Yasemin Çongar/Taraf20.09.2011Assange ve WikiLeaks efsanesinde son perdeGecikmiş bir yazı bu. Taraf’ın “WikiLeaks Türkiye Belgeleri” dosyasının sıkı takipçilerinden gelen “Ne oldu, seçim döneminde ara vermiştiniz onu anladık ama yayını şimdi niye kestiniz?” ya da “Diğer gazetelerde çıkan WikiLeaks haberleri de nedir, anlaşmanız mı bozuldu?” gibi sorulara daha hızlı bir cevap vermek gerekiyordu belki. Ama uluslararası gelişmeleri yakından takip edenlerin iyi bildiği üzere, dünyada şu anda büyük bir WikiLeaks kavgası var ve son üç haftadır Batı medyasının kalbi “Assange… Assange” diye atıyor. Tabii, aşkla değil, öfkeyle! Gerek WikiLeaks’in kamuoyuna yaptığı açıklamalar gerekse bizim Julian Assange ve çevresinden bizzat işittiklerimiz de, bu öfkenin “karşılıklı” olduğunu ortaya koyuyor. Bu öfke sebepsiz değil ama her ne kadar tarafların – özel olarak da Guardian gazetesi ile WikiLeaks’in – arasında süren ideolojik hesaplaşma “ilginç” yönler taşısa da, ortada çok daha elzem bir mesele var. Filler tepişirken, bu tepişmenin tozu dumanı altında kalıp, dünyanın muhtelif yerlerindeki masum hayatların şu anda, bu tepişmenin de bir sonucu olarak, tehdit altında olduğu gerçeğini gözden kaçırmamak gerekiyor. Gelin şimdi, halen Assange’ın en yakın adamlarından olan Swazilandlı bir WikiLeaks gönüllüsünün deyişiyle “efsanemizin son perdesi”ni aralayalım ve ağustos sonundan itibaren WikiLeaks cephesinde yaşanan gelişmelere, bu gelişmelerin medyayı ve devletleri tabi tuttuğu şeffaflık sınavına bir bakalım. Aslında her şey, Guardian kadrosundan iki gazeteci David Leigh ve Luke Harding’in geçen şubatta yayımladıkları WikiLeaks: Inside Julian Assange’s War on Secrecy (WikiLeaks: Julian Assange’ın Gizliliğe Karşı Savaşının Perde Arkası) adlı kitapla başladı. İlgili herkes, bu kitabın WikiLeaks ile Guardian arasındaki işbirliğinin bozulmasından sonra yazıldığını ve Assange’ı sert bir üslupla eleştirdiğini biliyordu ama kitaptaki çok özel bir bilginin, WikiLeaks’e ve potansiyel olarak da dünyadaki binlerce kişiye ciddi bir darbe indirebileceğini henüz kimse fark etmemişti. Bu özel bilginin yol açtığı riskleri ve WikiLeaks’in bu riskler karşısındaki tavrını anlatmaya geçmeden, Assange’ın bugün Batı’daki bazı çevreler nezdinde nasıl “bir ideolojik nefret nesnesi” haline geldiğini ve söz konusu kitabın buna nasıl katkı yaptığını gösteren bir alıntı yapmak istiyorum. Şu satırlar, Britanyalı yazar Nick Cohen’in 18 eylül pazar günü Observer’da yayımlanan “Julian Assange’ın Hıyaneti” başlıklı makalesinin girişinden “Onun, kendisinin hiçbir zaman olamayacağı kadar iyi ve cesur olan insanlara ihanet etmek için sabırsızlandığını bilmeniz için, Julian Assange’ın Amerikan ‘askerî-sınaî kompleksi’ne yönelik yarı cahil ithamlarını çok uzun süre dinlemeniz gereksizdi. WikiLeaks, Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın telgraflarını elde eder etmez, Assange diktatöryel rejimlerin ve hareketlerin muhaliflerinin meşru hedef olduğunu ilan etti. Mesela, Taliban’ın hedef yaptığı kişilerin her türlü iyi liberal değeri tehdit eden dinî-faşist bir güce karşı savaşıyor olmaları onu ilgilendirmiyordu. Bu kişiler ABD’li diplomatlarla konuşmuşlardı. Şeytan’la işbirliği yapmışlardı. Onların güvenliği Assange’ın meselesi değildi.” 'Psikopatlara ölüm listesi veren adam'Cohen böyle yazıyor ve daha sonra WikiLeaks’in ilk büyük çıkışını yaptığı Afganistan telgraflarının yayımlanmasıyla ilgili bir tartışmayı, Leigh ve Harding’in yukarıda adı geçen kitabından aktarıyor “Gazeteciler Assange’ı, Londra’nın üst sınıf İspanyol lokantası Moros’a götürmüşlerdi. Bir muhabir, Assange’ın ABD’nin sırlarını internette belli şahısların isimlerini silmeden yayınlaması halinde, Amerikan güçleriyle işbirliği yapan Afganların öldürülmesi riskine yol açacağından kaygılıydı. Assange, ‘Eh, onlar muhbir’ cevabını verdi, ‘Eğer öldürülürlerse, bunun olacağı belliydi. Bunu hakettiler.’ Muhabirler, safdillerin yeni şeffaflık çağının öncüsü olarak selamladıkları adamın psikopatların eline bir ölüm listesi sunmaya niyetli olduğunu kavrayınca masaya sessizlik çöktü. Assange’ı Dışişleri Bakanlığı’nın Afganistan telgraflarını isimleri çıkararak yayınlaması için ikna ettiler. Ama Assange’ın hayalkırıklığına uğrattığı eski yardımcıları ‘muhbirleri’ ifşa edememiş olmanın, onun aklını kemirmeye devam ettiğini söylüyorlar.” Burada bir soluk alalım. Zira Cohen’ın anlattığı bu korkunç sahneyi, daha önce Assange’ın WikiLeaks’teki yardımcılarıyla konuşmuştum. Cevapları kısaca, “Bunlar asla doğru değil. İsimleri yayımlamama kararını alan bizzat Assange’ın kendisi” olmuştu. Mart başında İngiltere’de Assange’la tanıştığımda ise, “Guardian bize kızdı, çünkü telgrafları rakiplerine de verdik ve sonuçta o gazeteden bazı kişiler hakkımda bir sürü yalan yazdı” demekle yetinmişti. Taraf ’ın ve diğerlerinin uyduğu ilke Bense, Leigh ve Harding’in aktardığı olaya da, Cohen’in bu olayı sivri dille sahiplenmesine de, WikiLeaks’çilerin bunu kesin ifadelerle yalanlamasına da mesafeli durmak, işin kendi bildiğim kısmına ilişkin şunu söylemek istiyorum. Guardian’dan El País’e, New York Times’dan Der Spiegel’e ve nihayet Taraf’a kadar bir dizi gazeteyle işbirliği yapan WikiLeaks’in, bu işbirliğini yaparkenki amacı, öncelikle bir “güvenlik önlemi” almaktı. Türkiye ile ilgili telgraflar bir Türk gazetesine ya da mesela Hindistan telgrafları bir Hint gazetesine veriliyordu ki, o ülkenin koşullarını, gündemini, telgraflarda adı geçen kişilerin konumlarını ve adlarının açıklanması durumunda doğacak riskleri hesaplayabilecek birileri, bunları öncelikle okusun, gerekirse bazı bilgileri gizlesin, bazı isimleri de yayımlamasın. Bizim bu gazetede okurlara ilk baştan duyurduğumuz üzere, WikiLeaks ile Taraf’ın işbirliğinin dayandığı sözleşmede de, “sansür değil koruma amaçlı” bir redaksiyon gereği özellikle vurgulanmıştı. Taraf, WikiLeaks Türkiye belgelerini elde etmesinden bu yana geçen altı ay zarfında gerek haberleştirdiği, gerekse haberleştirmeden internette yayınladığı telgraflarda, bu redaksiyonu gerçekleştirdi. Belgeleri mümkün olduğunca sansürsüz yayımladık, ancak herhangi bir şekilde güvenliği tehlikeye girebilecek şahısların ismini de kullanmadık. Bildiğimiz kadarıyla, WikiLeaks’in Avrupa, Amerika ve Asya’da anlaşma yaptığı diğer bütün gazeteler de temel bir redaksiyon ilkesini harfiyen uyguladılar. Bu ilkeyi, “Ülkenin rejimi, siyasi koşullar ve telgraftaki spesifik konunun özellikleri, adı geçen şahısların kendilerini yayın yoluyla, sözlü olarak ve gerekirse mahkeme önünde savunmalarına imkân vermiyor ya da bu imkânı kısıtlıyorsa, adları gizlenir” diye özetlemek mümkün. Amerikan Büyükelçiliği’nin İran uyarısı Gerek Türkiye’deki koşullar, gerekse ABD’nin Türkiye’deki diplomatlarının yazdığı telgrafların niteliği, bu tür bir “redaksiyon” ihtiyacını asgariye indirmişti. Ancak özel bir durumla da karşı karşıyaydık. Taraf’ın elinde birkaç yüz adet İran telgrafı vardı; yani ABD’nin Türkiye’de görev yapan, ancak İran’daki gelişmelerin takibinden de sorumlu olan diplomatlarının yazdığı kriptolar… Ve işte bu kriptoların taşıdığı risk konusunda ABD’nin Ankara Büyükelçiliği Taraf’ı uyarma gereği duydu. Kısaca, bu uyarıyı anlatmamda belki yarar var. WikiLeaks belgelerinin Türkiye’de Taraf tarafından yayımlanmaya başlaması ABD’li diplomatları memnun etmedi. Ancak Assange’ın ve WikiLeaks’teki diğer çalışanların bu konuda bizi hararetle uyarmış olmalarına karşın, biz ABD Büyükelçiliği’nden herhangi bir baskı girişimine maruz kalmadık. Bununla birlikte, telgrafların yayınına başladığımız günlerde, iki ayrı ABD’li diplomat, iki ayrı kanaldan Taraf’ı arayarak şu mesajı verdiler “Biz WikiLeaks’in bu belgeleri yayımlamasına karşıyız. Bunların doğruluğu ya da yanlışlığı konusunda yorum yapmayız. Sizin yayınınıza müdahale etmemiz de söz konusu olamaz. Ama bir ricamız var. Elinizde İran konulu telgraflar bulunuyor ve İran’daki rejimin niteliği, Türkiye’dekinden farklı olarak, adı geçen bazı şahısların sırf ABD’li diplomatlarla konuştukları için ‘ajan’ diye nitelendirilip, adli bir yargı sürecine tabi tutulmadan cezalandırılmalarına yol açabilir. Eğer İran telgraflarını haberleştirmeyi düşünüyorsanız, belli adların gizlenmesinin adı geçenlerin şahsi güvenlikleri için gerekli olabileceğini lütfen aklınızda tutun.” Bu mesaja biz Taraf olarak şu karşılığı verdik: “Türkiye’deki okurlar açısından Türkiye telgrafları çok daha fazla haber değeri taşıdığından, İran telgraflarını hemen ele almayacağız. Ancak er geç bu telgrafları haberleştirecek ya da haberleştirmesek bile internette yayına hazırlayacağız. O zaman da şahsî güvenlik riski konusunda titiz davranmamız zaten WikiLeaks ile anlaşmamızın bir gereği, bu titizliği tabii ki göstereceğiz. Guardian gizli şifreyi açık etti ve… Böyle demiştik ama İran telgraflarını okuma, redakte etme ve yayınlama fırsatı bulamadık. Zira elimizdeki toplam 11 bin telgrafın, tümü Türkiye ile ilgili dört-beş bin kadarını gözden geçirip yayına hazırlamışken, WikiLeaks ile anlaşmamız çöktü. Daha doğrusu, WikiLeaks telgraflarının gizliliği ve WikiLeaks ile işbirliği yapan bütün dünya gazetelerinin “özel haber” ayrıcalığı çöktü. Esasen, bu yazının vesilesi olan kavganın ve gündemdeki tehlikenin kaynağı da bu çöküş. WikiLeaks’in elindeki bütün Amerikan belgeleri, yani 250 binden fazla “gizli” telgrafın tamamı, dolayısıyla da İran gibi, Çin gibi, Zimbabwe gibi muhtelif baskı rejimlerinde yaşayan çok sayıda kişinin adının geçtiği milyonlarca sayfa, şu anda internette açık bir şekilde duruyor. Dahası, WikiLeaks’in bütün ortaklarının, El País’in, Der Spiegel’in ya da Taraf’ın üzerinde çalışıp titizlikle redakte ettiği binlerce telgraf da artık redakte edilmemiş halleriyle meydanda. WikiLeaks’in şahıs güvenliğini gözeten sistemi – bu ister Assange’ın aklının ürünü, ister iddia edildiği üzere Assange’ın zorla kabul ettiği bir önlem olsun – fiilen iptal! Peki bu nasıl oldu? Başa dönüyoruz. Assange’ı kitaplarında kıyasıya eleştiren Leigh ve Harding, bu eleştirilerle yetinmediler; bozulan WikiLeaks- Guardian işbirliğinin hikâyesini anlatırken, ABD’nin gizli telgraflarının bulunduğu veri bankasına girişi sağlayan şifreyi ve o şifrenin içine sonradan yerleştirilmesi gereken parolayı da kitaplarında aynen yazdılar. Bu önce fark edilmedi; sanırım hiçkimse iki gazetecinin böyle bir sırrı ele vererek, çok duyarlı oldukları “şahsî güvenlik” meselesinde devâsâ bir risk yaratabileceklerini düşünmedi; dahası, belki onlar da, şimdi iddia ettikleri üzere, bunu yaparken şifrenin çoktan değişmiş olacağını varsaydılar. Ama şifre değişmemişti. Ve sonunda, bu şifreyi kullananan birileri, kitabın yayımlanmasının üzerinden yedi ay geçmişken, WikiLeaks’in henüz redakte edilmemiş 251 bin telgrafı sakladığı “siber kasaya” girmeyi başardı. İlkin ağustos ayının sonunda WikiLeaks’in rakibi olan Crytome.org adlı site bazı Amerikan telgraflarını alıp yayınlamaya başladı. Çok geçmeden, “sırlar” artık sadece WikiLeaks’in anlaştığı gazetelerin değil, bütün dünyanın, bütün devletlerin ve bütün istihbarat servislerinin elindeydi. WikiLeaks’çilerin bir karar vermeleri gerekiyordu. Verdiler de. “Zarar Minimizasyonu” diye adlandırdıkları bir ilke gereği, 251 bin telgrafın hepsini orijinal, yani “ham” haliyle sitelerinde yayınlamaya başladılar. Bu riskli karar, şimdi Guardian başta olmak üzere, saygın Batı gazetelerinin önemli bir bölümünde eleştiri konusu yapılıyor. Pazar günkü makalesinden uzun bir alıntıyla başladığım Nick Cohen ve onun ekolündeki gazeteciler, Assange’ı “Amerika ve İsrail’e karşı nefretle dolu bir adam” ve “sol çocukluk hastalığına tutulmuş dar görüşlü bir anti-emperyalist” diye nitelendiriyor ve WikiLeaks’in bu telgrafları topyekûn yayınlama kararını, “ABD’den intikam alma duygusu” ile açıklıyorlar. Assange ise, bu suçlamalara bir karşı atakla yanıt veriyor “Biz Guardian’a güvendik ve okuyup gazetecilik yapabilsinler diye 251 bin telgrafı onlara emanet ettik. Güvenlik anlaşmamız mükemmeldi, eğer parolayı dünyaya açıklamasalar, mükemmel kalacaktı.” WikiLeaks kadrosunun çok genç ve son gelişmeler nedeniyle ziyadesiyle üzgün bir üyesi, “Bütün emeğimiz, özenimiz heba oldu. Herşey boşunaymış” diye açıklıyor ruh hallerini. “Peki niye bütün belgeleri bir anda yayınlama yoluna gittiniz, birtakım ‘siber’ önlemlerle belgeleri yeniden korumaya almak mümkün değil miydi” sorusuna ise Assange ve arkadaşları şu karşılığı veriyorlar “Şifrenin kırıldığı ve sitemize girildiği ağustos sonuna doğru anlaşıldı. Bunu anlar anlamaz, ABD Dışişleri Bakanlığı’nı, Uluslararası Af Örgütü’nü ve İnsan Hakları İzleme Örgütü’nü aradık. Olan biteni anlattık, bu telgraflarda adı geçen şahıslar için koruma önlemi alabilmeleri için onları bilgilendirdik. Ama bir yandan da, bu belgelerde adı geçen şahısların bundan haberdar olma hakkı doğmuştu. Zira istihbarat servisleri belgelerden çoktan haberdarken, onların bunu bilmemesi yanlış olacaktı. Bilsinler ve gerekli önlemleri alsınlar istedik.” Assange’ın, “Gerçekten herkes bu belgelere ulaşmış mıydı” sorusuna yanıtını da aktaralım: “Biz bu telgrafları yayına koyduğumuzda, belgeler Cryptome dahil düzinelerce siteye sızmıştı ve herkes tarafından dört bir yana tweetleniyordu.” Burada da durmuyor WikiLeaks’in patronu; Tacikistan ve Pakistan’da, kurmaca telgraflar üzerinden haberler yapıldığını hatırlatarak, “Biz gerçek belgeleri kendi sitemize koymasak, bazı örgütler ve devletler siyasi gündemlerine uygun sahte telgraflar ortaya atabilirlerdi” diyor. “Şifre kırıldı, mertlik bozuldu” diyor velhasıl. Şimdi ne olacak? Nick Cohen “Bu şeffaflık hareketinin niyetlerini tümden sorgulamalıyız” diyerek, devlet sırlarının ifşaatına karşı, gazetecilerden ziyade bürokratlara yakın bir çizgide yorum yapabilirken, WikiLeaks’in son tahlilde sorumlu davrandığına ve devletleri şeffaflığa zorlama hareketinin sürmesi gerektiğine inananlar da var. Kesin olan şu: Dünya şimdi bir şeffaflık sınavıyla karşı karşıya. Yine Cohen, “Assange ilk kellesini aldı” ifadesiyle, Etyopyalı gazeteci Argaw Ashine’in ABD’li diplomatlara Addis Ababa’daki rejim karşıtı görüşler aktardığı WikiLeaks belgelerinde ortaya çıkınca, ülkesini terk etmek zorunda kaldığını yazıyor o makalesinde. WikiLeaks- Guardian kavgasında, hatta gizlilik-şeffaflık çekişmesinde nerede durursak duralım, bu telgrafların sansürsüz yayınlanmasının, baskı rejimlerinin muhalifleri cezalandırmasına zemin hazırlamasına karşı çıkmamız gerektiği aşikâr.