Sibel Yerdeniz
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın “Kişi Dokunulmazlığı, Maddi ve Manevi Varlığı” başlıklı maddesi “Herkesin yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahip olduğunu,” söyler
Davacının Veli Saçılık, davalıların Adalet Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı olduğu davada da Antalya 1. İdare Mahkemesi, 31 Mart 2005 tarihli gerekçeli kararında şu ifadeleri kullanıyor:
“Anayasamızın teminatı altında bulunan ‘yaşama hakkı’nın bir parçası olarak her vatandaşın vücut bütünlüğünü korumak devletin temel görevleri arasındadır. Devletin idaresi altındaki ceza ve tutukevlerindeki gerek üçüncü kişiler tarafından gelebilecek saldırıları bertaraf etmek, gerekse bu alanda görevli kamu görevlilerine bu görevlerini ifa ederlerken kişilerin yaşama hakkına ve vücut bütünlüğüne azami saygıyı gösterecek şekilde eğitim vermek bu hizmet alanında devlet erkini kullanan idarelerin görevleri arasındadır.
Ceza infaz kurumu ve tutukevlerinde iç ve dış güvenliği sağlamakla görevli idarelerin öncelikle, cezaevlerinin olağan yönetimle kontrol edilebilecek önleyici güvenlik önlemlerini baştan alması, buna uygun olarak cezaevi donanımını gerçekleştirerek, etkili bir yönetim ve denetim sistemini geliştirmiş olmaları, herhangi bir isyan ya da toplu kalkışma halinde güvenliği sağlama konusunda dışarıdan kolluk kuvvetleri vasıtasıyla müdahale etme hakkı var ise de, yapılan müdahalenin yürüttükleri hizmetin ve mevzuatında öngörülen yöntemlerle, kişilerin can güvenliği mümkün olduğunca riske atmadan orantılı bir güç kullanmak suretiyle yapılması gerekmektedir.”
Saçılık, Burdur E tipi Cezaevi’nde hükümlü olarak bulunduğu 5 Temmuz 2000 tarihinde mahkûmlara yönelik operasyon sırasında kepçe ve dozerlerle cezaevi duvarlarının yıkılması sırasında sağ kolunu kaybetti.
Önce, kopan kolu Isparta sokaklarındaki “köpeğin ağzındaki kesik kol” olarak basına düştü, sonra da kendisi “operasyon sırasında kolu kopan mahkûm”, “kendisine ödenen tazminatın geri istendiği eski mahkûm” denilerek, son olarak da “Burdur Cezaevi olaylarıyla ilgili AİHM’in Türkiye’yi ceza vermeye mahkûm etmesiyle…” medyada yer aldı.
Tarihe kaydı “Hayata Dönüş” olarak düşen 19 Aralık operasyonlarının 12. yıl dönümünde, “operasyonların ikinci provası” olarak görülen Burdur Cezaevi’nde yaşanılanları ve sonrasını Veli Saçılık ile konuştuk.
- Cezaevine kaç yaşında, hangi gerekçelerle girmiştiniz?
1995 yılıydı, 18 yaşına girmiştim ve Ankara'nın Ostim Sanayi Sitesi’nde işçi örgütlenme çalışması yaptığım için, “yasadışı örgüte yardım ve yataklık yapmak” gerekçesiyle tutuklandım. Üç ay sonra da serbest bırakıldım.
Dava 1999’da sonuçlandı, 3 yıl 9 ay ceza aldım. “8 Mart, 1 Mayıs gibi tarihlerde bildiri dağıtmak, afiş asmak, 1 Mayıs 1995 tarihinde Tandoğan’da yürüyüşe katılarak ‘Yaşasın 1 Mayıs; İş Emek Özgürlük’ pankartı hazırlama ve taşıma eylemleri, Evrensel Gazetesi satmak v.s.” gibi iddialarla aynı davadan ceza aldım.
Ulucanlar Cezaevi’nde altı ay kadar kaldım. 26 Eylül 1999 Ulucanlar Cezaevi katliamı yaşanmadan dört ay önce Burdur E Tipi Cezaevi’ne sevk edildim.
Ulucanlar’da 30 kişilik koğuşta 102 kişi kalıyorduk. Bu durumu protesto eden arkadaşlarımız, 19 Aralık 2000’de, sonradan ‘hayata dönüş’ adıyla anılacak olan asıl operasyonun provası olan bir katliamda hunharca işkencelerle öldürüldüler, sağ kalanlar F-Tipi denilen “tek kişilik” mezarlara gömüldü.
- Burdur Cezaevi ne durumdaydı?
Burdur E Tipi daha ‘sakin’ bir cezaeviydi. Kıyıda köşede kalmış olmanın rahatlığı vardı. Yatacak yer sorunu gibi “ufak tefek” sorunlar olmasına rağmen özel bir baskı uygulanmıyordu. Ama Erzurum Cezaevi Müdürü Katip Özen'in, Burdur'a atanmasıyla birlikte bu durum sona erdi. MGK’da alınan F Tipi'ne geçiş kararını tüm cezaevlerinde uygulamak için başlatılan “psikolojik harekât” bu atamayla açığa çıkmış oldu.
Burdur Cezaevi’nin 19 Aralık 2000'de bütün cezaevlerinde gerçekleştirilen katliamın uygulama öncesi prova alanı olarak düşünüldüğü sonradan devlet yetkililerinin ağzından itiraf edildi.
Yeni cezaevi müdürü kısa sürede “onur kırıcı” uygulamaları hayata geçirdi, önce sürekli üst araması ile başladı, ardından sıcak su ve soğuk su kesintileri geldi. Banyo yapamıyorduk. Ziyaretçilerimize eziyet ediliyor, aramalarda eşyalarımız talan ediliyordu. Mahkûmları “adam etme” hedefiyle işkenceye varan baskılara maruz kaldık. Mahkeme ve hastaneye gidenler dönüşte öldüresiye dövülüyordu.
Bu uygulamalar başladıktan kısa bir süre sonra Ulucanlar katliamı gerçekleşti. Ulucanlar’da işkenceye maruz kalan beş kişi ertesi gün bizim olduğumuz 4. Koğuş’a getirildi. Yapılan işkencenin vahşetini vücutlarına bakınca apaçık görebiliyorduk. Ulucanlar saldırısını protesto için yaptığımız “sayım vermeme” eylemi ardından Cezaevi Müdürü “Burası ikinci Ulucanlar olacak” diyerek bizi tehdit etti.
Ailelerimiz durumun vahametini fark edip defalarca “Burdur ikinci Ulucanlar olmasın” diye eylem yaptılar. Gazetelerde “Burdur ikinci Ulucanlar olabilir” içerikli haber ve köşe yazıları yayınlandı. Biz de Ulucanlar’da yapılanların bütün cezaevlerinde gerçekleştirileceğini öngörüyorduk. Gözden uzakta olduğu için Burdur’u seçtiler. Erzurum Cezaevi’ndeki sert uygulamalarıyla nam salmış. Cezaevi Müdürü Katip Özen’in Burdur’a tayini de bu plana uygun bir adımdı.
- Olay günü söz konusu isyan nasıl gelişti, neler yaşandı?
İsyan yok, hepsi önceden hazırlanmış bir tezgâh, tamamen hesaplı bir saldırıydı. Mahkemeye giden beş arkadaşımızın feci şekilde dövülmesinden hemen sonra on bir arkadaşımız hakkında, verdikleri bir dilekçe nedeniyle, İzmir'de duruşmaya katılmaları için “zorla mahkemeye götürülme” kararı çıkarılmıştı.
Mahkemeye “dövülmeme” sözü ile çıkacaklarını söyleyen arkadaşlara “Siz gününüzü görürsünüz” diyen Cezaevi Müdürü, zaten Bolu Komando Tugayı’nı cezaevinin avlusuna yığmış. Gece boyu hazırlık yapan asker ve gardiyanlar 5 Temmuz 2000’de sabah saat 08:00’de saldırıya geçtiler.
Ulucanlar katliamını hatırlattığı için hemen kapılara dolaplarla barikat kuruldu. Arka arkaya patlayan ses, sis ve gaz bombaları ile savaş alanına dönen koğuşumuzu terk ederek ortak avluyu paylaştığımız ve diğer siyasi arkadaşlarımızın kaldığı 3. Koğuş’a geçtik. Askerler havalandırmayı geçerek bizi 3. Koğuş’ta sıkıştırdı. Camın önüne koyduğumuz yatak ve battaniyeleri itfaiye eri yanıcı madde dökerek yaktı. Yangın söndürmekle görevli insanların yangın çıkardığına tanıklık ettik…
Tutuşan yatakların çıkardığı duman nedeniyle boğulma tehlikesiyle karşı karşıydık. Bu yetmezmiş gibi çatıyı delerek içeriye biber ve sinir gazı bombası attılar. Mekânın küçük ve kapalı olması etkiyi daha da arttırıyordu. Hitler'in gaz odalarını biz Burdur’da yaşadık.
Bulunduğumuz yer bir duvarla siyasi kadın koğuşundan ayrılıyordu. Kadınlar o duvarın mazgallarının çevresini kırarak bizim onların tarafına geçmemizi sağladılar. Orada birazcık nefes alabildik.
Saldırının hızını kesen askerler daha çok “prova” yapıyor gibiydiler. Kadınlar koğuşu 40 metrekare idi ve biz 61 kişi içine sıkışmıştık. Dava tutanaklarına gore, 415 asker ve 100 civarında gardiyan görev almıştı operasyonda.
61 kişi ölümü bekliyorduk bu odada…
Sonra yine gaz bombaları başladı. Ardından, dış duvar büyük bir gürültüyle üzerimize çöktü. Odanın içine “elevator” denen kocaman kepçenin ağzı girdi. Gaz bombasının etkisiyle hava almak için açılan deliğe yaklaştığım anda beni “gören” kepçe üzerime doğru hızla hareket etti ve sağ kolum kepçe ile duvar arasında kalarak koptu.
Kolumu itfaiyenin sıktığı suyun içinde molozların, gaz bombalarının arasında arayıp buldu arkadaşlarım, “Yaralıyı alın,” diye bağırdılar…
Bu olayın ardından saldırının şiddetini arttırdılar, itfaiye su sıkarken diğer taraftan da gaz bombaları atılıyordu. Su o kadar yükselmişti ki boğulmamam için arkadaşlar beni kucaklarında tutuyorlardı. İki üç saat sonra askerler beni aşağıya almayı kabul etmişlerdi, kopan sağ kolumu sol elime alarak merdivenden arkadaşlarımın yardımıyla indim.
- Başka yaralanan mahkûm olmadı mı?
Kafasına gaz bombası isabet eden bir arkadaşımızın beyni ortaya çıkmıştı. Astım hastaları vardı, 1996 ölüm orucu yüzünden sağlık sorunu olan insanlar vardı aramızda, hepsi can çekiştiler. Tam bir can pazarı yaşandı. Askerler duvarları taradılar. Ortalık savaş alanı gibiydi.
Şans eseri ölen olmadı ama ben hastaneye doğru yol alırken geride kalan arkadaşlar, saatlerce bu işkenceyi yaşamışlar. Kalaslarla dövülerek yeraltı hücrelerine indirilmişler, bir hafta savcı gözetiminde işkence yapılarak başka cezaevlerine sevk edilmişler.
Geçen ay AİHM’in Türkiye’yi mahkûm ettiği dosyada, bir kadın arkadaşımıza tecavüz, kepçeye insanları doldurup yukarıdan aşağıya bırakma, suda bir hafta bekletme gibi işkenceler de var.
Dönemin Valisi Kaya Uyar'ın “Başarılı bir operasyon oldu, insan hakları çerçevesinde operasyon yaptık” sözü Türkiye’nin insan hakları anlayışının arka planını ortaya koyuyor.
- Olay sonrasında, hastane ve tedavi sürecinde neler yaşadınız?
Cezaevinden Burdur Devlet Hastanesi’ne götürüldüm, hiçbir müdahale yapılmadan orada bekletildim. Hastanede kolum yanımdaydı. Saatlerce bekletmek yerine söyleyecekleri tek şey “Mikrocerrahi yok!” olacaktı… Hastanede, “Teröristmiş, iyi olmuş” lafları ettiklerini de duydum… Sonra Isparta'ya sevk edildim, orada da ‘mikrocerrahi’ olmadığı için işlem yapılamadı. Antalya Akdeniz Üniversite Hastanesi’ne sevk edilmem gerekirken Isparta’ya sevk edilmiştim. Böylece kolumu kaybetmiş oldum.
‘Kolumu köpeklerin bulduğunu hastanede okudum’
- Ama olay, siz kolunuzu kaybettiğiniz için değil de, başka türlü bir “ihmal” neticesinde basına yansımış oldu?
Cumhuriyet Gazetesi Burdur muhabiri Sergül Canıgür ortaya çıkarmış oldu. Çöpe atılan kolumu köpekler bulmuş ve sokaklarda gezdirmişler, polis cinayet şüphesi ile araştırma yapınca kolun benim olduğu anlaşılmış. Konu basına yansıdığı içinde saklayamamışlar.
Ben bütün bunları, hastanede tutuklu hücresinde yatarken annemin getirdiği Cumhuriyet Gazetesi’nde okudum. Kolumun koparılması, ringde işkence, hastanede sağlam elime kelepçe, ayağıma kan toplayacak sıkılıkta zincir vurulması… Yine de benim için en garip olay, “Bir mahkûmun kolu köpeğin ağzında bulundu” haberiydi. Anlatması zor…
Böylece Burdur Cezaevi olayı “köpeğin ağzındaki kol” olarak Hikmet Sami Türk, Bülent Ecevit, Devlet Bahçeli, Mesut Yılmaz ve esas aktör olan MGK'nın mahareti olarak tarihin karanlık sayfalarına geçirmiş oldu.
- Ne kadar sonra ve nasıl cezaevine döndünüz?
Orası da tam bir işkence… Isparta’da hastanede bir hafta kaldım ve tekrar Burdur’a Cezaevi’ne getirildim, yatak filan vermediler, koşullar o kadar kötüydü ki açlık grevine başladım, olay basına yansıdığı için müfettiş geldi, zincirlerimi çıkarttırdı, tekrar hastaneye sevk etmek zorunda kaldılar. Özel ambulans ile tekrar Isparta Hastanesi’ne götürdüler. Toplam 28 gün gibi bir süre sonra Burdur Cezaevi’ne getirildim ve bir hafta sonra da Haymana Cezaevi’ne sevk edildim. Haymana Cezaevi’nde göründüğüm altı aylık sürenin iki ayını Ulucanlar’ın şimdi “müze” yapılan tek kişilik hücrelerinden birinde geçirdim…
- O kadar kısa sürede tedaviniz tamamlanabilmiş miydi, nasıl idare ettiniz cezaevinde tek kolla ve o koşullarda?
Cezaevinde her şey tam olarak iyileşememiş ve sakat bir insana eziyet etmek için kurgulanmış gibiydi, çok isyan ettim her konuda ama en çok yazı yazmada, kişisel ihtiyaçlarımı karşılamada ve hayata adaptasyonda çok zorlandım…
Ama asıl zorluğu çıkınca yaşadım. Toplumda kolu olmayan biri olarak var olmak zor. Ancak yaşama zorunluluğum, sevincim var, Nâzım gibi yaşamayı ciddiye alıyorum. Mesele bir kolu kaybetmek değil, benliğini, haklılığını, mücadele etmeyi ve adalet duygusunu kaybetmemek. Bunları kaybetmedim, ömür boyu kolsuz yaşayabilirim, ancak bunlar olmadan yaşayamam.
- Ailen ve annen için de çok zor bir süreç olmalı?
Bu soruya annem cevap vermeli...
- Ne zaman ve nasıl beraat ettin?
Ben 19 Aralık 2000’den iki gün sonra “Rahşan Affı”yla çıktım. Cezamın bitmesine beş ay kalmıştı zaten. AB uyum yasaları nedeniyle Ceza Kanunu’nda değişiklik olunca Ankara 2 No’lu DGM’ye dilekçe verdim, “Beni mahkûm ettiğiniz suç, suç olmaktan çıkmıştır, fikir özgürlüğüdür,” diye. Kabul edildi, önceki mahkûmiyet hükümleri kaldırıldı, beraat ettim.
Yani onca yıl sonra çıkan kararda, hükme söz konusu eylemlerin “suç tarihi ve öncesinde o gün için gündemde olan olaylarla ilgili bildiri dağıtmak ve pankart açmaktan ibarettir” denilmekteydi…
- Daha sonra siz dava açtınız değil mi?
Çıktıktan sonra iki dava açtım. Biri hastanenin kolumun bir köpeğin ağzında bulunmasına sebep vermesinden dolayıydı. 06 Ekim 2000 tarihinde “soruşturma izni verilmemiştir” diye bir karar veriyor Budur Valiliği, doktorlar ve diğer sağlık görevlileri hakkında. Buna rağmen haklılığım vurgulandı. Cüzi bir tazminat kazandım.
Operasyonla ilgili açtığım davada idari mahkeme kararı, “Göz yaşartıcı bombanın etkisiyle açılan deliğe hava almaya çıkan mahkûm, o haliyle kolluk kuvvetleri için bir tehlike oluşturmadığı açıkken ve iş makinesi tarafından da görüldüğü açık bir şekilde belirlenmişken, hem kolunun kopacak şekilde yaralanmasına ve ardından uzun süre tedavi almasını ihmal ederek açıkça hizmet kusuru işlediklerine ve orantısız güç kullanarak zarara uğratılmıştır,” diyordu.
Yüz bin maddi, elli bin lira manevi tazminat kazandım. 2005 yılında ödeme yaptılar.
Ama sonra Danıştay, usulden bozdu. O kararı verdiklerinde aslında isyan davası zaman aşımından bitmişti, evrak vermeme rağmen dinlemediler.
Ali Suat Ertosun’u hatırlarsınız, 19 Aralık Operasyonu’nda Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü’ydü. Bugün HSYK’nın başında ve hâkim atamalarını o yapıyor. Antalya İdare Mahkemesi’nden, Isparta’ya alınan davada Ali Suat Ertosun'un atadığı hâkimler “devletin gereğini yaptığına” hükmettiler. “Devletin öldürme yetkisi vardır, o yetkiyi kullanmış” diyerek reddettiler. Şu an Danıştay 10. Daire’de. Kaybedersem, tazminatı faiziyle geri ödemem gerekecek!
- Antalya İdare Mahkemesi’nin açık itirazına ve kararına rağmen mahkûmların koğuşuna müdahale edebilmek için iş makinası kullanmak, cezaevlerinin iç ve dış güvenliğinin korunmasında olağan ve mevzuata uygun bir yöntem miymiş?
Evet, son derece normal ve yerinde bir uygulamaymış anlaşılan.
Olay sonrası tek bir devlet görevlisi yargılanmadı, Olayla ilgili soruşturmalarda savcı devletin meşru öldürme hakkından bahsetti. Dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk olayla ilgili “Vahim şeyler var, gereken yapılır” demesine rağmen hiçbir şey yapılmadı. Bizlere isyan çıkartmak ve devlet malına zarar vermekten davalar açıldı.
Bunca işkencenin üzerine bize bir de ceza vermek basına yansıyacağı ve “kamuoyunda tepki çekebileceği” düşüncesiyle zaman aşımıyla davaları kapattılar. Dosyama bakmak üzere Burdur'a gittiğimde Cumhuriyet Savcısı, beni odasına çağırdı ve askerlere dava açmamasının nedeninin Adalet Bakanlığı’ndan yapılan baskı olduğunu söyledi. Bir kez daha “bağımsız Türk yargısının” içler acısı durumunu yaşayarak görmüş oldum.
- Ama AİHM lehinize karar verdi?
Hiçbir gardiyan ve yetkilinin yargılanmamasıyla ilgili AİHM’e açtığımız davada, haklı bulunduk. AİHM, Cumhuriyet Savcısı’nın hiçbir suçluya soruşturma açmayarak ciddiyetsiz davrandığını, işkencecileri ortaya çıkarmak bir yana şikâyetçi olanları terörist ve kötü niyetli adlandırdığını, samimi olmadığını söyledi. Kısacası, AİHM, savcıyı "işkenceyi örtbas etmeye uğraşmakla" suçladı. Diğer arkadaşlar 20’şer bin Euro aldılar. Benim tazminat hükmüm ileriye bırakıldı. Danıştay kararına göre verilecek.
Zaten olayın yıl dönümü olan 5 Temmuz 2011 tarihinde AİHM, “devletin işkenceyi araştırmadığını, savcının işkenceyi ortaya çıkarmak yönünde değil saklama ve soruşturmayı kapatma yönünde davrandığı” gerekçesiyle devleti tazminata mahkûm etmişti. Burdur Cezaevi'nde işkence böylece AİHM aracığı ile de bir kez daha tescil edilmiş oldu.
- Şu anda çalışıyor musunuz, bütün bu süreç hayatınızdan - kolunuzu kaybetmek dışında - neler alıp götürdü, ruh halinizi nasıl etkiledi?
Cezaevine girmeden önce makine ressamıydım. Çıktıktan sonra uzun süre işsiz kaldım. Ama sonra tazminata mahkûm ettirdiğim İçişleri Bakanlığı’nın personeli oldum. Nüfus emekçisiyim. KPSS sınavı ile yerleştim. Evliyim, bir kızım var.
Süreç hayatımdan sağ kolumu alıp götürdü. Başkaca bir şey alabildiğini zannetmiyorum. Yaşama sevincim yerinde olduğu sürece bana psikolojik zarar veremezler. Önemli olan eğilip bükülmeden yaşayabilmeyi başarmak.
Ruh halim iyi, sadece eskiden kişisel olarak kin beslediğim insanlar yoktu, şimdi Hikmet Sami Türk ve Ali Suat Ertosun'a şahsi ama aynı zamanda toplumsal içerikli kin duyduğumu söylemeliyim...
- 2011 Haziran ayında seçim çalışması yapan Hikmet Sami Türk ile basına yansıyan bir karşılaşmanız olmuştu, ne hissetmiştiniz?
Beklenmedik bir karşılaşma olduğu için söylemem gerekenleri söyleyemedim. Aynen basına yansıdığı şekilde geçti aramızdaki konuşma.
Son derece tedirgin oldu ve samimiyetsiz yanıtlar verdi elbette. “Kolumu koparttınız,” dediğimde “Yok öyle bir şey!” dedi. “Size tehlikeli görünüyor muyum?” dediğimde “Hayır, niye?” diye sordu. “Bize ‘tehlikeli’ diye neler yaptılar. Siz hatırlamadınız ama biz televizyonda sizi her gördüğümüzde anıyoruz… Bebeğimi hiç kucağıma alamıyorum. Mecburen boynuma astığım ana kucağında taşıyorum…” dedim.
“Operasyonun bizimle ilgisi yok, jandarma yapmıştı, umarım sorumlular cezalandırılmıştır,” dedi. Böyle bir rahatlık ve samimiyetsizlik olabilir mi?
2006 yılında Burdur Cezaevi’ni “mafya”nın yönettiği ve müdürün de rüşvet aldığı haberleri ortaya atılmıştı. Devletin gücü bir tek elleri kolları bağlı insanlara yetiyor demek ki. Hikmet Sami Türk’ü karşımda görünce, devletin gücünün insanlıktan çıkmış zavallıların elinde olduğunu düşündüm, öyle hissettim. Onlar yargılanıp cezalandırılmadan kimse bu ülkede insan haklarından ve hukuktan bahsetmesin.
- 18 yaşında “solculuk” eylediğiniz için cezaevine girdiniz. Bütün bu yaşadıklarınızdan ne öğrendiniz, ne anladınız bu hayattan?
Bugünkü hayat felsefemi "Dünyayı seven veli değildir, canından geçen deli değildir," sözü özetler.
Radikal değilim, ama pasif hiç değilim. Genel anlamda “halk için” mücadeleye inanmam, ama yaptıklarım ya da düşlerim halkın içindedir.
Yoksulluğun en zor biçimlerini yaşayarak büyüdüm; paranın değerini de, değersizliğini de bilirim.
Yaşadıklarımdan öğrendiklerimin başında; “Devlete elini verirsen kolunu alamazsın” gerçekliği oldu.
“İki sene değil mi, yatar çıkarım” derken “çıkamamak” diye bir şey varmış, onu öğrendim.
Ayrıca, engelli olmak çok zormuş, yaşayarak öğrendim.
Anamın babamın oy verdiği parti kolumu kopardıysa, demek ki siyasette “babama bile” güvenmemeliymişim, bunu da yaşayarak öğrendim…