Eski Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı, eski Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı Başkanı ve halen Brooking Institution Başkan Yardımcısı olan Kemal Derviş'in, Dünya gazetesindeki ilk yazısı yayımlandı. Amerika Merkez Bankası'nın politikası ve küresel ekonomiyi değerlendiren Derviş, gelişmekte olan ülke ekonomilerinin, gelişmiş ülke ekonomilerini yakalamasının sonuna mı gelindiğini değerlendirdi.
Kemal Derviş'in "Yakınsamanın sonuna mı geliniyor?" başlığıyla yayımlanan (10 Ekim 2013) yazıs şöyle:
Yakın zamana kadar bu yüzyılın gelişmekte olan ülkelerin yüzyılı olacağı yönünde yaygın bir konsensüs vardı. Ancak ABD Merkez Bankası'nın (Fed) mayıs ayında yaptığı geleneksel olmayan para politikalarını sona erdirebileceği yönündeki açıklamasına finans piyasalarının verdiği tepki birçok analisti gelişmekte olan piyasalardaki büyümenin ne kadar hızlı olabileceğini sorgulamaya yöneltti. Dünya Bankası ile Uluslararası Para Fonu'nun (IMF) bu ay yapacağı yıllık toplantılarda gelişmekte olan ülkelerle ilgili beklentiler ateşli tartışmalara konu olacak.
2013 ortalarına kadar IMF ve Dünya Bankası gelişmekte olan ülkelerin ortalama kişi başına GSYİH artışının gelecek birkaç yıl boyunca dünyanın gelişmiş ülkelerine göre yaklaşık 3 puan daha fazla olacağını öngörüyorlardı. Yorumcuların çoğunluğu kişi başına büyümede önemli bir farkın içinde bulunduğumuz on yıllık dönemin sonrasında da devam edeceğini tahmin ediyorlardı ancak anlaşamadıkları tek nokta gelişmekte olan ülkeler lehine farkın ne kadar olacağıydı.
Arvind Subramanian'ın Çin için Uri Dadush'ın ise daha genel olarak gelişmekte olan ülkeler için yaptıkları tahminler bu öngörülerin en üst noktasını temsil ediyordu. Örneğin Dani Rodrik, gibi başka yorumcular her zaman daha temkinli davranıyor ve önde gelen gelişmekte olan ülkelerde geçmişteki hızlı büyümenin imalat sanayiinde teknolojiyi "yakalama" döneminin eseri olduğunu ve sonuna gelinmekte olan bu dönemin gelişmekte olan ekonomilerin geniş hizmetler sektörü ve diğer kesimlerine yaygınlaştırılamayacağını savunuyorlardı.
Ancak gerçekleşen ise, Fed Başkanı Ben Bernanke'nin Fed'in, kantitatif gevşeme (QE) politikasını - yani aylık 85 milyar dolarlık uzun vadeli tahvil alımı yapacağı konusunda açık uçlu taahhüdünü - 2013 yılı sona ermeden "yavaşlatabileceği" açıklamasının ardından gelen bir "mini kriz" oldu. Birçok gelişmekte olan ülkenin borsaları ve para birimleri büyük bir darbe aldı ve kısa bir süre içerisinde, gelişen piyasalardaki patlamanın sona erdiği gazete manşetlerinde ilan edilmeye başladı.
Elbette o zamandan beri gelişen piyasalar biraz toparlandı ve eylül ayında Fed, QE'yi yavaşlatma konusunda fikrini değiştirdiğini açıkladı. Ancak hava değişmişti ve gelişmekte olan ekonomilerde büyüme projeksiyonlarında "medyan" kaymıştı. Özellikle Latin Amerikalı ekonomistler duruma kötümser bakıyorlar. Temmuz ayında gelişmekte olan ülkeler için büyüme beklentilerini aşağı çeken IMF'nin Yıllık Toplantılar öncesinde bir kez daha beklentilerini düşürmesi (ancak ılımlı davranması) bekleniyor.
Bu son olayların anlamı "yakınsamanın" sona ermesi midir? Dünya, "Kuzey" ile "Güneyin" toplam gelir seviyeleri arasındaki yüzdelik farkın hiç azalmadığı bir büyüme modeline geri mi dönüyor? Yoksa günümüzde "yakınsamanın sona ermesi" konusundaki görüşler sadece piyasaların hem kötü hem de iyi haberlere verdiği aşırı tepkilerin bir yansımasından mı ibaret?
Gelecek tabii ki bilinemez. Ben, yakınsamanın kalıcı olduğuna ancak global finans krizi ve Euro Bölgesi'ndeki sorunların gelişmiş ülkelerde fazlasıyla yavaş büyümeye neden olduğu 2008-2012 dönemindeki olağanüstü hızına erişemeyeceğine inanmaya devam ediyorum. Muhtemelen kriz öncesindeki farklara geri dönülecektir: 1990-2008 arasında (1997-1998 Asya finans krizi hariç) gelişmekte olan dünyanın toplam kişi başına büyüme oranı gelişmiş ülkelerinkine göre 2,5 puan daha yüksekti. 2008-2012 döneminde bu fark 4 puanın üstüne çıktı. Şu anda yeniden 2,5 puana düşecek gibi görünüyor.
Bu farkın büyük bölümü Çin'den kaynaklanmaya devam edecektir. Çin'in yıllık büyüme oranı, 2010'a kadar kaydedilen yüzde 9-10'lardan yüzde 6-7'lere düşebilir ancak Çin'in ekonomik ağırlığı artıyor. Ayrıca gelişmekte olan Asya ülkelerinin tamamı ve aynı şekilde Türkiye, Kolombiya, Peru ve Şili gibi ülkeler yakınsama yolunda kalmaya devam ediyorlar. Gelişmiş teknolojinin "yakalanması" yakınsamanın arkasındaki itici güç olmaya devam edecek, kısa vadeli şoklar ve sermaye akışındaki volatilitenin neden olabileceği geçici sorunlar aşılacaktır.
Tabii ki, cari açığı veya fazlası düşük olan "temkinli" ülkelerin geçici şoklar karşısındaki bağışıklığı çok daha fazla olacaktır. Çeşitliliği yüksek ekonomiler de hammadde ihracatçılarına göre daha iyi performans gösterme eğiliminde olacaktır. Ayrıca ulusal gelirlerinin yüzde 25 veya daha fazlasıyla yatırım yapan ülkeler, düşük tasarruf ve yatırım seviyesine sahip ülkelere göre - örneğin Latin Amerika'daki birçok ülkeye göre - daha hızlı büyüyebilecektir. Fiziksel ve beşeri sermayeyi daha hızlı biriktiren Asya daha hızlı büyüyecektir çünkü bu özellikler, doğrudan üretimi artırmalarının yanı sıra Ricardo Hausmann ile Cesar Hidalgo'nun sürdürülebilir büyümenin anahtarı olarak tanımladıkları türden bir teknolojik ilerleme ve çeşitlenmeyi de kolaylaştıran etkenlerdir.
Yakınsama hiçbir zaman bütün gelişmekte olan ülkeleri kapsayacak şekilde gerçekleşmedi; ancak şimdiden ve özellikle geleneksel Kuzey-Güney bölünmesi açısından dünya ekonomisinin niteliğini ve yapısını değiştirdi ve değiştirmeye devam edecek. Toplam büyüme trendleri ayrıştı ancak finansal globalizasyon ve ticari karşılıklı bağımlılık nedeniyle bu trendlerin içindeki döngüler arasında korelasyon devam ediyor. Gelişen ekonomilerdeki ciddi bir yavaşlama gelişmiş ekonomilerde de belirgin bir yavaşlamaya yol açacak ve en azından yıllık verilerde büyüme farkı görece istikrarlı bir şekilde devam edecektir.
Uzun vadeli büyüme, teknolojik ve kurumsal kapasite birikimi yapabilme becerisi ulusal politikaların niteliği tarafından belirlenir. Son 20 yıllık dönemde en büyükleri dahil olmak üzere birçok gelişmekte olan ülke bu açıdan iyi performans gösterdi. Onların çabaları genel yakınsamanın temelini oluşturmaya devam edecektir. Sayıları çok olan istisnaların veya finans piyasasındaki geçici endişelerin temeldeki bu gerçekliğin üstünü örtmesine izin vermemeliyiz.