kalan örnekler: Kadınların ve erkeklerin bazı toplantılarda ayrı yerlerde oturtulması, bir erkekle evlilik dışı beraberlik kuran kadınların bir değnekle yüz defa vurularak dövülmesinin istenmesi, dans etmenin şeytan işi olduğunun savunulması, el ele yürüdükleri için iki genç kızın dayak yemesi, Ramazan ayında oruç tutmadıkları için üniversitelerinin yemekhanelerinde öğrencilerin dövülmesi, dinin bir bahane olarak kullanılarak kadınlara uygulanan çeşitli şiddet eylemelerinin savunulması, tıbbiyede kız öğrencilerin erkek hastaları muayene etmelerine karşı çıkılması, abdest alırken kanda alyuvar sayısının çoğaldığını ve kan basıncının normalleştiğini söyleyen kitapların 11. sınıf öğrencilerine ücretsiz dağıtılması, iyi kalpli ve ahlaki bir insan olmak için dine yatırımın mecburi oluşuna inanılması, demirden veya mermerden yapılan heykellerin kadın bacaklarını gösterdikleri için yıkılmalarının istenmesi,  beni çok güldüren çizgi roman karakteri Spiderman’in havada uçan bir seccade üzerinde namaz kıldığını gösteren bir resmin basılıp dağıtılması ve benim çok ayıp olarak algıladığım Allah’ın ismini kullanarak kendi ahlakının ötekilerin ahlaklarından daha üstün olarak göstermeye çalışanların sözleri…

Dini gasp eden yerel politikacılar kendi söylediklerinin Tanrı’nın istediklerinin bir devamı olduğu illüzyonunu ortaya çıkartarak kendilerinin toplum hakkında düşündüklerinin tartışılmaz tek yol olduğunu kendilerini takip edenlere ve genel olarak halka sunarlar

 

‘Abdullah Gül, nazik ve çok zeki biri’

 

- Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile görüşmeleriniz basına yansımıştı. Sohbetinizde bu konular da açıldı mı? İzlenimleriniz nelerdi?

Cumhurbaşkanı Gül tarafından ilk defa 2009’da davet aldım. Uzun bir yemek yedik. Nazik ve çok zeki biri. Görüşmemizde Ermenistan ile ilişkilerden bahsettik. Birkaç hafta sonra da Gül, Ermenistan’a giderek Ermenistan’a giden ilk Türk Cumhurbaşkanı oldu. Gül, benimle Türkiye’nin bölgesel ve küresel bir güç olması dileğini paylaştı. Bunu da ekonomiye odaklanarak yapacaklarını söyledi. Bu görüşmede, Türkiye’nin parasının üçte birinin PKK ile mücadeleye harcandığını öğrendim. Kürt meselesi hakkında konuşurken Cumhurbaşkanının yakınlarını kaybedenlere şefkatini fark ettim. Bu beni çok etkiledi. Sayın Cumhurbaşkanı ile daha sonra da birkaç defa daha görüştüm. Toplantılarımızda Kürt sorunu üzerinde durduk. Hiçbir toplantımızda dini kimlik sorununu konuşmadık.

 

‘Başka partiler de benimle konuşmak istese severek yapardım’

 

- Beşir Atalay gibi hükümetin üst düzey isimleriyle görüşmeleriniz hakkında da sıcak kelimeler kullanıyorsunuz. AKP’yi ikiye mi arıyorsunuz?

30 seneden beri çalıştığım birçok ülkede Virginia Üniversitesi takımının üyeleri ve ben hiçbir zaman bir tek ülkenin bile iç ve veya dış işlerine, ülkenin politik partilerle ilişkilerine veya parti propagandalarına karışmadık. Sayın Beşir Atalay “Kürt Açılımı” diye adlandırılacak süreci başlattığı zaman böyle bir girişimi çok olumlu buldum. O da başka ülkelerde etnik çatışmaları önlemek veya onlara daha barışçı çözüm bulmak için edindiğim tecrübelerimi dinlemek istedi. Aramızda çok olgun ve hürmetli konuşmalar oldu. Benim Türkiye’de hiçbir politik partiyle özel bir ilişkim olmadı ve olmayacak. Başka partilerin sorumlu olan kişileri de benimle konuşmak isteselerdi bunu da severek yapardım.

 

‘Türkiye’de aralarında kilometreler olan iki kadın tipi var’

 

- Dinîleşme eğilimi toplumun geri kalanına nasıl yansıyor?

İstanbul’da misafir hocalığım sırasında Türkiye’de gazeteler her gün Tanrı adına neler yapıldığını haber yaparken, İstanbul’daki yakın çevrem, bu büyük-grup kimlik sorununu tanıma ve bu konuda hakkında endişelerini ifade etme konusunda “paralize” olmuş gibiydi.

Kadın bir psikiyatr arkadaşımla İstanbul’da haftada iki kere Cerrahpaşa’ya giderken, okulun bulunduğu çok muhafazakâr bölgede başından ayağına kadar örtünmüş kadınların kocalarının arkasında yürüdüğünü görüyorduk. Sanki erkeklerin yanında yürümeye hakkı olmayan, ikinci sınıf vatandaş gibilerdi. Bende sıklıkla öfke veya yoğun üzüntü uyandıran bu durum hakkında arabada hiç konuşmadık. Türkiye’de aralarında kilometreler olan iki farklı kadın tipi var gibiydi.

 

'Dini gasp etme' ve 'cinsel günah yaratıkları' olarak kadınlar

 

- Peki, siz neden “üzüntü veya öfke” duyuyorsunuz?

Bugünlerde dini politikada kullanmak yalnız Türkiye’de değil, başka dinlere bağlı başka ülkelerde de ortaya çıkmıştır. Genel olarak böyle gelişmeler bir kadını bir insan olarak değil, yalnız bir “cinsel nesne” olarak algılamaya yol açar. Dini gasp etme, erkeklerin kadınları cinsel günah yaratacak “yaratıklar’ olarak algılamasına yol açar. Bu durum kadın haklarını ezer.

Ben Türkiye’de dini gasp etme sürecini incelerken, 2006 The World Economic Forum’un hazırladığı “Global Gender Gap Index”e göre, Türkiye kadın ve erkekler arasındaki ayrımı kaldırmakta çok başarısızdı; sıralamada 115 ülkenin içinde 105’inci oldu. Türkiye’deki durum Cezayir, Etiyopya, Arap Emirlikleri ve Bahreyn’dekilerin altında yer aldı. Buna üzülmemek elimden gelmezdi. O sıralarda The International Research & Exchanges Board ( IREX)’in desteklediği Türkiye, Gürcistan, Ermenistan, Abhazya’da kadına karşı gösterilen şiddeti ve kadın haklarının çiğnenmesini inceleyen iki senelik bir araştırmanın başkanlığını yapmıştım. Elde ettiğimiz bilgi de, bilhassa kadınlara karşı kullanılan şiddete karşı etkili bir cevap verilmemesi de beni çok üzdü.

- Türkiye’deki dinî cemaat ve tarikatların dinî kimlik krizi ve “dini gasp etme”de rolünü nasıl tarif ediyorsunuz? 

13 Eylül 2006‘da Hürriyet gazetesinin ön sayfasında bir karikatür yayımlandı. Bu karikatürde bir adam yol soran bir başka adama şunları söylüyor: “İleride, Sami Efendi tarikatını geç, dümdüz git... Mahmut Hoca tarikatından sağa dön... Tam karşına gözlüklü Ahmet Hoca tarikatı çıkacak... Oradan sola dön, ikinci dükkân... “

Türkiye kısıtlı, yani yerel ve emir komuta ile işleyen tarikatlarla doldu. Bu tarikatlardan biri, bir Müslüman için en iyi yolun Muhammed’in hayattayken ki yaşam tarzına adapte olma geleneğini “yeniden canlandırıyor.” Bir diğer tarikat ise, “çok cömert” bir şekilde başörtülü kadınların eğitimine izin veriyor! Birçok yerel tarikat da iş teşebbüsleri, para yatırımlarında başarılı oldu.

Türkiye’de ayrıca küreselleşmiş bir dini harekin etkisi çok büyük. 2007’de İstanbul’dayken, Gülen hareketi yüksek teknolojik donanımlı, pek çok ülkede iyi işletilen okullarıyla çoktan küreselleşmişti. Bu hareket, her türlü dini terörizme karşı. Ancak hareketin lideri Fethullah Gülen, 1998’den beri Amerika’da yaşamakta ve Türkiye’nin iç ve dış politikalarına karışıyor.

 

‘Gülen’in eğitim cihadının farkındayım’

 

- Gülen cemaatinin kendine nasıl bir misyon atfettiğini düşünüyorsunuz?

Gülen hareketinin misyonu, cihadı, kurşun veya bomba kullanmayı içermiyor. Bu hareketinin silahı, siyasi amaçlar ve bunun muhtemel sonuçları için dini gasp etmesi. Belki de bu yüzden, Gülen cemaati Amerikan siyasilerinin kaygı alanı dışında kaldı. “Uysal İslam” çıkışlı Yeşil Kuşak projesini planlayanların düşündüğü gibi, bu hareketin dini öğretileri de bazı Amerikalılara uygun mu geldi? Bu soruya cevap veremem ama Gülen’in eğitim cihadının farkındayım. Bu hareketin nasıl küreselleştiğini veya Türkiye’ye ve/veya başka ülkelere “uysal İslam”ı getirmek için inanılmaz derecede yüksek rakamlardaki paranın nasıl elde edildiğini bilmiyorum. Ama Gülen’in 1999’da Türk milletinin değişmesi için kendi misyonunu açıkladığı konuşması önemli:

“Acı dolu bir baharda yaşıyoruz. Allah’ın izniyle, yüzyıllar boyunca yaşayacak bir millet, kendi kültürü ve medeniyetiyle yeniden doğuyor… Eğer, bir çocuğu doğurmak bu kadar zorsa, milyonları doğurmak acısız olamaz. Doğal olarak, acı çekeceğiz. Ateizmi, materyalizmi kabul etmiş, kendinden kaçan bir millet için atını yeniden sürmek kolay olmayacak. Ama bu, bizim acılarımıza ve fedakârlıklarımıza değer.”

Gülen’in bu ve başka konuşmalarına değinerek Middle East Media Research Institute (MEMRI), Washington, D.C.’den Rachel Sharon-Krespin şöyle yazıyor:

“Türkiye’de İslamcılar Türkiye Cumhuriyeti’nin temel prensiplerini kaldırmak istiyorlar. ABD ve Batılı yetkililer Gülen’in tolerans retoriğinin sadece deri kalınlığında olduğunu fark etmedikleri sürece, diyalog için bir sahne kurabilirler, fakat dini tolerans için değil, daha ziyade ‘Türkiye’yi kim kaybetti’ sorusuna cevap bulmak için.”

 

Vamık Volkan’ın Gülen cemaatiyle ilişkisi neden sonlandı?

 

- İnançlılara saygı duyduğunuzu biliyoruz. Bu nedenle, bunu size sormak önemli: Dini öğretileri nedeniyle bir cemaate kategorik olarak karşı çıkmak ile dini Gülen cemaatinde sorunlu bulmak arasındaki fark nerede? Hangi meseleler sizin için Gülen cemaatinin “tolerans”ının deri kalınlığında olduğunu gösteriyor?

Kendime Türkiye’de spotlar altında olmaya izin vermemin ana sebeplerinden biri de kadın hakları. Bu notla birlikte iki anımdan bahsetmek istiyorum. Gülen cemaatini ilk defa 1998’de Arnavutluk, Tirana’da bir okulu ziyaret ederken fark ettim. Edebiyat, bilim ve diğer konularda yazılmış birinci sınıf ders kitaplarından etkilendim. Gülen cemaatinin işlettiğini öğrendim. Okulun öğretmenleriyle yemeğe davet edildiğimde erkeklerin yere oturup ortak tabaktan yemek yemesi, okulda öğrettikleri modern bilimsel metotlarına tezat oluşturdu ve bu beni şaşırttı. O akşam başörtülü kadınlar, erkeklerden ayrı oturdu.

2001’de, 11 Eylül’den önce, Charlottesville’deki evimizi üç kişi ziyaret etti. Bir tanesi daha sonra öğrendiğime göre Gülen hareketinin Türkiye’deki sesi olan bir gazetenin editörüydü. Bu üç adam, Gülen’in Virginia Üniversitesi işbirliği ile Amerika’da bir okul açmak istediğini söyledi. Virginia Üniversitesi’nde “önemli” bir pozisyonum olduğunu düşündüklerinden, üniversitedeki yetkililerle görüşmelerine yardımcı olmamı istediler. Bunu duyduğumda çok şaşırdım ve Virginia Üniversitesi’nin tarihini anlatmaya, isteklerinin ulaşılamaz bir illüzyon olduğunu kibarca anlatmaya çalıştım.

Susuz kalmışlardı, su istediler. Mutfaktaki eşimden su getirmesini rica ettim, o da tepsiyle birlikte geldi. Fark ettim ki, elleri bir kadının eline değer ve günah olur korkusuyla, bir kadından su almayacaklardı! Gelen ziyaretçilere eşlik eden, üniversiteden bir Türk öğrenci yardıma koştu. Tepsiden bardakları alarak, adamlara verdi. Ne olduğunu anladığımda, görüşmeyi sonlandırdım ve evimi terk ettiler. Benimle bir daha irtibata geçmediler. Ayrıldıklarında, kapaklarında Gülen’in fotoğrafı olan diskler ve kitapçıklar bıraktıklarını gördüm.

- Çizdiğiniz tabloda “Gülen hareketi kadınları ‘ikinci sınıf’ vatandaş olarak görüyor” gibi bir sonuç da çıkıyor. Bu, ne kadar doğru?

Lütfen, yukarıdaki misallere bakınız. Burada çok önemli bir noktaya dokunmak istiyorum. Dini konular üzerinde araştırma yapıldığı zaman böyle araştırma yapan akademisyen çok defa dine karşı bir girişimde bulunan bir kişi gibi algılanıyor. Bu benim başıma çok geldi. Din insanlık psikolojinin bir parçası. İnsanların kişisel veya paylaşılmış inançları devam edecek. Herkesin inancına hürmetimiz var. Benim üzerinde durduğum dinin gasp edilmesi. Tarih boyunca din nedeniyle büyük trajedilerin oluştuğunu biliyoruz.

Din adına toplumlar birbirlerini öldürmeye devam ediyorlar. Haçlı Seferleri’nden bugünkü aşırı dinci terörizme kadar örnekler var. Bu nedenle din konusunu inceleyen akademisyenler - kimsenin kişisel inançlarını küçültmeden - dinin “fena” şeyler için de kullanıldığını incelemelidir. Türkiye’de İslamcı kadın yazar ve aktivistlerin, İslamcı aydın hanımların olduğundan ve onların da dini gasp etmeye karşı geliştirdikleri fikir ve stratejileri ve kadın haklarını korumak için düşündüklerini ifade ettiklerinden eminim.

 

‘Türkiye’de rejimin İslami rejime evrilme olasılığı yok’

 

- Vamık Volkan'ın bu konudaki görüşü çok önemli; sizce Türkiye'deki rejimin İslamcı bir rejime evrilme riski-olasılığı var mı?

Böyle bir olasılık yoktur.

- Sizce neden böyle bir olasılık yok? Nasıl bir yapı, nasıl bir miras ve nasıl bir “şimdiki zaman” değerlendirmesi Türkiye’nin İslami bir rejime evrilmesine olasılık bırakmıyor?

Arap Baharı olduktan sonra Başbakan Mısır’da laiklikten bahsetti. Ama konuşma o vakte kadar çok alkışlanırken, o an bir sessizlik oldu. Türkiye’nin bu ülkelerle farkı burada yatıyor. Başbakan’ın bu konuşması beni memnun etti. Biz tarihsel olarak laikliğe alışmışız. Mısır’da liberal olan tanıdıklarımla konuştuğumda anayasalarına modern ilkelerle birlikte bazı İslami kuralları da almayı düşündüklerini söylediler. Bizde bu yok. “İran gibi olacağız” korkularım yok.

Ekopolitik çatısı altında yaptığımız Kürt meselesi çalışmalarında Mersin ve Hakkâri’deki temsilcilerle tanıştık. Daha farklı bir dincilik vardı. Buradan bakıp analiz etmek zor ama Anadolu’da bir uyanış var. Bu uyanış sadece dine dair değil; insanlar modern bir dünyaya da uyanıyorlar; seyahat ediyorlar. Bu nedenlerle, geleneğe ve dine geri dönüş hep yarım oldu. Geri dönüş olacaksa, neden sadece kadınlar kapanıyor da, erkekler sarık giymiyor?    

 

‘Türkiye’de ortaya çıkan korku, çok korkunç’

 

- Bir yanda “demokrasinin İslami düzen için araç olduğunu” yazan İslamcı yazarlar, diğer yanda şeriatçı bir rejime gidildiği endişesini taşıyanlar var. Bu iki kesimin umutları ve kaygıları yersiz mi?

Yersiz değil; ya buna hakikaten inanıyorlardır ya da politika için kullanıyorlardır. Ama ben devlet büyükleriyle konuştuğum zaman, demokrasi adına güzel şeyler yapmak istediklerini, asker sorunu gibi Türkiye’nin dertlerini aşmaya çalıştıklarını görüyorum. Bu çok güzel. Diğer yandan da bir korku çıktı. Türkiye’de bir psikiyatr arkadaşımın ofisine gitmiştim. Politika değil, mesleki meseleler hakkında konuşacaktık. Benden telefonumu girişte bırakmamı istedi; kapalıyken de konuşmalar dinlenebiliyor, diye… Bu korku, çok korkunç! Ama Türkiye’nin ansızın dini bir ülke olacağını sanmıyorum.

 

‘Yeni bir Türklük kimliği çıkacak’

 

- Bu durumda “dini gasp etme” meselesi, özellikle siyasi pragmatizmden ibaret, ancak İslamcı bir düzen hedefi olmayan bir realite mi sizin için?

“Dini gasp etme”den kaynaklı “dini kullanma izni” çıktı. Örneğin, birisi kadının bacaklarını gösteren bir heykel yapıyor. Yukarıdan kimse ayıplamıyor ama “komşusu” heykeli onaylamıyor. Bu, “yukarıdakiler bilmiyor” demek değil, ama “din ne derse onu yapacaklar” demek de değil. Çünkü orada düşünen insanlar var ve ben politik açıdan bir İslamileşme görmüyorum. Dini gasp etme, yerellik üzerinden yürüyor.

- Öyleyse, üzerinde durduğunuz “dini gasp etme” pratiği yüzünden yaşam tarzı üzerinde baskı hissedenlerin durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu dönem uzun veya kısa olabilir, ama geçici bir dönem olarak bakıyorum. Bu dönemden Türkiye’nin geçmişini de içeren yeni bir Türklük kimliği çıkacak. Ama bu Suudi Arabistan veya benzeri ülkelerdeki gibi olmayacak.

 

‘Fabrikasyon Atatürk büstlerine veya fabrikasyon camilere gerek yok’ 

 

- 5 senelik bir Türkiye projeksiyonu yaptığınızda, Türkiye’de AKP’nin yerini hangi siyasi akım alıyor? Geçici dönem sonrası sıradaki ihtimal AKP’nin bir türevi mi, Kemalist bir çizgiye dönüş mü, yoksa sürpriz mi?

Çok sürprizli bir şey olsaydı, şimdiye kadar olurdu. Bundan sonra sürpriz olmaz. Hiçbir parti sonuna kadar kalmıyor. AKP de, CHP de değişebilir. Ama bugün Atatürkçü olarak gelemezsiniz. Bugün neden Atatürkçü olacaksınız ki? İnsanlar bunu, maske olarak kullanıyorlar. Fabrikasyon Atatürk büstlerine, fabrikasyon camilere gerek yok. Fabrikadan çıkmış gibi inşa edilen tek tip camiler, “dini gasp etme”nin bir örneği. Senin bunları benimseyerek üretmen gerekiyor. AB’nin Türkiye’yi içine alacağı bir süreç görmüyorum. 20 sene önce alsalardı, şimdi Türkiye farklı olurdu. Ama Türkiye, ekonomi çerçevesinde kendisini topluyor ve bu da çok değerli. Yine de ne yöne gidileceğini net bir şekilde söylemek mümkün değil. Arap dünyasında da ne olacağını bilmiyoruz. Dünyayla çok bağlantılı bir süreç.

 

YARIN: Prof. Dr. Vamık Volkan’ın gözünden Türkiye’de Kürt meselesi…