Vergin: 'AKP 10 yıl daha iktidarda kalır’ dedim diye beni mahvettiler

Vergin: 'AKP 10 yıl daha iktidarda kalır’ dedim diye beni mahvettiler

 

Siyaset sosyolojisi alanında tez ve analizleriyle dünya çapında kabul görmüş bilim insanlarından Profesör Doktor Nur Vergin, 2008’de verdiği bir röportajda kullandığı “AKP 10 yıl daha iktidarda kalır” ve “Mahalle baskısı” sözlerinin ardından yaşadıklarıyla ilgili konuştu. Vergin, “Beni mahvettiler. Sağlığım bozuldu. Affetmem! Çünkü kötü niyet vardı” dedi.

Star gazetesinden Selim Efe Erdem’e konuşan Vergin’in verdiği röportajın bir kısmı şöyle:

 

Beş yaşındayken Ulus gazetesi okurdum

 

-1941’de İstanbul’da doğmuş ama ilkokuldan doktoranıza kadar Fransa’da okumuşsunuz. Cumhuriyetin köklü ailelerinin evladı olmak, size nasıl bir çocukluk yaşattı?

Son derece siyasi bir ailede büyüdüm. Beş yaşındayken Ulus gazetesini okuyordum. Normal insanların evinde çocuklar o yaşta gazete okumaz. O derece siyasetle ilgiliydim. II. Dünya Savaşı yılları. Sovyet uçakları Ankara semalarında uçarsa diye geceleri karartma yapılıyor. Eve gelen misafirler de hep bunları konuşurdu.

-Evinize gelen misafirler arasında kimler vardı?

Babaannemin (Nedime Conker) ekâbir eşi ahbapları vardı. Mevhibe İnönü (2’inci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün eşi), Saraçoğlu’nun eşi (9’uncu Başbakan Rüşdü Saraçoğlu’nun eşi Sevinç Hanım), ve daha birçok hanım. Sabah kahvesine, çaya gelirlerdi. Ben de aralarında oynardım.

 

Stalin’e mektup yazdım, yollanmadı

 

-Ne konuşurlardı kendi aralarında?

Müthiş bir komünist tehdidi vardı ve ben de çocuk olarak ‘Komünistler gelecek, bizi Sibirya’ya sürecek’ diye korkuyordum. Babamla (Nurettin Vergin, İlk Vatikan Büyükelçisi) Fransa’ya gittiğimizde de Stalin manşetleri gördüm. Sekiz yaşımda Kremlin’e gönderilmek üzere Stalin’e mektup yazdım: ‘Bizim gibi dünya çocuklarını mahvetmeyin. Dünya çocukları adına size yalvarıyorum’. Tabii o mektup yollanmadı. Fransa’da ben ezilirsem, sanki bütün Türkiye ezilecek gibi hissederdim. Ezilmezsem sanki Türkiye’nin lehine olacaktı. Kendimi Türkiye ile öylesine özdeşleştirmiştim. Bu yüzden özellikle sınıf arkadaşlarımın önde olması gereken Fransızca gibi derslerde önde gidiyordum.

-Konuşurken, beden dilinizle teatral bir yetenek sergiliyorsunuz. Ömrünüzü siyaset sosyolojisine adadığınızı biliyoruz ama amatör olarak da olsa sahne sanatlarıyla ilgilendiniz mi?

Evet, doğrudur. Zaten üniversitedeki derslerim herhalde bu yüzden dolardı. Teatral anlatım! Fransa’da ilkokul öğretmenlerim de bunu söylerdi. Lisede edebiyat hocamız sene sonu şenlikleri için bir piyeste oynamamı istemişti. Çehov’un iki perdelik bir eseriydi. Edebiyat hocam, Nobel Ödüllü Albert Camus’nün çocukluk arkadaşıymış. Piyesin genel provasını hocam, Camus ve bir de ünlü Fransız sinemacı izledi. Bir sahnede metin gereği kahkaha atıyor ama aynı anda hüngür hüngür ağlıyor sonra yine kahkaha atıyordum ve bu dikkat çekmiş. Camus ‘Bu küçüğün eğer hayatta bir yeteneği varsa, o da tiyatro’ demiş. Bunu duyunca Allah!.. Eve gittim ve lise bitince Comedie Française’a gitmek istediğimi söyledim.

-Aileden onay çıkmadı sanırım...

Ne münasebet, tartışması bile olmadı! Olmaz dendi, bitti! Satır başı... Liseden sonra altı sene ara verdim ama çok okurdum. Sonra daldım sevgili üniversitemin kapısından içeri. Önce lisans, yetmez yüksek lisans. O da bitince babam ‘Tamam, bitti, pılını pırtını topluyorsun, dönüyorsun’ dedi. Bir yıl burs aldım, sonra Fransa’da bizim TRT’nin muadili ORTF’ye kamuoyu araştırmacısı olarak girdim. Bir Türk kızı, Fransız radyo ve televizyonları için kamuoyu araştırmaları ve analizi yapacak,  bunları da aylık rapor halinde kurum genel müdürüne, Fransa Meclis Başkanı’na ve Senato Başkanı’na sunulacaktı! Orada mutluydum, çevrem, işim gücüm vardı ve tamamen uyum sağlamış vaziyetteydim ama Türkiye’ye döndüm.

 

Diyarbakır’da ‘Türkiye’den mi geliyorsunuz’ diye sordular

 

-1974’te İstanbul Üniversitesi’nde göreve başladınız? Nasıl bir Türkiye ve üniversite buldunuz?

Türkiye’ye dönünce köylerde, gecekondularda araştırmalar yaptım, çok güzel şeyler buldum. 12 Eylül öncesi Gültepe gecekondularına, Diyarbakır’a, Van’a, Mersin’in köylerine gittim. Anadolu’nun hangi şehrine gitsem, bana ‘İstanbullu musunuz?’ diye sorarlar. Ama Diyarbakır’da bir pastanede ‘Türkiye’den mi geliyorsunuz?’ denildi. Yıl 1978. Ve bu realiteyi, kimlik bilincinin yeşerdiğini görmemek için ancak Türk politikacısı olmak gerekir! Şaka bir tarafa, ben politikacı değildim ama anladım ve sonra yaşananlar beni hiç şaşırtmadı.

-2007 yılında İstanbul Üniversitesi’nden emekli oldunuz. Daha uzun yıllar ders verebilecekken neden üniversiteden ayrıldınız?

Şimdi hastayım ve evdeyim. Seyahat edemiyor, davetlerde de boy göstermiyorum. Çok nadiren dışarı çıkıyorum. Zaten artık yaşlandım, mülakat yapmayı da hiç sevmem. Çünkü bir şey oldu...

 

2008’deki sözlerim nedeniyle sağlığım bozuldu

 

-‘AKP 10 yıl daha iktidarda kalır’ ve ‘Mahalle baskısı’ sözleriniz 2008’de manşetlere çıktı...

O tam bir suikast gibiydi.

-O röportajdan sonra Türk medyasını ikiye böldünüz, sizi savunanlar ve karşı çıkanlar...

AKP’nin dalkavuğu olarak takdim edildim. AKP iktidarı öncesinde sattığım bir arsaya imar izni almak istemişim... Bu nedenle ‘AKP 10 yıl daha iktidarda kalır’ demişim. Bu bir temenniymiş, insan istemediğini söylemezmiş. İyi de ben partizan değilim ki bir tespit yapıyorum ve bu gerçekleşme açısından isabetli ya da isabetsiz olabilir! Neler yazıldı... Saçlarımı yıkamış ve Fransız usulü bir eşarpla gittiğim kuaför diyor ki ‘Okudum sizi, anlaşıldı, siz de başınızı örtüyorsunuz’. Oysa saçımı yaptırmaya gelmişim! Böyle bir ortam yani. Beni mahvettiler. Sağlığım bozuldu. Affetmem! Çünkü kötü niyet vardı. Laiklikten yana olduğum yazılarım ve genel duruşumdan belli. Ama ikide bir ‘Elhamdülillah laikim’ diyecek halim de yok. Bir arkadaşım ‘Sinir bozan, senin gibi bir aileden gelen  Beyaz Türk’ün bunları söylemesiydi’ dedi. Kabul, yetiştirilme ve yaşam tarzım hiper Beyaz Türk olabilir. Hatta bazen diyorum ‘Kim Beyaz Türk kim değil, gelsinler bize sorsunlar’. Bazıları kendi kendilerini Beyaz Türk ilan ediyor da...

 

Beyaz Türkler statü kaybı duygusu yaşadı

 

-Beyaz Türk kimdir?

Bizim toplumumuzda aristokrasi yok ama her toplumda olduğu gibi bir elit zümre var. Övünmek için söylemiyorum ama bendeniz Cumhuriyet elitlerinin ürünüyüm. Beyaz Türk olarak, hangi parti iktidarda olursa olsun toplum içindeki konumumun değişmeyeceğini düşünürdüm. Her zaman ulaşabileceğim, beni dinleyecek ve yardım edecek birilerinin olduğundan emindim. Beyaz Türklerdeki ortak kanaat buydu. 2002’den sonra dedim ki ‘A, ben artık vatandaşım’. Yani imtiyazlı vatandaşlıktan düz vatandaşlığa geçiş! Kabul edelim, bu statü kaybı duygusu da bazılarında son derece örseleyici olabilir.

 

Kalbim avucumun içinde

 

-İmzalarınızı ‘N. Vergin’ şeklinde atıyorsunuz. Conker soyadınızı neden kullanmıyorsunuz?

Bir kere bana mükemmel bir baba olmuş Nureddin Vergin babamı incitmemek için. Bir de üniversitelerde yoğun bir Kemalist iklim varken benim öz babamın (Mahmut Conker, diplomat) babası Nuri Conker’in (TBMM Başkanvekili, Ankara Valisi, Atatürk’ün Balkan Savaşı, Trablusgarp, Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı’nda silah arkadaşı) Atatürk’e yakınlığı nedeniyle ‘Bakın ben kimin torunuyum’ demek gibi olacaktı. Benim annem ve babam, ben beş yaşımdayken boşandı. Babaanneciğimin evinde otururken, birbirlerine karşı beni kimin alacağına dair davalar açtılar. İnanın o çocuk, o sırada paylaşılamayan yaratık olmanın dayanılmaz zevkini yaşamıyor. Nihai davayı annem (Müşerref Hanım) kazandı ve sonra Nurettin Vergin babamla evlendi. O iyi bir üvey baba değildi, bir babaydı.

-Dedeniz Nuri Conker’in Atatürk’ün hiç küsmediği, sonuna kadar dost kaldığı isim olduğu, ona ‘Kemal’ diye hitap edebilen tek kişi olduğu söylenir.

Küsmek ne demek! Dedem Atatürk’ün, Selanik’ten okul arkadaşı, silah arkadaşı ve sırdaşı. Bakınız Nureddin Vergin babamın babası Cevat Paşa da son Halife Abdülmecit Efendi’nin yakını. Nice’e gittiği zaman Türkiye’deki hakları için onu vekil tayin etmiş. Şans ise eğer benim öyle bir şansım var, kadere bakın! Dedem Atatürk’ün, üvey dede de Halife’nin çok yakınında imiş. Nureddin Vergin babamın annesi Eşref Hanım da o dönem Hilal-i Ahmer Cemiyeti olarak geçen Kızılay’ın yönetim kurulu üyesi.

-Laiklik eleştirileri, sizi Türkiye’ye küstürdü mü?

Ülkeme niye küskün olayım ki? Her türlü eleştiriye tamam ama bana ‘Vatan, Millet, Sakarya’ ve Türkiye’ye sadakatim konusunda dil uzatana gereken yanıtı veririm. Kıbrıs Çıkarması sırasında, Selimiye Kışlası’nı arayarak harekata katılmak istedim. ‘Altı dil biliyorum. Bu dillerdeki bütün radyoları dinler, tercüme eder ve tape ederim’ dedim. Telefondaki komutan bir kahkaha attı ve ‘Size gerek kalmayacak çünkü harekat bir buçuk gün içerisinde bitecek’ dedi. Soyadımdan dolayı Nurettin Vergin ile bir akrabalığımın olup olmadığını sordu. ‘Babam’ deyince ‘Kıbrıs’tan Fırtına’nın selamını söyleyin’ dedi. Babama ‘Fırtına’nın selamı var’ deyince şaşırdı. Sonra öğrendim ki meğer telefonda konuştuğum bey Kıbrıs’ta mücahit iken, babam da Kıbrıs’a gerekli teçhizatı sokan kurulun başkanıymış. Şimdi Türkiye uğruna yarım saat kafa yormamış kişiler kalkıp bana liboş diyecek...

-Hayatını bilime adamış bir akademisyen olarak ‘Ölü balık gibi bakan öğrencileri’ bırakmak zor olmadı mı?

Zor bir konuyu anlamadıklarını görünce tüm sınıfa hitaben ‘Ne o öyle lodos yemiş baygın balık gibi bakıyorsunuz bana’ dedim. Öğrencilerle aram çok iyiydi, objektif davranırdım, bana kızmazlardı. 1979’da bir gün solcu ve sağcı öğrenciler arasında arbede çıktı, iskemleler havada uçuşuyor. Jandarmalar çocukları sıkıyönetime götürmek için içeri daldı ama ben onları vermedim. ‘Hadi özür dileyin birbirinizden barışın’ dedim, onlar da barıştı ve Selimiye’ye götürülmediler. Bilkent ve Marmara’dan ayrılıp yıllar sonra İstanbul Üniversitesi’ne döndüğümde ‘Siz gerçekten öğrencileri sıkıyönetime göndermediniz mi?’ diye soranlar vardı. Çünkü o sınıftakiler bir alt sınıftakilere anlatmış, onlar da kendi altlarına ve namım yürümüş. Hocalığı çok severek, kendimden çok vererek yaptım. 

-Samimi açıklamalarınız için teşekkür ederim.

Samimi olduğum size daha önce hiç kimse tarafından söylenmedi mi? Fransızca bir deyim vardır: ‘Kalbim avucum içinde ‘ konuşurum.