Fransız sosyolog Loic Wacquant, Başbakan Tayyip Erdoğan'ın Fethullah Gülen cemaatini zayıflatmak için askeri tekrar siyaset sahnesine davet edebileceğini söyledi. Türkiye'de askerin konumunun Tükye'yi batı ülkelerinden farklı bir yere koyduğu belirten Wacquant, "Türkiye'de askerin konumu yeniden tanımlandıysa da hâlâ var olan ve manevrada kullanılabilecek bir güç" ifadesini kullanıyor.
Hrant Dink İnsan Hakları ve İfade Özgürlüğü Konferansı’nın bu yılki konuğu Fransız sosyolog Loic Wacquant’tı. Kendisi Kaliforniya Üniversitesi-Berkeley Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi, Pierre Bourdieu’nun, ismi en fazla birlikte anılan öğrencilerinden.
Radikal gazetesi yazarı Pınar Öğünç, Wacquant'ın Boğaziçi Üniversitesi’ndeki "kent yaşamında eşitsizlik, marjinallik ve sosyal adalet" çerçeveli konuşmasını dinledi ve sonrasında kendisiyle bir söyleşi yaptı. Wacquant, kenti ifade özgürlüğünün oluştuğu, aynı zamanda tehdit edildiği mekân olarak tanımlıyor.
Gezi eylemlerini kültürel sermaye sahibi orta sınıfın başlattığını söyleyen Wacquant, eylemlerin kentli prekaryanın (iş güvencesi olmayanlar) katılımıyla büyüdüğünü belirtiyor. Wacquant, medyada prekaryanın sağa oy verdiği yazılsa da aslolarak prekaryanın sandıkla fazla ilgilenmediğini belirtiyor. Prekaryanın sola yakınlaşabileceği gibi dinsel ya da milliyetçi sağ partiler tarafından da harekete geçirilebileceğini vurguluyan Wacquant, her an prekaryanın kent burjuvasinin karşısında bir güç olarak belirebileceğini ifade ediyor.
Pınar Öğünç'ün Loic Wacquant ile yaptığı söyleşi şöyle:
Turist olarak gelince bile fark edilebilir; ülkenin gündemi havasına yansır. Siz bir de akademisyenlerle, entelektüellerle sohbet alanından bakıyorsunuz kente. 8 yıl öncesiyle bugün arasında bir fark gözünüze çarptı mı?
Bu kez sabah erken geldim, konferansa gittim, sokakta dolaşma şansım olamadı. Ama uluslararası basından takip ettiğim kadarıyla politik olarak gergin bir ülkeye geldiğimi biliyordum. Başbakan’a yönelmiş, devletin bürokratik sahasında bir mücadele söz konusu. 2007’ye kıyasla bugün hükümetin kenti de daha aleni biçimde din üzerinden okuduğunu, devlette ve devlet üzerinden sivil toplumda dinin konumunu daha fazla ileri sürdüğünü görüyorum. Tabii bu dışarıdan gözlemim, yanılma payım var.
Bourdieu’ya referansla tarif ettiğiniz, devleti içeren iki tür mücadele var. Biri devletin sivil toplumla, toplumsal muhalefetle mücadelesi. Diğeri devlet içi unsurların, bürokratik sahada güç savaşı. Türkiye sanki ikisini aynı anda yaşıyor. Birbirleriyle ilgisini nasıl koyarsınız?
Kesinlikle öyle, iki mücadele sürüyor. Sivil toplum yerine sosyal alan demeyi tercih ediyorum, evet Gezi sosyal alanda insanların devletle yüzleşmesi, açık bir mücadeleydi. Diğeri genelde hemen görünmeyebiliyor ama Türkiye’de de, başka birçok ülkede de devlet içi unsurların bürokratik sahada mücadelesinin arttığını görüyoruz. Devletin sağ eliyle sol elinin mücadelesi, sosyal devletle refah devletinin mücadelesi, devleti ne için kullanacağımızın belirlendiği mücadeleler bunlar. Devlet içinde devleti farklı amaçlar için işler hale getirmek isteyenlerin yatay mücadelesi sürerken, bir yandan işte Gezi gibi benim dikey dediğim mücadeleler yaşanabilir. İnsanlar adını koyamayabilir ama bu iki mücadele arasında sıklıkla bir etkileşim, sinerji de vardır. Bu iki mücadeleden unsurlarda yakınlıklar, ittifaklar kurulabilir. Analitik ve politik olarak amaçlarını ve aslında ayrı mücadeleler olduğunu koymak önemli çünkü mantıkları ayrı. Bu anlamda Bourdieu bize inanılmaz araçlar sağlıyor.
İki mücadelenin de kentsel bir düzlemi var aslında. Gezi’ninki açık. Diğer mücadeledeyse tarafların birbirlerine karşı kozlarından biri kentle ilgili yolsuzluk iddiaları. Ekonomik büyümesi ve sermaye birikimi ağırlıkla kentsel yatırım ve inşaat üzerinden olan bir ülke için şaşırtıcı değil herhalde?
Elbette. Bürokratik sahada mücadelede muhatabınızın itibarını düşürmek, zayıflatmak için böyle hamleler anlaşılır. Ama Türkiye’yi, diyelim Fransa’dan, ABD’den özel kılan bence askerin konumu. O konum yeniden tanımlandıysa da hâlâ var olan ve manevrada kullanılabilecek bir güç. Erdoğan da Gülen Hareketi’ni zayıflatmak için askeri tekrar oyuna davet edebileceğini gösteriyor. Yine örneğin Fransa’da, ABD’de dinsel organizasyonların stratajik bir koalisyon ortağı olabilmek için çok daha sınırlı güçleri vardır. Türkiye’de hem dinsel hem de askeri aktörler mücadele alanlarında potansiyel özneler olabiliyorlar.
Konuşmanızda Gezi olaylarını ‘kültürel sermaye sahibi orta sınıfın isyanı’ olarak tanımladınız. Heterojen bileşenleri, farklı okumalara müsait gelişimiyle Gezi üzerine genel, kati cümleler kurmak zorsa da 80 ile yayılan olaylarda örneğin hayatlarını kaybedenlere bakmak sınıfsal açıdan daha çeşitli bir topluluğu işaret ediyor. Dışarıdan böyle mi görünüyor, yoksa fitili çakan kentsel muhalefeti ve öznelerini vurgulamak için mi bunda ısrarcısınız?
Sonuçta ekonomi politikalarıyla, sosyal alanla, söz ettiğim din meselesiyle ilgili hükümete dair genel bir memnuniyetsizlik vardı. Orta sınıf açılışı yapmış oldu. Otoriteyle fiziksel çarpışma anı geldiğinde kentin marjinalleştirilmiş, yoksul, genç sakinleri ortaya çıkar. Ama özel bir patlama anı gerekir. Gezi’yi özel kılan, her şeyin hakikaten bir park için başlaması, o sınıfın gençlerini ilgilendiren bir mesele üzerinden değil. Marjinalleştirilmiş kent prekaryasının devletle yüzleşmesiydi bu aşama. Polisin kent periferisindeki gençlerle buluşmasıyla, Türkiye Batı Avrupa’daki diğer örneklere katılmış oldu. Fransa’da bu çok daha büyüdü çünkü karşılık verecek güçlü bir devlet vardı ve insanlar isyan ederse devletten bir şey kazanacaklarını biliyorlardı. Gezi’de orta sınıf başlattı, sonra isyanlar iç içe girdi. Ama bu yönlendirici inisiyatifi sağlayan gücün kent toplumunun dar bir segmenti olduğu gerçeğini değiştirmez. Kent yoksullarının protestolara katılımının sınırlı kalması sadece polisin sert müdahalesiyle ilgili değildi, kent prekaryasının bölünmüş olmasından ve müşterek bir dilinin bulunmamasındandı.
Bu, prekaryanın politik gücüne, potansiyeline dair ne söylüyor?
Bunu konuşmaya fırsatım olmadı. Örneğin ekonomist Gay Standing, prekaryayı ‘yeni tehlikeli sınıf’ olarak tanımlıyor. Bölünmüşlüğü yüzünden bence politik açıdan tehlikeli bir sınıf değil. Bölgesel kimlik, etnik kimlik, dinsel kimlik gibi noktalardan o kadar parçalanmış ki, aynı güvensizlik çemberinde olsalar da ortak geçmişleri yok, o yüzden ortak gelecekleri de yok. Prekaryanın çekirdeğini üç kitle oluşturur. İşsizler, evsizler, kâğıtsızlar, yani göçmenler... Bu üç kitleyi harekete geçirmek, onları bu kategorilerden çıkarmaktır aslında. Kâğıtsızların kâğıdı olsun, işsizin işi olsun. Yani bireysel olarak güçlendirdikçe, güçlenmesini istediğiniz kitleyi zayıflatıyorsunuz. Bu prekaryanın çelişkisi; proletaryayı harekete geçirmekten de farkı. O yüzden ben ‘imkânsız topluluk’ diyorum çünkü kimliğini oradan tarif etmek istemediğin gruplardan söz ediyoruz.
Politik bir tezahürü illa olmalı ama, değil mi?
Medyada sağa oy verdikleri yazılabilir, bence hayır, oyla işleri bile yok onların. Kendilerini politik sistemin parçası hissetmiyorlar çünkü. Öngörüm Türkiye’de kent yoksullarının da sandığa koşmayacağı. Marksist lümpen proletarya tarifinde bu kitlenin hem sağa hem sola mobilize edilebileceği vardır. Örneklerini çok gördük. Kent prekaryası da ya marjinalize edilerek politik sistemin dışında tutulan ya da politik oyuna hem sağda hem solda dahil edilebilecek bir sınıf. İlerici sol yöne de harekete geçirilebilir; yabancı düşmanlığına, miliyetçiliğe, dini bölünmelere, Türkiye özelinde Kürt karşıtlığına, Ermeni, laik düşmanlığına da evrilebilir. Kültürel sermaye sahipleriyle ittifak da kendiliğinden olmaz. Sıkı çalışmaya, doğru dile ve politik bir haritaya ihtiyaç duyar. Onları Gezi Parkı’na çağırmak değil, onların mahallelerine park talep etmek gerekir. Gezi’yi savunurken tüm Türkiye yurttaşlarına dair bir talepte bulunulduğunu sanmakta bir yanılgı var. Bu buluşmanın kendiliğinden olmasını beklemek tehlikeli çünkü bu esnada sağ tarafından, dinsel ya da milliyetçi partiler tarafından harekete geçirilebilirler. Ki bu halde de prekarya bilakis kent burjuvazisinin karşısında bir güç olarak çıkabilir.