İşçi ölümlerini safımızın belirlediği ‘ahlaki değerlere’ göre sorgularız

İşçi ölümlerini safımızın belirlediği ‘ahlaki değerlere’ göre sorgularız

Hacer Foggo

 

Evi eşyalarıyla birlikte yıkıldığında enkazın ortasında kalan yüzlerce kişiden biri olan 18 yaşındaki  Birgül’ün bir taşın üstünde çömelerek “çeyizim alttakaldı” diye ağlamasının üzerinden sekiz yıl geçti. Evleri birlikte yıkan sosyal demokrat ve sosyal muhafazakar belediyelerin,  yıllarca enkazın içinde yaşamalarına  seyirci kalmalarını da unutmadım… Hatta bir üniformalının sakladıkları bir çeşmeyi kapatıp onları susuz bırakmasını da…

Ekmeğe, suya muhtaç bırakılan yoksulluğun dibinde yaşayanların  “seçim günü ve askerliğe çağrıldıkları” anda kendilerini vatandaş olarak hissetmeleri bu yüzden olsa gerek.

İşte bu yüzden seçim günleri en dipteki yoksulların en iyi elbiseleri ile seçim sandıklarına gidip sizlerle karşılaştıkları gündür.

Asker için celp kağıdı geldiğinde de büyük bir şenlikle oğullarını gönderirler. Oğullar “şehit” olarak döndüğünde evlerindeki suyu üniformalılar kesmiş gibi hissederler. Sık sık cezaevleri kapılarında geçer hayatları talepler müdür-gardiyan için“hiç”tir. Bu yüzden mi 15 yaşında "gasptan suçlu" bir çocuk cezaevinde  basketbol potasına kendisini  asar da basketbol oynamayı tercih etmez?

Mahallenin camisinde ezan okuyan Hüseyin amca yırtık pırtık ayakkabısına karda-kışta naylon geçirip sırtında bir çöp torbasına doldurduğu tişörtleri satmak için yola çıkıp dönüşünde “muhafazakar” belediyenin evini yıktığına da tanık olduktan sonra nerede yaşıyordur? 

Sele kapılan çocuklarının ve evlerinin arkalarından baka kalan anneler prefabrik evlerde yaşamaya mahkum edilir. Evleri yıkıldıktan sonra çadırlarda kalan ve içinde ne olduğunu bilmedikleri bir kuyudan su içen aileleri ve çocukları “görünmez” hale getirmek için devletin sosyal çalışmacıları niye çırpınır? Ve her seferinde yoksullara verilen sosyal yardımlar durmadan ama durmadan “tehdit” olarak önlerine niye sürülür?

 Kesintili-kesintisiz yokluktur bunun adı… 

İstanbul da bir AVM’nin inşaatında çalışan inşaat işçilerine naylon çadırlar layık görülür ve bu yüzden yanarak ölürler. Ya da yoksul Anadolu çocuklarına “turizm” okullarından staj için geldikleri beş yıldızlı otellerde izbe bir yerde ilaçlanmış bir oda da kalmaları bahşedilir. “İstif” edilen bu çocuklardan biri zehirlenip, annesinin gözünün nuru babasının gelecek umuduyla birlikte niye ölür? Rezidanslarında yaşamayıp inşaatından düşerek ölen işçiler gibi…

İşte belki de bu yüzden daha geçenlerde 18 yaşındaki garson Alihan demiryoluna yatıp intihar etmeden önce Facebookuna  "Garson bey menüde ne var -Hayat var efendim -al senin olsun bu hayat, ben yokum...” der ve bizler o çocuğun çalıştığı lokantada yemek yemeyip zaten Soma’ya ahçılar taşıdığımız için üzerimize alınmayız.

Tıpkı evini yıkmak isteyenlere bir not bırakarak tarım ilacı içen 75 yaşındaki İsmet Hezere ölümden kurtulduktan sonra “o arıza sen misin” diyen belediye başkanı gibi.

İşte bütün bu olanları ancak safımızın belirlediği “ahlaki değerlere” göre sorgularız. Başörtüsünü çıkar diye ikna odaları kurulan kız öğrencinin kafasını kazıtarak okula gittiğini ve bu yüzden şapka taktığını “başındaki şapkayı çıkarttığımızda” dazlak bir kafa ile karşılaşmakta sakınca görmeyen “cumhuriyetçi” hislerimiz bizi utandırmaz biz o yolun “askeriyizdir”.

Bu yolların “askeriyiz” çünkü dershanelerde çocukları odalara tıkıp sorgularken de, Lice de okul çıkışında 16 yaşında dağa kaçırılan bir çocuğun-çocukların babasının feryadını duymazdan gelerek de, “dayak yemediğini kendisinin korunduğunu” söyleyen işçinin işini kaybetme ve işinin onun varlık-yokluk nedeni olduğunu da safımızın ilkesi belirler. Polis korkusundan “altına işeyen” çocuğun fotoğrafını sosyal medyada bolca paylaşıp çocuğun arkadaşları tarafından alay edilme korkusu da paylaşımlarımıza engel olmaz.

Çünkü bizler kendi safımıza kör-kütük aşığızdır. Sedye kadar değeri olmadığını düşünen işçinin ona ancak “köleliği” karşılığında verdiği emeğin değerli olduğunu gösteren aynı devletin malına zarar vermek istemediğini söylemesi de ancak bize şiir yazdırır. Bu yüzden ömür-billah dipteki yoksulların kendini tek değerli hissettikleri yer sadece kendi mahalleleridir.

Sadece hayatın varlık-yokluk tercihinde var olmayı seçtikleri için madenlere indiklerini, evlerinin yıkılmasına göz yumduklarını, rezidans inşaatlarından düştüklerini, dershane parası ödeyemedikleri için intihar ettiklerini, cezaevlerinde çocuklarının tecavüze-tacize uğradıklarını ve uğramaya devam ettiklerini, bu güce karşı gelmelerinin onları bütünüyle ortadan kaldırdığını çünkü her seferinde “açlıkla” imtihan edildiklerini de unuturuz.

Travestilerin “öldürülmesi” ne karşı ya evlerini kapattırır, “fuhuş bitsin” yürüyüşleri yaptırır, uzun saçlı gençlerin parkı vermemek için yaptıkları direnişlerde saçlarını hıncımız ile çeker, Emirgan parkında piknik yapan başörtülü kadınlara bakıp sürekli “kalite” sorgulamasıyla "g… kılları" deriz. Bu g..t kıllarının belki de rezidanslardan düşen, yeraltına inen bir işçinin eşi olabileceği gerçeği de görüşümüzü değiştirmez. Mezuniyet törenlerinde kibrin doruğunda “yüzde 50’yi zor mezun ediyoruz” diye pankart açılan aynı üniversiteden yüzde 50’nin gücünü göstermek için  “yol geçiririz”.

"Yetmez ama" diyenleri her daim hayatımızdan siler, bizler- onlar ve mitoz bölünmelerimiz ile asla yüzleşemeyenleriz…

Bizim için aslolan ismimiz-cismimiz-kariyerimiz-bilirkişiliğimiz-örgütümüz ve bu yüzden “mücadelemiz” için her şeyi kullanıp sonra unutan iz sürmeyen "bir varlık" olduğumuzla yüzleşemeyiz. Çünkü bizler her birimiz yine her birimiz için “istiklal mücadelesi” veren, baretimizle Samsun’dan yürüyüş başlatan “gençlik”, madencinin çizmesinden şiir yazan “sanatçı”, Taksim de değil Soma’dayız diye selfie çektiren “gazeteci”, anti-depresan alıp madene inmiş gibi hayatı lanetleyen twitçi, vurmak yada övmek için her seferinde kaybolan-varolan bir “lideri” nerede diye sorgulayan “partili”, aralarda da bin kez madencileri, inşaat işçilerini gömen, ara da sırada talimat almak için ortadan kaybolan ortalığın yatışmasını bekleyen ama hep siperi "safhımıza" göre ayarlayan ama asla kendisi ile yüzleşemeyen hastalıklı varlıklarız.

Çünkü hepimiz safhımızın bize sunduğu ve bizi değerli kıldığına inandığımız ölçülen-satılan-değerlerimizin teslim alınmasından-yok olmasından korkuyoruz. Varlığımız yokluğumuzdur.

Hepimizin başı sağolsun.