Viktatörlüğün anımsattıkları

Viktatörlüğün anımsattıkları
Fulya Canşen - T24Macaristan’daki gelişmeler Doğu Avrupa da bir post Sovyet rejiminin habercisi gibi. Medya, sağlık ve eğitim sektöründe rejim karşıtlarının içine düştüğü korku Türkiye için de tanıdık. Korkuyla mücadelenin yolu güçlü ve bağımsız medyadan geçiyor. Doğu Avrupa ülkeleri arasında bana en sıcak ve samimi gelen Macaristan olmuştu. Bunda Macarların Türklere duyduğu sempati kadar, başkent Budapeşte’nin İstanbul’u andırıyor olmasının payı büyük. Macar halkının Avrupa kültürünün sert, köşeli yapısından biraz uzak durması, akılcı olmaktan ziyade duygusal davranmaya meyletmesi de beni etkilemiş olmalı. Budapeşte’de ziyaret ettiğim çok dilli bir radyo merkezini hiç unutmuyorum mesela. Ben Almanca yayınını izlemek için gitmiştim, geleneksel kıyafetleriyle gelen Çinliler ile karşılaştım. Çinlilerin en büyük endişesi ülkenin AB üyesi olmasıydı. Çünkü, AB’nin bir parçası olacak Macaristan’ın sınırları onlara kapanacak ve bu durumda vize, oturma izni almak gibi çok tatsız, bürokratik işlerle uğraşacak, kendi çaplarınca yürüttükleri ticaret de sekteye uğrayacaktı. Yanlış hatırlamıyorsam Çinlilerin yaptığı yayın da bu çerçevedeydi. Almanca yayındaysa dil eğitimi için Almanya’ya gitmiş Macar gençlerin izlenimlerini dinlemiştim. Slovaklar, Hırvatlar, Rumenler, Bulgarlar hatta Ruslar bile devlet fonlarıyla desteklenen bu radyoda yayın yapabiliyordu. Üstelik Almanya’da olduğu gibi kimse bu çok dilli yayınların etnik grupların Macar toplumuna uyumuna zarar verip vermediğini tartışmıyordu. Aksine buna bir zenginlik olarak bakılıyordu.  Medyada korku imparatorluğu  Bugün Macar gazeteci Gábor Nemes’in Süddeutsche Zeitung’da yazdıklarını okudukça ülkenin nasıl bu kadar kolay değiştiğini anlamakta güçlük çekiyorum. Uzun yıllar Rusya’da dış muhabir olarak çalışan Nemes, Putin rejimi ile Macaristan’da olanlar arasında paralellik kurduğunu fakat buna rağmen ülkesine döndüğünde şaşkınlığa uğradığını anlatıyor. Nemes’i en çok şaşırtan, Macaristan’da hükümet karşıtlarının içine düştüğü korku olmuş. Bir buçuk yıl önce iktidara gelen Victor Orban muhaliflerini susturmaya önce çıkardığı medya yasasıyla başladı. Kamuya ait medya kuruluşlarında çalışan rejim karşıtlarının önemli bir kısmı sindirildi, sindirilemeyenlerse işten atıldı. Gábor Nemes, “bir kere adınız atılanlar listesine girdi mi, artık iş bulmanız güç” diyor. Çünkü, kamu medyasında hatta özel medyada kilit görevlere kendi adamlarını yerleştiren Orban hükümeti, sıkı denetim ve fahiş cezalarla herkesi zaptı-rap altına almaya çalışıyor. Gábor Nemes, bir önceki hükümet tarafından yöneticilik kadrosuna getirildi diye işten uzaklaştırılan kalifiye bir doktorla, Orban’ın inisiyatifiyle kurtarılmış özel emeklilik sigortasından çıktığı için okuldan atılan üç öğretmeni örnek göstererek medyadaki baskının eğitim ve sağlık sisteminde de yoğun olduğunun altını çiziyor. Macaristan’da viktatörlük, Türkiye’de alternatifsizlik İşin ilginç tarafı Gábor Nemes’in yazdıkları bana hiç yabancı gelmiyor. Hatta Türkiye’de eskisinden daha fazla vakit geçirmeye başlamış bir dış muhabir olarak kendisiyle çok rahat empati kurabiliyorum. Aynı kadrolaşma ve korku bugün benim ülkemde de hissediliyor. Macaristan ve Doğu Avrupa’da yeniden canlanan post Sovyet baskıcı düzen, sosyalizmi hatırlatıyorsa, benim ülkemde de darbe sonrası yılları anımsatıyor. Başta Macaristan olmak üzere Doğu Avrupa’ya yayılan nasyonalizmin ayak sesleri Türkiye’de, Fransa’nın Ermeni soykırımını inkar yasasını kabul ettiği bugünlerde daha yakından duyuluyor. Orban düzeninin adı çoktan kondu: Viktatörlük, Türkiye’de ise buna hala alternatifsizlik deniyor. Elbette Türkiye ile Macaristan arasında önemli bir fark var; biri AB üyesi biri hala kapıda bekliyor. Ancak bunun gerçekten bir fark oluşturup oluşturmadığını önümüzdeki günlerde, AB’nin Macaristan’a verdiği ültimatom sonuçlanınca göreceğiz. Siyasi kültür değişmedi Ben umutsuzum. Çünkü AB üyelik sürecinde hemen hemen bütün Doğu Avrupa ülkelerini dolaştım, sadece siyasetçiler, entelektüeller ve meslektaşlarım değil, sokaktaki insanlarla da konuşma şansım oldu. Bunu yaparken içimde sakladığım şüphe maalesef yerini gerçekliğe bırakmaya başladı. Doğu Avrupa, AB’nin en yoksul bölgesi olarak kaldı ve üyeliği sindiremedi. AB de genişlemeyi kaldıramamış görünüyor. Bu durum, Batı’da emperyal duyguları güçlendirirken, Doğu’da milliyetçiliği körükledi. Reformlardan yorulan Doğu Avrupa halkı, beklentilerinin karşılanmamasının yarattığı hayal kırıklığıyla AB karşıtı aşırı sağcı akımlara yöneliyor. Çünkü rejimi değiştirmek bile, bu ülkelerde hakim olan siyasi kültürü değiştirmek için yeterli olmadı. Almanya’da bugün hala bakanlıkların Nazi geçmişini sorguladığını düşünürsek kadrolaşmanın kolay kolay yok edilemediğini anlarız. Sağ ve sol arasındaki denge bozuldu Aşırı sağın ve nasyonalizmin ya da post modern diktatörlüklerin prim yapması sadece Doğu’da görülen bir fenomen değil. AB’nin üçüncü büyük ekonomisine sahip İtalya’da Berlusconi hükümetinin tutumu, özünde Viktor Orban’ınkinden çok farklı değildi. Almanya’yı “tek kadın”, AB’yi “Merkozy” yönetiyor. Fransa Lideri Sarkozy’nin göç ve azınlık politikası aşırı sağcıları aratmıyor. Hollanda, Avusturya hatta İskandinav ülkelerinde popülist, ırkçı partiler hükümetlere ortak oluyor, Avrupa parlamentosundaki yerlerini alıyorlar. Bütün büyük Avrupa ülkelerinde ve küçüklerin çoğunda muhafazakarlar iktidarda. İşin en kötüsü muhafazakarlarla sosyal demokratlar arasındaki mesafe giderek azalıyor. Çünkü demir perde yıkılırken dünyada sağ ve sol ideoloji arasında var olan denge o yıkıntıların altında kaldı. Varsa sınıf savaşı, işçi ve işveren, yoksul ile varsıl değil, en alttakilerle göçmenler ve azınlıklar arasında yapılıyor. Bu hiç de hayra alamet değil. Dünyanın en çok ihtiyaç duyduğu şeylerin başında özgür ve sağlam bir medya geliyor. Çünkü herkesin haber alma ve bilgilenme özgürlüğü, hem de istediği dilde, artık bir insan hakkıdır. Tıpkı bir zamanlar Macaristan’da olduğu gibi.