Verdi’nin, 1853’teki ilk temsili bir fiyaskoyla sonuçlansa da günümüzde en çok sahnelenen eseri, La Traviata, Yekta Kara rejisiyle İstanbul’da, Süreyyapaşa Operası’nda izlenebilir.Radikal yazarı Serhan Bali'nin Verdi'nin sahnelenecek bu operası hakkındaki yazısı şöyle;Müzik tarihinde kimi öyküler var ki, anlatıla anlatıla doğruluğundan artık şüphe edilmez hale gelmişler. Ama biraz sorguladığınızda, ‘Hadi canım’ demeniz işten bile değil. Örnek mi istiyorsunuz? Alın size Verdi’nin ‘La Traviata’ operası. Bestecinin günümüzde en sevilen ve en çok sahnelenen operalarından ‘La Traviata’nın 6 Mart 1853 gecesi, Venedik’teki La Fenice Tiyatrosu’nda yapılan prömiyerinde uğradığı başarısızlığın ‘gerekçesi’ bana hep tuhaf gelmiştir. Anlatılana göre, yönetim prömiyerde Violetta Valery rolünü soprano Fanny Salvini-Donatelli’ye verince, olacakları önceden kestiren Verdi küplere biner. Salvini-Donatelli’nin eserin anlamını zedeleyeceğini düşünen bestecinin korktuğu başına gelir. Eserin sonunda veremden ölen Violetta’nın sahnede 130 kiloluk bir soprano tarafından canlandırılmasını gülünç bulan izleyiciler, Salvini-Donatelli son perdede ne zaman ‘ince hastalığından’ söz edecek olsa, gülme krizine tutulurlar ve eserin ilk gösterimi böylece fiyaskoyla sonuçlanır. ‘Şişman soprano’ meselesi İki buçuk saatlik süresine rağmen, olağanüstü güzellikteki arya ve diyaloglarıyla su gibi akan ‘La Traviata’nın harikuladeliğini, o devrin izleyicilerinin - ‘şişman soprano’ engeline takılıp - anlayamamış olması garip değil mi? İrlandalı tenor John Mc Cormack’in anılarında da ‘şişman Violetta’ imgesini akıllara getiren çok hoş bir anekdot vardır. Salvini-Donatelli’nin Violetta rolündeki halefi sayılan ünlü soprano Luisa Tetrazzini her öğünde çift porsiyon yemesiyle ünlenmiş, boğazına düşkün bir opera sanatçısıdır. Mc Cormack, Metropolitan’daki bir ‘La Traviata’ temsilinin son perdesinde, Tetrazzini’yi yatağından kaldırdığı sahneyi anlatırken, ‘sanki bir çift Michelin lastiği kaldırır gibi’ zorlandığını anlatıyor! Ses güzelliği kadar fiziksel albeninin de önem taşıdığı günümüz operasında kilolu bir sopranodan Violetta izleme olasılığımız artık yok denecek kadar az. Ama işin hâlâ en zor tarafı, dün olduğu gibi bugün de, her yönüyle eksiksiz bir Violetta bulabilmek. O kadar güç bir rol ki Violetta, eserin neredeyse her anında sahnede onu izliyoruz. Donizetti’nin Lucia’sının engel tanımayan kaya gibi sağlam koloratür tekniğine, Puccini’nin Tosca’sının dramatik ifade gücüne ve Wagner’in Isolde’sinin körük gibi işleyen ciğerine sahip olması gereken çok çetin bir ‘dramatik koloratür soprano’ rolü, Violetta Valery... Bu düşüncelerle, İstanbul Devlet Operası’nın Süreyya Operası’nda 29 Kasım akşamı prömiyeri yapılan ‘La Traviata’ prodüksiyonunu izledim. Yekta Kara tarafından sahneye konulan eserde, işi en zor olan, Violetta Valery’yi seslendiren soprano Otilia M. İpek’ti. İpek, vokal açıdan, bu rol için gerekli tüm donanıma sahip bir yorumcu. Geniş, güçlü, tizleri sorunsuz, her ortamda rahatça kullanabildiği bir sesi var. Ama Violetta’nın eser içerisinde yaşadığı ruhsal gel-git’leri, düşünsel ikilemleri, ‘hafifmeşrep kadından fedakâr âşığa’ evrilişini izleyiciye inandırıcı biçimde yansıtmakta yeterince başarılı olamadığını düşünüyorum. Yine de, vokal açıdan güzel söylenmiş bir Violetta beklentisi içinde olanların, Otilia M. İpek’i ‘La Traviata’da beğeniyle dinleyeceklerine kuşkum yok. Türk operasının yurtdışındaki gururlarından, tenor Bülent Külekçi’yi Alfredo Germont rolünde dinlemek büyük zevkti o akşam. Violetta için, ‘eserin başından sonuna dek dalgalı bir ruh hali sergiliyor’ dedik ama Alfredo da bu bakımdan aşığından geri kalmaz. İlk sahnede, Violetta’yla tanıştırılan ‘mahcup ve heyecanlı genç’ten, ikinci perdedeki ‘ihtiraslı sevgili’ye, üçüncü perdede zıvanadan çıkmış ‘öfkeli âşık’tan son perdede, gerçeği öğrenmiş ‘pişman âşık’ kimliklerine ustaca dönüşüverdi Külekçi. Yorumcumuzun, daha önce Graz’da da söyleyip alkışlandığı Alfredo rolünde, başarılı olamayacağı herhangi bir dünya sahnesi yok bana kalırsa. Bir ‘sado-mazo’ sahne Bariton Önay Günay, eserdeki soprano-tenor-bariton üçgenini tamamlayan ve vokal açıdan yine büyük güçlükler içeren Giorgio Germont rolünde, ustaca kullandığı sesiyle, aynı anda hem müşfik hem de despot olabilen baba Germont’u canlandırmakta son derece başarılıydı. Rahat anlaşılır İtalyancasıyla tane tane söylediği ‘Di provenza il mar’, gecenin akılda kalan anlarından biriydi. Üç karakterin çevresinde dönen ‘La Traviata’daki yan karakterler; Flora Bervoix’da mezzosoprano Pınar Ünker, Gastone’de tenor Çağrı Köktekin, Baron Douphol’de -gençliğiyle dikkat çeken- bariton Caner Akgün, Obigny Marki’sinde bas Göktuğ Alpaşar ve Doktor Grenvil’de bas Barbaros Taştan, görevlerini eksiksiz yerine getirdiler. Yekta Kara, yakın dönemde imza attığı tüm prodüksiyonlarda olduğu gibi, konusu 1850’lerde Paris’te geçen ‘La Traviata’yı da, çağlar ötesi ve evrensel bir mesaj taşıdığı gerekçesiyle, günümüze taşımış. Dekorları Adnan Öngün’e, kostümleri Şanda Zıpçı’ya, ışığı Ahmet Defne’ye ait olan ‘La Traviata’da birinci perde açıldığında, kırmızı tuvaleti içerisindeki ‘kurtezan’ Violetta’yı ve onu mücevherlerle paraya boğan ‘smokinli beyefendileri’ görüyoruz. Eskinin Zeffirelli görkeminden uzak minimalist dekorun eser boyunca aynı kalan tek öğesi, küçük sahneyi çevreleyen parlak metallerle süslü beyaz duvarlar. Kırmızı tuvaletiyle kanepeye yayılmış Violetta, bembeyaz duvarlar, smokinli baylar... Willy Decker-Wolfgang Gussmann ikilisinin 2005 yılında Salzburg’da sahnelendiğinde fırtınalar koparan ‘La Traviata’ prodüksiyonunu hemen akıllara getiren öğeler bunlar. İkinci perdede Flora’nın verdiği partide ise bir ‘sado-mazo gösterisi’ izledik. Düşkünlüğün, sefih yaşamın her yüzyılda karşılaşılan bir olgu olduğunu anlatan bu sahne, süslü sutyenler giymiş erkekleri kırbaçlarla kovalayan, üstlerine çıkıp gezdiren şov kızlarıyla, operanın yaramaz çocuğu Calixto Bieito’nun rejilerini veya seks öğesini fütursuzca kullanan son dönem Alman ‘regie theater’ işlerini anımsatan kanımca gereksiz, zorlama bir okumaydı. Markus Baisch yönetimindeki koro, ensemble’lardaki güçlü katkısıyla göz doldururken, Peter Valentoviç yönetimindeki orkestra, tekli ve ikili sahnelerde oda müziği sıcaklığına bürünen eşlik sırasında, yaylıların kulak tırmalayan entonasyon sıkıntılarına karşın, sahnede birbirine dolanmış lirizmi ve heyecanı yansıtmakta başarılıydı.