Yas tutabilmek!

Yas tutabilmek!

Serdar Dinçer

 

T24’de geçen hafta yayınlanan yazıma yorum yazan Muhasebe Müdür Yardımcısı Murat Arıca Bey “Belge öyle mi?... Bu belge dediğiniz paçavralar, hesap yaparken neden Van’ı savaş bölgesi diye dışarıda tutuyor? O saydığı 6 Doğu Vilayeti’nden ölenlerin ırkına göre sayıları verse ya… şarlatanlar sizi… Tarihi çarpıtamazsınız” diyor. Anladığım kadarıyla Sayın Murat Arıca Yusuf Halaçoğlu’nun birkaç gün önceki açıklamasından ilham almış. Halaçoğlu Zaman’daki açıklamalarını Salihli’deki bozkurtlara verdiği bir konferansta daha da geniş bir zaman ve alana yayarak sürdürmüş:

“Asıl soykırıma biz uğradık. Fransız Cumhuriyet Ordusu’nun yarısına yakınının Ermeni milislerden oluştuğunu Boghos Nubar Paşa’nın Fransız makamlarına yazdığı mektuplardan anlıyoruz… Van 1915 yılında Ermeni ve Rus saldırısı sonucu düştü. 80 bin insan öldürüldü ve burada 50 Türk kadını Akdamat Kilisesi’ne götürülürken iffetlerini korumak için kendilerini göle attı. Biz onlar için maalesef bir iffet anıtı dikemedik.”

Ben Yusuf Halaçoğlu’nun Alman belgelerinden habersiz olduğunu sanmıyorum. Ancak Sayın Murat Arıca’nın, şayet samimiyse, dikkatini Türkiye’de 2011’de İletişim’de yayımlanmış olan “Alman Belgelerinde Alman-Türk Silah Arkadaşlığı ve Ermeniler” isimli kitabımın ekine koyduğum CD’deki yüzlerce belgeye yeniden çekmek isterim. Bu belgelerde sadece ermenilerin çektikleri değil, Türklerin, Kürtlerin çektikleri de uzun uzun anlatılır. Burada Yusuf Halaçoğlu ve benzerlerinin yaptığı kafa bulandırmak, neden ile sonucun yerini değiştirerek kurbanı suçlu göstermekten başka bir şey değildir. Halaçoğlu Van’daki ayaklanmadan önce Ermeni köylerinde işlenen katliam ve sürgünleri, tutuklamaları çok iyi bilir, ancak söylemez. Halaçoğlu Maraş, Antep ve Kilikya’ya gelen Ermeni milislerinin neden öylesine insafsız bir öfke ve intikam hırsıyla dolu olduklarını söylemez. Elbette Ermeni intikam çeteleri de akıl almaz suçlar işlemişlerdir ve bunlar da Alman belgelerinde yer alır. Ancak bunları bu hale getiren sürgün ve imha hareketini Halaçoğlu söylemez.

İnsanlar suç işleyebilir, yanlış yola, araca başvurmuş olabilir, ancak bu o insanların ait olduğu bütün ailenin, soyun, halkın tümünün suçu demek değildir ve bunların toptan cezalandırılması sonucunu doğurmaz. Bu toptan cezalandırmayı Hitler faşistleri de yapmışlardır ve bunun adı “Sippenhaft” olarak alman hukuk tarihinin lekeli bir terimi olarak akıllarda kalmıştır. Bugünkü sorunumuz da budur. Türkiyemizde ne yazık ki böyle düşünen oldukça geniş bir çevre var. Oysa bunun ne hak, ne de hukukla bir ilişkisinin olmadığını her sağlıklı düşünen insan kabul eder.

Enver ve Talat kliği Almanya’nın güdümünde Türkiye’yi savaşa sokarak işte bu insanlık suçunu işlemişlerdir. Bunlar hem yüzbinlerce masum ermeni emekçisinin, aydınının, hem de yine yüzbinlerce Türk, Kürt, Çerkesin mahvolmasına, yok olmasına neden olmuşlar, bu savaşta bir etnik temizlik ve vurgun ortamı yaratmayı hedeflemişler, savaşı bunun için kullanmışlardır. Yurdumuzun bu savaş sonunda ne hale geldiğini ekteki Paul Weitz’ın raporundan görebilirsiniz. Paul Weitz Türkiye ve Bulgaristan uzmanı bir Alman gazetecisidir ve Alman diplomasisinin bu bölgedeki önde gelen isimlerindendir. Ermenilere yapılanların en korkunç belgesi diyebileceğimiz rapor ise Konsolos Wilhelm Litten’in Halep Konsolosu Rössler’e yolladığı rapordur. Bu dokümantasyona koyduğum son iki  belgeden biri savaştan önce ve savaş sırasında hep türklerden yana tavır almış olan, hatta savaş sonunda bile ermenilerin sürülmesini bir “savaş zorunluluğu” sayan Trabzon Konsolosu Bergfeld’in raporudur. Bu raporda Bergfeld Trabzon’a geri dönen Türklerin sefaletini dile getirir ve bu çekilenleri Türklerin Ermenilere reva görülenlere karşılık Allah’ın verdiği bir ceza olarak gördüklerini bildirir. Benzer ifade Samsun’dan Konsolos Hesse’nin raporunda da yer alır.

 

O zamankiler üzülmüş, utanmış, yas tutmuş. Ya biz?

 

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

“Frankfurter Zeitung”un İstanbul Muhabiri Paul Weitz’dan Türkiye’nin kuzeydoğusundaki gezisi üzerine rapor, (Bükreş, 20 Haziran 1918):

(Gazeteci Paul Weitz’ın, yayın için öngörülmemiş bu raporu, Romanya’daki Ordu Grubu Kumandanı Mackensen’e bağlı Politik Daire tarafından Şansölye Kont von Hertling’e iletilmiş. Weitz, Haziran başında hastalandığı için, Bernstorff bu raporu özel ulakla iletmiş, buna paralel 6.6.18 telinde, bu materyalin, türk sansürü olmaksızın Frankfurter Zeitung’da yayınlanabileceğini yazıyor. Ama Kühlmann bu tele, “yayınlanamaz” notunu düşmüş. Reichspresseamt bu doğrultuda uyarılmış (çev.).)

14 Nisan’da, “Gül-Nihal” gemisiyle Osmanlı Hükümeti’nin çok kez dile getirdiği istek üzerine yaptığım seyahate başladım. Buna, bir Avusturya-Macaristan basın temsilcisi olan Dr. Steiner, aldığım bilgiye göre aynı zamanda Viyana “Reichspost”, “Peşte Lloyd”, Berlin “Lokalanzeiger”, Amsterdam “Algemeen Handelsblad” ve bir ispanyol gazetesinin temsilcisi olarak katıldı. Ayrıca “Tanin”den türk tarihçi Prof. Refik Bey. Harp okulu fotoğrafçısı Yüzbaşı Fahri Bey ve Erzurum’daki eski görevine gitme niyetinde olan Konsolos Yardımcısı Anders.

Babıâli’nin, bu “ermeni ekspedisyonu” projesine tarafsız ülkelerden bir veya iki gazeteci çekme çabaları sonuçsuz kaldı. Hem İstanbul’daki Hollanda Elçisi, hem de onun İsveç’li meslektaşı, Babıâli’nin isteğine olumsuz davrandılar. İki diplomatın bana kişisel olarak açıkladıklarına göre, onların katkısıyla ülkelerinin kamuoyu temsilcilerinin şu anda doğu Anadolu bölgelerine gitmelerini istemiyorlardı. Belki Osmanlı Hükümeti’nin bir baskısı ile, durumun yurttaşlarına gerçeğe uygun yansıtılmasının engellenebileceği endişesi doğmuştu. Veya onlara yalnızca, oradaki durumun eksik ve tek yanlı bir tablosunu yansıtacak şekilde, yöre ve olayların sınırlı  ölçüde gösterileceği.

Benzeri kaygılardan ben de özgür değildim. Türk Genel Karargâhında II. Bölüm (İstihbarat)  Şefi Yarbay Sefi Bey, seyahat planının hazırlanmasından sorumluydu. Tek tek ayrıntılardan da o sorumluydu. Ona, benim seçilmemde, türk hükümetinin bana güveninin bir kanıtını gördüğümü söylemem gerektiği düşüncesindeydim. Bana büyük zorluklar nedeniyle, çok yerden ve ısrarla bu geziden vazgeçmem tavsiye edilmesine rağmen, bu görevden kaçmak istemedim. Ben buna katılmayı ve bütün uygar dünyanın ermeni cinayetleri nedeniyle Türkiye’ye karşı yükselttiği korkunç suçlamaları dağıtmaya mütevazı imkânlarımla yardımcı olmayı görevim sayıyordum. Bu ama ancak hiçbir yandan bana etki yapılmaz ve objektif bir haber verme olanağı sağlanırsa mümkün olabilirdi. Sefi Bey bana bu güvenceyi verdi. Bunu benimle çok kez tokalaşarak vurguladı.

Seyahatın daha başında bir program değişikliği yapıldı. “Gül-Nihal” doğrudan Trabzon’a gidecekti. Gemide Genel Ordu Karargâhı ile Başkomutan Yardımcısı Enver Paşa bulunuyordu. 15 Nisan’ı 16’sına bağlayan gece ona Batum olayı üzerine telgraf geldi. Bunun için Enver Paşa Trabzon’a kısa uğrayıp, orada bulunan Kafkasya Ordusu Başkomutanı Vehib Paşa’yı almaya ve hemen Batum’a devam etmeye karar verdi.  Onun bize, ona eşlik etme davetine uyduk. Güzel liman şehrindeki üç günlük moladan sonra gemi ile tekrar Trabzon’a geri döndük.

20 ile 23’ü arasında, aynı isimdeki vilayetin başkentinde, Vehib Paşa’nın konukları olarak kaldık. Bizim hareket özgürlüğümüz sınırlanmamıştı. Orda burda bilgi toplayabildik. Her halde orada alman yoktu. En azından, ruslar çekildikten sonra orada kalan birkaç güvenilir Baltık’lı vardı. Örn. Baltık’lı karargâh doktoru Dr. Pieper, eczacı Berting ve tarihçi Grosset. Bir de yunanlı başpiskopos Msgr. Chrysantos. Yüksek kültür ve en ince bir zerafete sahip bir şahsiyet. Chrysantos, yıllarca alman üniversitelerinde okumuştu. Dilimize tamamen hakim. Onun Almanya’ya duyduğu dürüstçe sempatiyi bana çok yandan teyit etmişlerdi. O ermenilerin dostu sayılmıyor. Türkler onu türk dostu olarak tanıtıyorlar. Her halde o, onların güvenini kazanmıştı ve böylece eski tarihsel bir geçmişe dayanan,  şahane Trabzon büyük piskoposluk ruhani dairesini tamamen yıkılmaktan korumuştu. Onun adının tarafların hepsinde, bütün milliyetler ve mezheplerce gerçek bir saygıyla anıldığını duydum. Pontus kenarındaki sıradağlara dayanan yaylaların derinliklerine dek uzanan hinterlandı ile Trabzon, etnografik olarak tipik bir yunan karakteri taşıyor. Vilayet merkezinde seferberlik başlangıcındaki ermeni sayısı en fazla dörtbin olarak tahmin edilmişti. Şehrin kendisi, rusların yinelenen bombardımanlarına rağmen az zarar gördü. Geniş, sağlam çarşı mahalleleri hemen hemen tam işler halde. Türklerin şehri yeniden alışlarının üzerinden henüz ancak 4 hafta geçmiş olmasına rağmen çarşıda canlı bir yaşam vardı. Binlerce Osmanlı rumu geri gelmişti. Dükkanlarda canlı bir sabun, çay, şeker, gaz vs. , en başta rusların geride bıraktıkları malların ticareti hakimdi. Ermeniler artık yoktu. Bir tek ermeni mahallesi, tamamen harabeye çevrilmiş halde duruyordu. Türkiye’nin savaşa girmesinden hemen önce ermenilerin küçük bir bölümü Batum civarına kaçabilmişti. Daha büyük olan diğer bir bölüm içerilere sürülmüş ve orada imkânsızlıklar sonucu ölmüş ve hepsinden geri kalanlar Trabzon’da, Van bölgesindeki ermenilerin ihanet haberleri gelince, kesilmişti.

Trabzon’da geriye kalan tek ermeni kadını, bir doktor kızı, bütün ailesinin başına gelen korkunç ölümden, son anda Trabzon’da bir otel sahibi olan, Fleury adındaki  bir İsviçre vatandaşı ile evlendirilerek kurtulmuştu.

Hemen işgalden sonra ruslar, bir ermeni olan Prens Bebudoff’u şehir kumandanı yaptılar. Bebudoff, türklerden intikam aldı. Bunlardan büyük bir miktar, hiç nedensiz idam edildi.

Rum başpiskopos Chrysantos, Bebudoff’un öfkeli tavrına karşı çok kez, ısrarlı protestolarla Çar Nikolay Nikolayeviç’e başvurdu. Bunların sonucu Bebudoff geri alındı. General Schwartz, şehir kumandanlığına atandı. Trabzon’da takibatlar son buldu. Müslüman öğe, değişen rejimdeki geniş güvenliğin hatta zevkini tattı. Müslümanların kendileri bu generalin, onların can ve mal güvenliğini yeniden sağlayan  insancıl tutumunu, içlendirici şekilde dile getirdiler. Ancak rus devriminden sonra, müslümanlar için yeni bir dehşet dönemi başladı. Aslında  çetelerden oluşan iki ermeni alayı,  kendilerine Trabzon’u üs yaptılar. Müslümanlara karşı keyfi idamlar yine gündemdeydiler. Cesur başpiskopos, burada da çok ustaca müdahale etmeyi bildi. Bir müddet sonra ermeni alaylarının kana susamışlığı yatıştı.

Benim rum başpiskopos ile birçok görüşmem oldu. Önce çekingendi, ama sonra açık bir samimiyetle bana, türklerin Trabzon’daki hareketlerinin hiç bir nedeni olmadığı konusunda  güvence verdi. Oradaki ermeni ahali, politik entrikalara uzak durmuştu. Bunlar bütünüyle barışseverdi, ticaretle uğraşıyorlardı ve çoğu kez türklerden daha türkçü idiler.

Trabzon’dan Erzincan’a uzaklık 300 km’dir. Bize vaadedilen otomobiller, yoktu. Şikayetim üzerine şu yanıtı aldım: Emin olonus ! (Parantez içinde Almanca açıklaması veriliyor-çev.)  Uzun yolculuk boyunca, bu sevilen türk palavrasını kulaklarım çok sık işitti. Değeri ise hep aynı kaldı. Yolu dar arabalarda aşmak zorunda kaldık. Erzincan’a varmak için 7 gün gerekti. Yavaş yolculuğun ne de olsa, koşulları belki daha yakından tanımamız gibi bir avantajı oldu. İlk gün 35 km uzaklıktaki Civizlik’e (Cevizlik?-çev.) vardık. Yapımını fransız mühendislerinin 1912’de türk hükümeti için başlattıkları geniş şose, ruslar tarafından şahane şekilde tamamlanmış. Birçok hafif dönemeçlerle nehrin sol tarafında, Pontus kenarındaki sıradağların olağanüstü verimli vadilerinde Çivizlik’e doğru ilerliyor. Nehrin sağ tarafında ruslar, şoseye paralel 80 cm genişliğinde bir dekovil  hattı yapmışlar. Bu Civizlik’ten 6 km daha ileriye dek gidiyor. Alt döşeme, köprüler, 5,5 km kadar aralıklarla düzenli olarak gelen istasyon binaları, en sağlam kalitede. Tren ruslar zamanında çalışıyordu. Şimdi çalışmıyor. İstasyonlarda yalnızca az miktarda vagon malzemesi ve birkaç lokomotif vardı.

Büyükçe bir yer olan Civizlik, hükümet ancak biz oraya gelmezden üç gün önce yeniden bir kaymakan yerleştirdiği için aynı şekilde haraptı. Biz, hükümet konağı ilan edilen ayakta kalmış bir evde kaldık. Orada kaymakandan başka bir telgraf memuru ve on jandarma yerleştirilmişti. Geçici olarak Civizlik’in tek sakinleri.

Ertesi gün yolculuğumuzu 30 km uzaklıktaki Hamsikeni’ye dek sürdürdük. Her yerde tahribatın en acı izleri. Vadide yakılmış boş rum köyleri. Yükseklerde, doğrudan şose alanına girmedikleri sürece, köyler orada kısmen sağlam kalmışlar. Hamsikeni’nin kendi, aynı tesellisiz manzarayı sunuyor. Orada geceledik ve ertesi sabah Ardassa’ya hareket ettik. Yol manzara olarak olağanüstü pitoresklikteki Zigana-Boğazı’ndan geçiyor. Bugün hala sık çam, ladin ve gürgen ormanlarıyla dolu şahane yerler. Ruslar, Hamsikeni’den Ardassa’ya, yarıyolda iki dev kereste fabrikası kurmuşlar. Atıl duruyorlar. Harşid Nehri’nin kendi su gücünden kazanılan elektrikle işletilmiş gibiler.

Ardassa küçük, şimdi harap olmuş bir şehircik. Yalnızca iki ev kısmen işe yarar haldeydi. Birinde menzil kumandanlığı bulunuyordu, diğeri birkaç gündür orada olan kaymakan tarafından kullanılıyordu. Ama kaymakanın evinde yalnızca bir oda oturulabilir haldeydi. Bütün idare aparatı oraya yerleştirilmişti. Bu tek oda aynı zamanda kaymakana oturma odası ve mutfak vazifesi görüyordu. Biz 6 kişi, geceyi  orada geçirdik. Ardassa’da biraz daha fazla hayat var. Bu en başta menzil dolayısıyla oluyor. Ayrıca orada, otomobiller için küçük bir tamir atölyesi var. 26’sının sabahı yolculuğumuza, Ardassa’dan Gümüşhane’ye devam ettik. Otomobil kervanının kumandanı, 15 Daimler kamyonu ile iki yerleşim yeri arasındaki menzil görevine kumanda eden çerkes kökenli bir kaptan, bize bunları kullanmayı teklif etti. Otolar 3 t yük taşıyorlar. Zor araziye rağmen bu Daimler’ler görevlerini kusursuz yerine getiriyorlar. Gümüşhane’ye giden bu yolda da harabeden başka birşey yok. Bütün yolculuk boyunca tek bir insan görünmedi. Rum ahali Ardassa’nın arkasında bitiyor. Buradaki köylerde çoğunlukla ermeniler, türklerle karışık oturuyorlardı. Burada ilk kez pratikte, ermenilerin yeteneklerinin, yalnızca ticaret ve finans sektöründe olmadığı bilincine vardık. Yaylalardaki Erzincan ve Erzurum’lu ermeni, ta aşağılara, Muş, Harput ve Van Gölü bölgesine dek en başta sağlıklı ve kuvvetli bir toprak insanı. Sözün tam anlamıyla bir çiftçi. Bu yerli ermeni köylü zümresi, en başta, türk imparatorluğunun Doğu Anadolu bölgelerinin zengin doğa servetlerini geliştirdi. Gümüşhane yolunda, tam şimdi en harika şekilde çiçeklenmiş, çoğu kilometreler boyu giden şahane meyva plantajları, hemen bunlara sınır, yoğun işlenmişliği belli olan, ama şimdi bakımsız yatan okkalı tarlalar ve çayırlar, yeni durumların en felç edici koşullara yol açmasından önce, burada hüküm sürmüş olması gereken oldukça yüksek uygarlık düzeyine işaret ediyorlar.

Ermeni köylülüğü, barışçıl idi, çalışkandı ve devlet için önemli bir vergi kaynağı oluşturuyordu. Genelde yalnızca, soyguncu, tembel kürt serserileri dağlardan, onun zahmet dolu emeklerinin ürünlerini gasp etmeye inince, o kendini korumak için silaha sarılıyordu.

Gümüşhane’de ermenilerden hiçbir iz kalmamış. Eski mülk sahiplerinin zenginliğini gösteren ermeni mahallesi, epey iyi durumda. Ermeniler kısmen Asya Türkiye’sinin batısına göç ettiler, çoğunluğu ama Gümüşhane’de öldürüldü. Bir zamanlar çok işlek olan şehirde birkaç saat kaldık. Kürt eşrafıyla birlikte bir kahvede otururken, nadir bir açıksözlülükle, ermenilerin katledilmeleri sırasındaki en vahşice ayrıntılar anlatıldı. Bu arada hep, yolculuğun bundan sonraki bölümünde bizim birden fazla kez dikkatimizi çeken, sözkonusu bölgelerde artık bir tek ermeninin kalmadığı olgusu özellikle vurgulandı.

Yalnızca bir kaç evden oluşan bir köycük olan Pir-Ahmed’de mola verdik. Rus kumandanlığı, uzun süre burada bulunuyordu. Pir Ahmed’den iki yol ayrılıyor. Biri Erzurum’a, diğeri Erzincan’a.

Ertesi günün sabahı tekrar harekete geçtik. Öğleyin saat 2’ye doğru, yakılmış, insansız bazı köyleri geçtikten sonra, Kösse isimli şehre geldik. Burası da ağır tahribat izleri taşıyor. Burada kürtler oturuyorlardı. Kimi dilenci grubu ortalıkta dolanıyordu. Hiçbir penceresi kalmamış olan en iyi ev bize, menzil komutanlığı tarafından geceyi geçirmek için verildi. Ruslar, Kösse’de tamamen yüksek tel örgülerle çevrili büyük bir erzak deposu ve bir havaalanına sahiptiler. Küçük bir türk birliği çadırlarda, geride bırakılmış ve üstüste yığılmış stoklara bekçilik yapıyor.

Ertesi günkü yolculuk bizi şoseden 3 km açıktaki, olaylarda hasar görmemiş kürt yuvası Zinbadur’a getirdi. Burası 50 kadar taş kulübeden oluşuyor. Buranın sakinleri, şii dininin yezidizme meyilli  bir türü olan Kızıl Buşi’ler. Bizi geniş bir kabul salonundaki köy yaşlısına götürdüler. Kısa süre sonra köyün bütün erkek sakinleri, salonun içinde ve dışında toplandılar. Büyük miktarlarda yumurta, süt, bal getirildi ve Almanya’ya tekrar tekrar yaptıkları sempati gösterilerinde cimri davranmadılar. İnsanlar çok candandılar ve bizi dönüş yolunda da orada mola vermeye davet ettiler. Her tür para teklifini reddettiler. Yalnızca birkaç sardalye kutusunu kabule razı oldular.

Ertesi sabahki yolculuk çok zahmetli oldu. Zipik-Kor Boğazı’ndan geçişi normalde beceremezdik ve yeniden Trabzon’a dönmek zorunda kalacaktık. Sadece bu arada, Vehib Paşa'nın gelecek günlerde Erzincan'a gitmek istediğini bildiren bir telgrafın gelmesi sayesinde ileriye geçebildik. Zipik-Kor'un dibindeki bir kürt köyünden ikiyüz kişilik erkek nüfus, otuz saat boyunca 2200 m yükseklikteki boğazı kardan temizlemek için verildi. Buna rağmen geçiş olağanüstü zahmetli oldu. Bagaj arabadan indirilmiş ve kürtler tarafından boğazın en yüksek noktasına dek taşınmış olmasına rağmen, atlar arabayı çekemediler. Biz de saatlerce derin kar içinde tırmanmayı tercih ettik. Akşam 9'a doğru boğazın zirvesi aşılmıştı. Bereket dolunay vardı, yoksa daha ilerlemek neredeyse imkânsız olurdu. Zipik-Kor, normalde Aralık başından Mayıs ortasına dek geçilmez olurmuş. Bundan sonra orada dünya, tahtalarla çivilenip dışa kapatılmış halde. İnişte, yakılmış bazı küçük köyler.

Sabaha karşı 3'te, 30 Nisan günü, aynı isimdeki bağımsız mutasarrıflığın merkezi olan Erzincan'a mutlu şekilde vardık. Bizim kalacağımız bir yer hazırlanmamıştı. Güya yollanmış olan çok sayıdaki her tür sözde telgraf ve direktife rağmen. Dişlerimiz takırdayarak, sıfırın altında eksi iki dereceydi, sabahın 6'sına dek telgrafhanede bekledik. Ancak ondan sonra, bize eşlik eden iki türk yüzbaşı, belediyede kalacak yer ayarlamayı başardılar.

Geçen haftanın ezici deneyimlerinden sonra Erzincan baştan, duygularımız için hoş bir değişiklik etkisi yaptı. Şehrin türk stiline hiç benzemeyen güzel bir yapısı var. Türk anıt stilinde yapılmış çeşitli hükümet binalarıyla çevrili ana meydan, her büyük şehirle yarışabilir. Binalar hep, güzel bahçelerle çevrili. Modern Erzincan, Müşir Zeki Paşa'nın eseri sayılıyor. O orada, 1908'e dek neredeyse 20 yıl bir kral vekili rolü oynadı. Diyarbekir, Harput ve Erzurum ordu birlikleri onun emri altındaydılar. Sultan aynı zamanda onu, 1897'de kurulan 66. Hamidiye Alayları şefliğine tayin etmişti. Çok girişimci idi. Yalnızca göze batan şahane kışlalar değil, iki dokuma fabrikası, bir deri fabrikası ve başkalarını o yaptırdı. Kar dağları ile taçlanan etkileyici yakın çevrede çeşitli yerlerde, Zeki Paşa parklar yaptırdı. Nüfus üzerine veriler farklı. Erzincan'ın savaş öncesine kadar, 5000'i Dersim yöresinden kürtler olan 20.000 kadar müslüman ve 10.000 ermeni nüfusu olduğu aşağı yukarı doğru sayılabilir. Şimdi ise şehirde oradaki resmi makamlara göre, 3000 müslüman oturuyordu. Kısmen kürt bölgesine kaçmış olan bunlar, ağır ağır geri dönüyorlar. Oradaki üç günlük molamız sırasında mutşarif'e (hükümet başkanı) bir ziyarette bulunduk. Daha önceleri Suriye'deki çeşitli idari makamlarda bulunmuş ve henüz yeni buraya varmış bulunan bir arap. Son üç yıldaki kendinin tanık olmadığı olaylar üzerine birşey söyleyemedi. Bize yalnızca ermeniler tarafından işlenmiş cürümlerin bir listesini verdi. Kibarlık olsun diye bunu kabul ediyorum, ama bu listeyi kullanmayı reddediyorum. Bu o denli taraflı ki, bir kediyi bile kandırmaya yetmez. Hemen hemen aynı listeyi askeri kumandandan da almıştık. Erzincan'da hala ne kadar ermeni kaldığı veya ne kadarının şimdi geri döndüğü şeklindeki soruma, her iki bayın verdiğı yanıt şuydu: hiç. Kendi gözlerimizle de bu enformasyonun dehşet verici doğruluğundan ikna olduk.

Müslüman şehir, yapılarında, olaylardan relatif az ölçüde etkilenmiş. Biraz kenarda kalan ermeni şehri ise tamamen harabeye çevrilmiş ve ölü. Dev bir mezarlık gibi görünüyor. Yalnızca evlerin dış sınır duvarları hala kısmen ayakta. Yükseklikleri ve genişlikleri, oradaki ermenilerin zenginliğine işaret ediyorlar. Bir akşamüstü ermeni mahallesine giderken bize jandarmalar refakat ettiler. Bir dizi evin moloz yığınlarına dönmüş içlerini gezdik. Jandarmalar orda, burda en üstteki moloz tabakasını uzaklaştırdılar. Her yerde insan parçaları, kafalar, eller, ayaklar günyüzüne çıktı. Bize bu insanlık trajedisinden daha da fazla örnekler göstermek istediler, ama ben geri dönme talimatı verdim. Bu mahalledeki üç ermeni kilisesinden ikisinde binanın dışı  kalmış, ama içleri, tabanlar dahil tamamen tahrip edilmiş. Yabani köpekler orada marifetlerini görüyorlar. Piskoposluk binasıyla birlikteki üçüncü kilise, bir moloz yığını oluşturuyor. Orada çok net öğrendiğimize göre, 1918 Ocak sonu, rusların Erzincan'dan çekilmesinden sonra, Mrat Paşa yönetimindeki kuvvetli ermeni çeteleri şehir ve çevresini işgal altında tutmuşlar. Ermeniler gerçek bir dehşet rejimi uygulamışlar. Müslüman ahali, 25-30 kişilik erkek, kadın ve çocuklardan oluşan gruplar halinde ermeni mahallesine getirilmişler, orada kaybolmuşlar. Bir akşamüstü Fırat Köprüsü yanında yapılmış bir parka bir gezinti yaptık. Jandarmalar bize, 1915'te, ermeni ahaliyi başlarında Erzincan Piskoposu olmak üzere nasıl Fırat'a sürüp boğduklarını anlattılar. İki yakada da kürtler nöbet tutmuşlar ve kendini kurtarmaya cüret eden herkese ateş etmişler. Kış soğuğunda, bu korkunç insanlıkdışılığın kurbanlarının, kan içicileri tarafından neredeyse çırılçıplak halde, nerelerde akıntıya sürüldükleri bize gösterildi. Aynı zamanda tamı tamına 1500 ermeninin boğazlandığı çevredeki kışlaları da gezdik. Jandarmalardan biri kendi öldürdüklerinin sayısını 50 olarak verdi, bir diğeri 27. Bu insanlar bunları bize, hiç sormamamıza rağmen, şanlı eylem diye böbürlenerek anlattılar. Taraf tutuyoruz şüphesi uyarmamak için, bir yön bile sormaktan kendimizi alakoyduk.

Her halükârda sabit görünen şu ki, Erzincan'ın ermeni şehri, daha 1915'te imhaya teslim edilmiştir. Ayrıca şüphe götürmez şekilde öğrendim ki, ne Erzincan Mutessarıfat'ı, ne de Erzincan Vilageti'nin  müslüman türk ahalisi ermeni katliamına katılmıştır.  Olduysa bunlar, yalnızca yok sayılacak kadar az istisnalardı. İstanbul'da Çerkes Hasan öncülüğünde örgütlenen çeteler, jandarmalar, en başta kürt birlikleri, katliamların asıl failleri sayılmalıdırlar. Ben burada ve çok kez gezinin devamında sıradan türklerin, ermenilerin köklerinin kurutulması üzerine duydukları dürüstçe üzüntüye şahit oldum. Onlar şehirlerde, henüz hiçbir yerde yeri doldurulmamış, vazgeçilmez zanaatları icra ediyorlardı.

Türk hükümet memurları ama belli bir "bona fides" (hüsniniyet-çev.) ile, İstanbul'dan 1915'te gelen, Erzincan'da büyük ermeni katliamlarının olduğunun gerçeğe uyup uymadığı sorularını şöyle yanıtlayabiliyorlardı: "Erzincan'da mutlak sükunet vardır, orada hiçbir katliam olmamıştır". Elbet kanlı cürümler Erzincan'dan 3-4 km uzaklıkta yapılıyordu.

Yüzbaşı Hupka emrinde, Erzincan'dan kilometrelerce uzaklıktaki bir ermeni köyüne 14 gündür yerleşmiş olan bir Avusturya-Macaristan dağ topçu bataryası ve atış okulu grubu ile çok hoş birkaç saat geçirdik. Köy tamamen yanmış ve boştu. Yaman Steyer ve Tirol'lulardan oluşan birlik, büyük bir ustalıkla, oradaki, eskiden askeri başkomutan Müşir Zeki Paşa'ya ait olan bir köşkü oturulur hale getirmişti. Hem birliğin komutanı  Yüzbaşı Hupka, hem de onun zıt yönden, Harput üzerinden Erzincan'a güneyden gelen üç subayı, bize oralarda da her yerde ermeni öğenin radikal şekilde kökünün kurutulduğunu anlattılar.

3 Mayıs sabahı, Erzincan'ı terkettik. Düzlükteki üç ermeni oturum yeri, bundan öncekilerdeki manzarayı sunuyorlardı. O gün, atlarımız dinlenmiş oldukları için, 70 km'ye yakın bir yol aldık. İçinden geçtiğimiz Zassa bir harabe yığınıydı, aynı şekilde Bice, o geceki konaklama yerimiz.

4'ünde yolculuğumuzu Mamahattun (Tercan)'a doğru sürdürdük. Karışık türk- ve ermeni ahalisi olan büyükçe bir şehir. Yine bir harabe sahası, yalnızca az sayıda ev korunmuş halde. Biz kaymakanda kalıyoruz. O henüz geçen hafta İstanbul'dan gelmiş. Bölgeyi hiç tanımıyordu ve aynı şekilde önceki olaylardan anlatacak birşeyi yoktu.

Sadece birkaç geri dönmüş müslüman aile dikkati çekiyordu. Şehrin Selçuklu'lar zamanından kalma tarihi eserleri de kısmen olayların kurbanı olmuşlar. Şehrin dışında, birkaç yüz asker mezarının bulunduğu iki büyük rus mezarlığı bulunuyor. Onlar henüz duruyorlar. Çifte haçlı küçük, ahşap rus kiliselerinin içleri şimdiden boşaltılmış.

5'inde öğleye doğru Karabıyık'a yola çıktık.Yöre ıssız ve engebeli bir araziye sahip. Geçtiğimiz küçük oturum yerleri boş ve harap halde. Mamahattan'dan birkaç kilometre ileride, rusların savaş sırasında başladıkları 80 cm genişlikteki raylı dekovil yapısı görünüyor. Gece 10'a doğru Karabıyık'a varıyoruz. Açık sahada, alışılmamış büyüklükte, çadırların altında yığılı halde rusların geride bıraktıkları erzak deposu. Menzil kumandanı yüzbaşı, bize en az ölçüde ilgi gösterdi. Vehib Paşa Ordusu'nda eletrik teknisyeni olarak çalıştırılan dört fransız savaş esiriyle bir çadırda geceleyecektik. Biz bu planı reddettik. Köye gittik, orada arnavut kökenli bir subayın iyiliği sayesinde yarı sağlam kalmış tek binada konaklayabildik.

Karabıyık'tan Sarıkamış'a dek rusların ülkeyi birbuçuk yıllık işgalleri sırasında yaptıkları, 158 verst uzunluğundaki dekovil hattı işler vaziyetteydi. Şimdi yalnızca Erzurum'dan Sarıkamış'a dek (122 verst). Tren Karabıyık'tan, buradan ayrılan yan bir demiryolu ile istasyondan 900 metre doğudaki menzil kampına gidiyor, Kara Su ya da Elegya boyunca Erzurum'a gidiyor. Tren Erzurum'dan, Deve Burnu yamacındaki serpentinler arasından, Pasin Ovası düzlüğüne inmeye başlıyor. Hemen hep şose boyunca bu düzlüğü geçiyor, Hasan Kale Şehri ve Köru Reni'ye değip Aras Nehri vadisinden Aras'ın aktığı Horasan'a varıyor. Horasan'dan az verst ileride yine yükseklere tırmanıyor. Bundan sonraki bölüm, bütün yapının en zor bölümü. Hiç durmadan bir sanat eseri diğerini izliyor. Hep kayan zemindeki en sefil alanda bunlar gerekliydi. Hat 1700 metre yüksekliğe kadar çıkıyor. Sivin Paşu, Punar Vaş Kerhen harabelerine, Sivin Şehri ve şimdiye kadarki rus sınır şehri Kara Urgan'ın yanından geçiyor. Bundan sonra Ahilvarş, Sak, Sırbasan'a varıyor, sonra İskender Su boyunca ilerliyor ve sonunda üçyüz metre kadar aşağıdaki Sarıkamış'a iniyor. Tren hattının yapısı iyi. Ama % 6'lık  meyil ve 30 metre aşağılara inen dönemeçleri gerekli kılıyor. Hattın çok sayıdaki dik yamaçlarda zor olan drenajı ve sekiz ay kalan kar sorunu, ruslar tarafından şahene şekilde çözülmüş. Tüneller, viyadükler ve diğer sanat eserleri, mühendislik açısından parlak biçimde gerçekleştirilmişler. Her istasyonda, su tüketimi çok yüksek olduğu için,  pülzometreli su tesisleri kurulmuş. ıstasyonlarda hala rus kömürü bulunuyordu. Malzeme olarak ruslar, rus ve amerikan konstruksiyonu 250 kadar dekovil lokomotifi ve 100'ü F. yük vagonu, 450'si N. nakliye ve 50'si yolcu vagonu olmak üzere, 600 kadar vagon geride bırakmışlar. Demiryolu istasyonları, 5 verstte bir rus sınırına dek birbirini izliyor. Erzurum'dan Hasan Kale'ye dek kimse bu istasyonların adını bilmiyor. Bunlar hiçbir yerleşim yerine bağlı değil ve sadece rusların askeri gereksinimlerine göre yapılmışlar. Hasan Kale'ye dek istasyon binaları, Sibirya istasyonları gibi ahşap. Buna karşın Hasan Kale'den Sarıkamış'a dek görülmeye değer stil dolu taş binalar. Horasan'da, yüz veya daha fazla işçi barındıran büyük bir lokomotif ve vagon tamir atölyesi bulunuyor. Başka ayrıntılara daha sonra dönme fırsatım olacak.

7'si sabahı Karabıyık'tan ayrıldık ve 10'a doğru Ilıca'ya vardık, Erzurum düzlüğünün girişindeki bir şehir. Öğleden sonra saat 2'ye dek orada kaldık. 4000 nüfuslu bir yer olan Ilıca, Erzurum zenginleri için yazlık villa yöresi işini görüyordu. İki karbondioksitli su ılıcası, büyük havuzlarıyla korunmuştu. Bunun dışında Ilıca neredeyse harabeye dönmüş ve çoğunluğu ermeni olan ahali artık yok. Yalnızca bazı arabacılar ve geçen askeri birlikler, diriltici banyoda keyif bulmak için, bizim gibi orada mola veriyorlardı. Bir gün önce oraya gelmiş olan mudir, 5 jandarma ile, bir zamanlar yaşam dolu olan bu kaplıca şehrinin bütün canlı demirbaşını oluşturuyorlardı.

Önümüzde serili duran Erzurum yaylası, uzunluğuna 24 kilometre, genişliğine 12 iâ 15 kilometre arasında değişen boyutlarda. Çıplak gözle sekiz yerleşim yeri görüyorz. Bunların hepsi ermeni köylülerinin oturduğu yerlerdi. Erzurum'a yolculuk sırasında, bunlardan üçünün içinden geçiyoruz. Hepsi ölü, evlerin sadece dış duvarları ayakta kalmış. Aslında verimli ve bereket dolu bu yayladaki diğer köyler de başka görünmüyorlardır herhalde. Hiçbir yerde tüten bir duman izi bile görülmedi.

Akşam üzeri saat 6'da Erzurum'a vardık. Oradaki askeri kumandan ve vali yardımcısı Receb Bey, bir arnavut, iyi bir konak yeri sağlamıştı. Erzurum'da dört gün kaldık. Oradaki idareciler, çok yardımcı oldular.

Savaştan önce Erzurum, 48.000 kadar bir nüfusa sahipti, bunların 12.000'i ermeni. Şehir bazı yerlerinde rus ateşinden tahribat görmüştü. Ana pazar yerinde bulunan ermeni çarşısını tamamen tahrip edilmiş halde buldum. Ermeni kiliseleri dış görünüşe göre sağlam kalmışlardı. İçleri boşaltılmış ve erzak ve malzeme deposuna dönüştürülmüşlerdi. Bizim orada olduğumuz süre içinde Erzurum'a 1500 aile, yani 9000'e yakın insan geri dönebildi.

Erzurum'da artık bir tek ermeni yoktu. Hristiyan inancındaki ahaliden, bize hizmet etsin diye verilen, ama hemen 24 saat sonra, herhalde bize resmi makamların istediğinden fazla şey anlatır korkusuyla bu görevden alınan yalnızca bir rum, Georgios, vardı.

İdareciler, ermeniler tarafından yapılan zulmün bir listesini bize dayatmaya çalıştılar. Ama ermenilere karşı kıyımlar daha 1915'de başlamıştı. Yakındaki rus sınırı, bir dizi ermeninin kaçışını kolaylaştırmıştı. Diğerleri ülkenin içerilerine sürüldüler, 6000 kadarı öldürüldü. Ermeni işyerlerinde, sağlam taş binalar, üç yıl sonra bugün, ağır bir küf kokusu hakim. Büyük ermeni katedraline sığınan ermeniler, toptan kılıçtan geçirilmiş.

Ocak sonundan 9 Mart 1916'ya dek, rusların çekilmesinden sonra, ermeniler Erzurum'u işgal altında tuttular. Başlarında albay Morel'in bulunduğu fransız subaylarının yönetiminde bu kez onlar canavarlıklar yaptılar. Bir hana 750 müslüman kadın, erkek, çocuğu, karşısındaki diğer hana 500'ünü hapsettiler. Ondan sonra her iki bina benzinle ateşe verildi. Bu evler şimdiye dek açılmamışlardı. Receb Bey'in eşliğinde, bizim "şerefimize" bu gerçekleşecekti. Kürekle alınan molozların altından arka arkaya çıkan kömürleşmiş cesetlerin uyandırdığı korkunç etkiden ben, asla bir daha kurtulamam. Vahşet ve dehşetin ocakları, sanki volkanik toprak, insanlarda da anlatılamayacak hırs ve intikam dolu nefret patlamaları yaratmak zorundaymış gibi. Türkler 9 Mart'ta beklenmedik şekilde Erzurum'a girince, henüz çekilmemiş ermeniler, kaleyi andıran bir handa kendilerini savunduklarında bombardıman edildiler ve sonra teslim olurken öldürüldüler.

Daha bir sürü, anlatımı çok uzatacak ayrıntılar verilebilir. Yukarıdaki olgulara dayanan genel tabloyu bunlar belki tamamlayabilirler, ama kaydıramazlar.

11'inde Erzurum'la vedalaştık. Dekovil treni bizi 12'si öğleyin Sarıkamış'a (122 verst) götürecekti. Rusların sekiz saatte geçtikleri bu mesafeyi biz ama, ancak 14'ü gecesine kadar aşabildik.

Türklerin iki aylık sahipliğinden sonra 250 lokomotiften yalnızca 12'sinin kullanımı mümkündü. Ama bunlar da birkaç vers gittikten sonra, acil tamirat için hep durmak zorunda kalıyorlar. Sarıkamış'a dek bütün hat boyunca, harfi harfine, bir tek istasyon-demiryolu memuru veya makasçı yoktu. Hat telgrafı işlemedi, olağanüstü sinyal istasyonları çalışmıyorlardı. Her duraktan önce ve sonra tren, kendisi makasçılık yapmak için, durmak zorundaydı. Dört gün içinde bir tren çarpışması ve üç raydan çıkmaya maruz kaldık. Eğer Sarıkamış'ta sağ salim tekrar sağlam toprağa basabildiysek, bunun için demiryolu işletmesine bir de teşekkür edecek değiliz. O bizi herhangi bir yerde uçurmak için denemedik şey bırakmadı. Tahminime göre bu çok önemli hat, şayet bir mucize gerçekleşmediyse, bugün işlemez haldedir.

Horasan'da uzunca, neredeyse 24 saatlık hoş olmayan bir mola vermek zorunda kaldık. Burası tamamen yanmış. Birçok ermeni rus sınırına yetişmeyi ve kafkas bölgesine geçmeyi başarmış. İnsanların kültürü bu ülkelerde, kalemin anlatmaya dayanamadığı  bir felaket yaşamış. Üç haftadan fazla bir süre içinde, 600 kilometreye yakın yol katettik, tarihte tek başına dikili kalacak bir ölüler koridoru. Ölüler koridoru, çünkü bu hiçbir sıfatla anlatılamayacak yol, güneyde Bitlis ve Van'a ve doğuda Bayburt'a dek aynı barbarca tahribatlar ve canavarca kıyımlarla devam ediyor.

İtham veya savunma kavramlarından uzak tutuyorum kendimi. Bu benim görevim değil. Yakın veya daha uzaktaki bir tarih yazımı bu ödevi üstlenmek zorunda kalacak. Tek bir insan bunu beceremez, istediği kadar derin bilgiye indiğini sansın ve alışılmıştan öteye görme yeteneğine sahip olsun. Görüleni ama tersine, sade bir biçimde, hiçbir abartma olmadan anlatmak, benim görevim.  

 

Wilhelm Litten’in raporu:

                                                                                                           Halep, 6 Şubat 1916

Çok sayın Herr Konsolos !

Çağrınıza uyup, Bağdat’tan Halep’e seyahatimde edindiğim izlenimler üzerine yazılı bir tasviri size aşağıda en itaatkârca sunuyorum. Bu özünde, arabayla yolculuk sırasında yarı donmuş parmaklarla not defterime çiziktirdiğim hızlı notların sözcüklerle aktarılması. Onun için bunlar, o yer ve anda doğrudan edinilen izlenimi yansıtıyorlar:

Bağdat’tan Halep’e giderken şu istasyonlardan geçiliyor: Bağdat, Abu Messir, Feluca, Romedi, Hit, Bagdadi, Hadisse, Fahime, Ane, Nihiye, Abu Kemal, Selahiye, Meyadin, Der Zor, Tibni, Zabha, Haman, Abu Hureyre, Meskene, Der Hafir, Halep.

Bunlar birbirlerinden aşağı yukarı 60 km kadar uzaklıktalar. Birinden diğerine yolcular arabayla yavaş adım veya tırıs, ortalama 6 ila 8 saatte, yani bir günlük yolculuk ile, yaya olarak ise herhalde üç günlük bir yürüyüşle varırlar.

İstasyonların arası hiç oturulmayan, arada bir çalıların yetiştiği çöl.  Birçok istasyonda tek başına yolculuk yapan birisi bile gıda malzemesi ve ekmek bulamaz. Yol tabii Fırat boyunca gidiyor, ama bütün kıvrımlara paralel değil, bazen kesişiyor. Bazı istasyonlar, nehirden millerce uzakta. İstasyonlarda çoğunlukla kuyular var. Bir istasyondan diğerine üç gün yürüyen yaya ama, susuzluktan ölmemek istiyorsa, yanına su almak zorunda.

Bağdat’tan 17 Ocak’ta hareket ettim. 23 Ocak’ta Hadisse’ye vardım. Burada ilk ermeni kafilesini gördüm, aşağı yukarı 50 kişi, hemen hepsi erkek, üzerlerinde türk köylü giysileri ve siyah-beyaz çizgili ceketler vardı.

24 Ocak’ta Ane’ye geldim. Yolda jandarma kontrolünde 30 kadar ermeni ile karşılaştım. Ane Hanı’nda hepsi türk köylü kıyafeti taşıyan 40 kadar ermeni kalıyordu. 25 Ocak’ta 50 kadar ermeniden oluşan bir kafileyi geçtim, hepsi erkekti, jandarma gözetiminde Der Zor yönüne gidiyorlardı. Arabacımız, havanın böyle soğuk olmasının iyi olduğunu söyledi, yoksa yolda, çürüyen ermeni cesetlerinin kokusuna insan dayanamazmış. Bu ermenilerin hemen her birinin yanında, yalnızca gıda maddeleriyle yüklü bir veya iki yük hayvanı vardı. Arabacı diyor ki, yük hayvanlarının sırtındaki hurmalar yettiği sürece ermenilerin hali iyiymiş. Erzak bitince ama, galiba açlıktan ölmeye mahkumlarmış, çünkü birisi bir ermeniye herhangi birşeyi neredeyse ödenemeyecek bir fiyata satmaya razı olsa bile, yol üzerinde gerçekten var olan yiyecek stokları, sürülenlerin onda birine bile yetmezmiş.

Acı soğuğun etkisiyle arabacı yolda zatürre oldu, şimdi arabayı ben sürüyorum. İlk istasyonda yardımcı olarak bir arap genci tutuyorum.

26 Ocak’ta 50 kadar erkekten oluşan bir ermeni kafilesini geçiyorum. Abu Kemal’de, „daha büyükçe“ bir istasyon (diğerlerinin çoğu yalnızca iki üç evden oluşuyor), handa bize 16 yaşında bir ermeni delikanlı, Zeytun’dan Artin, hizmet ediyor. Handa ve bütün ahırlarda, bütün oturum bölgesinde çok sayıda ermeni yerleştirilmiş. Kadın ve çocuklar da var.

Ayın 28’inde Selahiye’de Bağdat’a giden 4 alman subaya rastlıyorum, bunlar bana savaşta, doğuda ve batıda nice şey gördüklerini, ama Halep’ten Der Zor’a giderken gözler önüne serilen manzaranın, o zamana dek gördüklerinin en korkuncu olduğunu vurguladılar.

Ayın 29’unda, Meyadin. Ermenilerin tıklım tıklım doldurduğu handa, ağır çürüme kokusu. Bagaj arabasının sürücüsü hastalanıyor, ateşi var. Hizmetçim arabayı sürüyor.

30 Ocak’ta Der Zor. Yoldaki en büyük oturum yeri. Buradaki ermenilerin sayısı yüksek, kesin 2000’in üzerinde. Bütün ev ve hanlar, onlarla dolu. İndiğim handa yine tıpkı Meyadin’deki çürüme kokusu. Ermenilerle dolu. Bitlerini ayıklayan çok sayıda kadın. Birçok genç kız ve çocuklar da var. Küçük temiz şehrin sokaklarında her yaştan ve her iki cinsiyetten, türk köylü kıyafetlerinde çok sayıda ermeni, ama anlaşılan daha iyi katmanlardan olup Avrupai sivil giysiler taşıyanlar da çok. Üstlerine iyi oturmuş avrupai giysili genç kızlar.

Burada Bağdat’a giden beş alman subay ve bir alman doktorla karşılaşıyorum. Bana, Halep-Der Zor güzergâhında çok insanın lekeli tifustan öldüğünü anlatıyorlar. Beyler 3 saat içinde yolda yatan 64 ceset saymışlar. Yolda üç yaşındaki oğluyla bir anne de yatıyormuş, ikisi de ölmüş. Ermenilerin çoğu İstanbul’dan (?) geliyorlarmış. Der Zor, dümdüz sokakları ve kaldırımları ile hoş bir şehircik. Ermeniler tamamen özgürler, istediklerini yapmakta serbestler…. parasını kendileri ödemek zorunda oldukları besin konusunda da. Parası olmayan hiçbir şey alamıyor. Ankara’lı Andon, bir türk lirasına bana altın saatini satıyor, Bursa’lı Stepan, Meryem Ana resimli bir madalyonu 3 mecidiyeye. Yola çıkarken onlara bu aile anılarını geri sıkıştırmak istiyorum, ama iki ermeni kayıp ve o kadar aramaya rağmen bulamıyoruz. Anlaşılan benim bu alışverişten vazgeçmek isteyeceğimden korkuyorlar. Para onların yaşamını birkaç gün daha uzatıyor. Ben bu iki eşyayı Halep Konsolosluğu’na sahipleri adına makbuz karşılığı ve her tür haktan vazgeçerek teslim ettim. Der Zor’un belediye okuma salonunda, daha seçkin ermeniler, bir doktor, iki ruhban ve çok sayıda tüccar toplanıyorlar. Oradaki bir ermeni kahveci, iktisatçı. Bağdat’a gitmekte olan Prof. Külz benim zatürreye yakalanan arabacımı tedavi ediyor. Kriz atlatılmış durumda. Arabacıya üç yün gömlek giydiriyorum, arabayı yine onun sürmesi gerekiyor: yardımcı arabacı olarak tutuğum arap çocuk kaçtı ve iz bırakmadan kayboldu ve Der Zor’da kimse bizimle yola çıkmak istemiyor, … çünkü Der Zor’dan sonra dehşet yolu başlıyor.

Bu yol benim için ikiye bölündü: Der Zor’dan Zabha’ya dek olan birinci bölüm, bu yolda ben cesetlerin durumundan, çürüyüş aşamalarından, giysileri ve çevrede yola dağılmış paçavralar, giysi parçaları ve ev eşyalarının halinden, burada olanlar hakkında kendime bir resim çizebildim: arkadan gelip de çölde yapayalnız şaşkın sağa sola seğirtmiş ve sonunda yığılıp kalmış ve sancıdan çarpılmış ve dağılmış bir yüzle, çaresizlik içinde can vermiş ve öbür tarafta yine başkaları, sert gece donu sayesinde çabuk kurtulanlar ve barış içinde uyuyup gidenler, diğer yanda arap haydutlarca çırılçıplak soyulmuş olanlar, kiminin de giysileri, köpekler ve vahşi hayvanlarca gövdelerinden parça parça koparılmış, kimi yalnızca ayakkabılarını ve üst giysilerini kaybetmiş ve son olarak yine başkaları tamamen giyinik, bohçalarının çuvallarının yanında serilip kalmış ve öylece can vermiş … herhalde son transporttan bunlar, oradaki kanlı ve yarı ağarmış iskeletler ise daha önceki transportları akla getiriyorlar ve yolun Zabha’dan Meskene’ye dek ikinci bölümü ki, buradaki sefaleti tahayyül etmeme gerek yoktu, cefayı kendi gözlerimle görmek zorunda kaldım: büyük bir ermeni transportu Zabha’nın gerisinde yanımdan geçti, nöbetçi jandarmalarca sürekli daha hızlı yürümeye zorlanıyorlardı ve gözlerimin önüne geride kalanların trajedisi tam büyüklüğüyle serildi. Yolda açlık, susuzluk çekenleri, hastaları, can çekişenleri, henüz yeni canvermişleri, yeni ölmüşlerin yanında yas tutanları gördüm; ve kim ki, yakınının cesedinden çabucak ayrılamıyordu, o böylece kendi canını tehlikeye atıyordu, çünkü ilk istasyon veya vaha, yaya için üç günlük bir mesafede. Açlık, hastalık, sancıdan güç yitirmiş halde sallanarak ilerliyorlar, düşüyorlar, serili kalıyorlar.

Yedek ekmek, su, içecek ve yiyeceklerim bitmek üzere. Susuzluk çeken birine para vermek istiyorum. O kendisi para çıkarıyor ve bana bir mecidiye, aşağı yukarı 4 mark kadar, teklif ediyor, bir bardak su için. Bir damla suyum kalmadı.

Ancak Meskene ile Halep arasında artık hiç ermeni ve hiç ceset görünmüyor, çünkü transportlar, büyük ölçüde Halep’e uğramadan, Bab üzerinden gittiler.

31 Ocak’ta öğleden önce saat 11’de Der Zor’dan yola çıkmıştım. Üç saat boyunca bir tek ceset görmüyorum ve anlatılanların abartma olduğunu ümid’etmeye başlıyorum.

Sonra ama, dehşet verici ceset alayı başlıyor:

Öğleden sonra saat 1: Yolun solunda genç bir kadın yatıyor. Çıplak, yalnızca ayaklarında kahverengi çoraplar. Sırtı yukarı dönük. Başı kollarının arasına gömük.

Saat 1.30: Yolun sağında bir çukurda beyaz sakallı bir ihtiyar. Çıplak. Sırtüstü yatar vaziyette. 2 adım ileride bir delikanlı. Çıplak. Sırtı yukarı dönük. Kaba etinin sol dilimi koparılmış.

Saat 2.00: 5 yeni mezar. Sağda: giyinik bir adam. Cinsel organı açıkta.

Saat 2.05: Sağda: 1 adam, belden aşağısı ve kanayan cinsel organı açıkta.

2.07:  Sağda, çürüyen bir adam.

2.08: Sağda, 1 adam, tamamen giyinik, sırtüstü, ağzı iyice açılmış, kafası geriye kaykılmış, yüzü acıdan çarpılmış.

2.10: Sağda, 1 adam, belden aşağısı giyinik, üst tarafını hayvanlar parçalamış.

2.15: Bir ocak izi. Yolda her tarafta çamaşır paçavraları.

2.25: Solda, yolda, 1 kadın, sırtüstü yatar vaziyette, belden yukarısı omuzlara alınmış bir şalla sarılı, belden aşağısını hayvanlar parçalamış, yalnızca kanlı baldır kemikleri örtüden dışarı çıkıyor.

2.27: Bir sürü çamaşır paçavrası.

2.45: Bir sürü çamaşır paçavrası.

3.10: Bir ocak yeri ve mola yeri izi. Bir sürü çamaşır paçavrası. Ateş yerleri, 1 kömür çukuru. 6 erkek cesedi, yalnızca pantolonları üzerlerinde, belden yukarıları çıplak, bir ateş yeri çevresinde serililer.

3.22: 22 yeni mezar.

3.25: Sağda, 1 giyinik adam.

3.28: Solda, çıplak bir adam, hayvanlarca parçalanmış.

3.45: On yaşlarındaki bir kızın kanlı iskeleti, uzun sarı saçları henüz duruyor, kolları ve bacakları iki tarafa iyice açılmış halde yolun ortasında yatıyor.

3.50: Bir sürü çamaşır paçavrası.

3.55: Solda, tamamen giyinik karasakallı bir adam yolun ortasında sırtüstü yatıyor, sanki yolun kenarındaki kaya bloğundan aşağı düşmüş gibi.

4.03: Sağda, 1 kadın, bir örtüye sarılı, koynunda üç yaşlarında, mavi keten elbisecikli bir çocuk kıvrılmış. Çocuk herhalde, yığılı kalan annenin yanında açlıktan ölmüş.

4.10: 17 yeni mezar.

5.02: Bir köpek bir insan iskeletini kemiriyor.

5.03: Tibni’ye varış. Yalnızca bir han, başka hiç bina yok. Hiç ermeni yok.

1 Şubat 1916:

Öğleden önce saat 8.22: Tibni’den hareket, bir oğlanı arabacı yardımcısı olarak tuttum.

8.33: Solda, 1 çıplak oğlan. Hemen yanında bir mola yerinin izleri, Çocuk ayakkabıları, kadın ayakkabıları, galoşlar, pantalonlar, çamaşır paçavraları, bunları bundan sonra artık tek tek saymayacağım, çünkü bunlar bütün yola saçılmış.

9.04: Solda, çürüyen bir ceset.

11.00: Solda, kanlı bir iskelet.

11.03: Solda, kanlı bir iskelet.

11.33: Solda, kanlı bir iskelet.

12.05: Bir mola yerinin izleri, bir sürü giysi parçası, teneke kutular, eski yorganlar, bir çocuk başlığı.

2.07: 1 iskelet. Sağdan esen dondurucu rüzgâr yüzünden, sağ tarafı kapatmıştım, bu nedenle, o gün, yolun sağında yatan cesetleri görmedim.

4.30: Zabha’ya varış. Köy ermeni ailelerle dolu, anlaşılan uzun süre önce buraya gelmişler ve burada kendilerine taştan küçük evler yapmışlar. Bütün hanlar tıklım tıklım ermenilerle dolu. Köyü baştan aşağı geçiyorum, dışarıda arabada yatacak yer bulmak için, sonunda mudir tarafından okula yerleştiriliyorum, iyi bir oda veriyorlar. Köyde anlaşılan daha iyi katmanlardan genç kadın ve kızlar da var, bu ailelerin çocukları, iyi, Avrupai yünlüler giymişler. Köyün taş evlerinde daha iyi aileler oturuyor. Köyün çevresinde, daha fakirler kulübe ve çadırlarda kalıyorlar. Köyün hemen yanında 1 çadır kampı, 150 kadar çadır. Kulübeler sandık tahtalarından çakılmış. Okulun hademesi, ermeni sürgünüyle birlikte köye çöken büyük pahalılıktan şikayetçi. Eskiden 6 yumurtaya bir metelik istenirken, şimdi bir tek yumurta 3 ilâ 4 metelik ediyormuş. Daha zengince ermeniler, ailelerinin sağlığını güvence altına almak için, besin maddelerini her fiyata alıyorlarmış, daha fakirler açlık çekiyorlarmış. Evler için arazi sahiplerine kira ödüyorlarmış.

2 Şubat 1916:

Öğleden önce saat 9.00: Zabha’dan hareket.

9.45: Solda, 1 kurukafa. Araba yardımcısı olarak tutulan çocuk, bagaj arabasının atlarını kontrolden kaçırıyor, ama birkaç dakika sonra yolun kenarında onlara yetişiyoruz.

Öğleden sonra 1.55:  1 ermeni transportu. Çuval ve ev eşyalarıyla yüklü 20’den fazla kağnı. Tepelerinde kadın ve çocuklar. Ayrıca sırtlarında çuvallarla bir çok yaya. Bu arabaların, cephane nakliyesi için kullanılması daha iyi olmaz mıydı? Transport yeni durmuş. Yerdeki bir çuvalın üzerinde inleyen bir kadın. Kimileri çaresizlik içinde, kendilerinin İran vatandaşı olduklarını iddia ediyorlar, çünkü kürklü şapkam yüzünden beni bir acem memuru sanıyorlar. Kırbaçlarla silahlanmış jandarmalar, yeniden yola sürüyorlar.

2.05: bir oğlan yüküyle yolda yığılıp kalmış, bacakları hala kıpırdıyor.

2.07: yaşlı bir kadın, 12 yaşlarında bir kızın elinden tutmuş gidiyor, ikisi de çok bitkin.

2.08: Bir oğlan, sırtında bir çadır direği ve ağır yük ile geliyor. Ardından yaşlı bir adam, bir masa örtüsünü sarınmış.

2.30: Belden üstünü bir örtüye sarmış hasta bir ermeni, bana, boşuna, bir yudum su için para teklif ediyor. Bir damlam kalmadı.

2.31: İki atlı, sürücüsü olmayan bir araba. Çuvallarla yüklü. Çuvalların üstünde inleyen, gözleri kapalı genç bir kadın.

2.32: Solda, yol kenarında ağlayan bir ihtiyar kadın.

2.33: Solda, yol kenarında, donuk donuk önlerine bakan, lakayt iki adam oturuyor.

2.34: Hıçkıran bir kadın, 25 yaşlarında, 30 yaşlarında bir adamın yanına kıvrılmış. Adamın üstünde yalnızca gömlek ve pantalon var, yeni canvermiş, uzunlamasına yatıyor.

2.57: Solda 1 ihtiyar, çıplak, sol bacağı yenmiş.

3.30: Sağda, küçük 1 oğlan, üstünde bir tek fanila var, yanında bir köpek. Entarisi biraz ileride duruyor.

3.33: Solda, açık 1 mezar.

3.35: Sağda, mavi gömlekli dört yaşlarında 1 çocuk.

3.36: Solda, yol kenarında aşağı yukarı 500 çadırlık büyük bir kamp görünüyor. 20 yeni mezar. Kucağındaki bebeğiyle 1 kadın, ikisi de ölmüş.

3.37: Solda, 5 yeni mezar. Ölü 1 adam.

3.38: Hamam’a varış. Sadece iki binadan oluşuyor: Jandarma karakolu ve han. Ermeniler, 5000 kadar, yukarıda adı geçen kampa yerleştirilmişler. „Yerleşim yerinin ortasında yeni başlanmış bir kulübe. Yanında ölü bir adam. Hamam’daki jandarma karakolunda  kumandayı, 15 gündür burada olan iki savaş gönüllüsü üstlenmiş. Kötü durumdan şikayet ediyorlar, bu durumlara karşı onlar da çaresiz. Her gün yeni ermeniler geliyormuş, bunları emre göre daha ileriye itmeleri gerekiyormuş. Ama yiyecek hiçbir şey yokmuş. Bu yüzden, en azından cesetler orada serili kalmasın diye, açları mümkün olduğu kadar çabuk ileriye sürmekten başka seçenek yokmuş. Ermenilerin, en azından  neden hemen çadır kampının dibinde yatan cesetleri gömmedikleri soruma, onların kuvvetlerinin kalmadığı ve bir de toprağın şimdi taş gibi donmuş olduğu yanıtı verildi. Çoğu lekeli hummaya yakalanmış. Türk defin komandosu, sabahtan geceye dek çalışıyormuş, yetişemiyormuş. Yaşlı bir jandarma, 25 gündür orada olduğunu söylüyor. Ermeniler, ona göre, cezalarını hak etmişler, çünkü padişaha karşı çalışmışlar. Ama o zaman onlara mahkemede hüküm verilmeli ve bunlar kurşuna dizilmeliymiş, yavaş yavaş işkence içinde öldürülmemeliymiş. Buna artık dayanamıyormuş ve bu sınırsız çileyi daha uzun süre görmek zorunda kalırsa, mutlaka aklını kaçıracakmış. İki kumandana, neden rapor yazmadıklarını sorduğumda, tipik yanıt geldi: „Effendim, hükümetin emri! Baş üstüne!“

3 Şubat 1916:

Öğleden önce 8.20: Hamam’dan hareket. Dondurucu soğuk. Bütün su birikintileri  donmuş. Bir gün önce güneşte oturan üç adam, donmuş. Eldeki bütün ekmek stoğunu satın alıyorum, yani 6 somun ekmek.

8.50: Solda, çürüyen 1 ceset.

9.01: Solda, çoraplı 1 iskelet.

9.40: Solda, giyinik taze 1 ceset.

10.10: Solda, giyinik taze 1 ceset, yüzü siyah.

10.20: Solda, giyinik taze 1 ceset, bacakları yenmiş, yüzü siyah.

10.26: Solda, giyinik taze 1 ceset, başı sarılı.

10.30: Sağda, giyinik taze 1 ceset, yüzü siyah.

10.31.: Solda, yol kenarında dikili duran, eğerli, binicisiz bir at.

10.57: 1 ceset, bir bezle örtülmüş.

11.48: Solda, 1 genç kadın, yeni ölmüş. Mavi şalvar, siyah ceket. Barışık bir yüz ifadesi. Yüz kahverengi. Arabacı çömezi, taş topladı ve bunlarla „gâvurların“ cesetlerini  taşa tutuyor. Acem hizmetçimden iyi bir dayak yiyor.

12.05: Solda, 1 parçalanmış ceset. Tamamen giyinik 1 bacak. Diğeri, kemiğine dek kemirilmiş, az ileride. Yanında açık 1 mezar.

12.25: 10 yeni mezar.

12.35: Sağda çıplak bir oğlan. Başı kurukafa olmuş bile. Bagaj arabası devriliyor. Bir atın bacağı kırılınca işe yaramaz hale geldi. Arabayı süren arap oğlan, benden bir araba dayak yiyor ve o zamandan beri bana artık Effendi diye değil, Bey diye hitap ediyor.

12.45: Ermeni aileler ve bagaj ile yüklü 6 kağnı ve çok sayıda yaya yanımızdan geçiyorlar. Yolun sağında iki büyük çadır kampı, toplam 600 kadar çadır, 6000 kadar insan. Her iki kamp, toparlanma telaşında. Çocuklar, kadınlar, ölüler, hastalar, karman çorman. Arada bir sürü çöp. Hela yok. Bazı adamlar dolanıyorlar, her yerde yatana ayaklarıyla bir dokunuyorlar, ölüp ölmediğini anlamak için. Toparlananlar, hala birçok eşyayı, çadırları, yorganları vb. taşıyorlar, daha uzun mesafelere çıkanlar ise hayvanlarına ve kendilerine yalnızca yiyecek malzemesi yüklüyorlar.

13.00: Abu Hureire’ye varış. Fırat kıyısında. Çadır kamplarından ermeniler kovalarla geliyorlar ve Fırat’tan su çekiyorlar. Nehir kıyısında aşağı iniyorum ve Fırat’tan iki buz tabakası çıkarıyorum. Bu, gece nasıl bir soğuğun olduğunu göstermeye yeter. İki genç kız iki kovayla geliyorlar. Şık giysileri var, Avrupai, lacivert, kostüm adı verilen giysiler sırtlarında. Elleri soğuk sudaki alışılmamış işten şişmiş ve kızarmış. 6,5,4 yaşlarında üç oğlan, onlara eşlik ediyor. Kızlar, Türkçe’nin dışında biraz Fransızca konuşabiliyorlar, güvenmiyorlar, nereden geldiklerini söylemiyorlar. Görünüme göre, birkaç gündür aileleriyle burada kalıyorlar ve yolun cefalarını unutmuş gibiler. Yiyecekleri bugüne dek yetmiş, ama zengin insanlarmış ve baba, bir dahaki istasyonda yine birkaç günlük alışveriş yapacakmış. Ama 6000 insan tarafından herşeyi yenilip bitirilmiş ve hiçbir şey kalmamış Hamam’a uzaklık, yayalar ve aynı hızdaki kağnılar için iki gün ve Zabha’ya dek üç gün daha ! „Babanın alışveriş" edebileceği ilk istasyon yani, bahtsızlar için beş günlük yürüyüş mesafesinde demektir ve onlar belki beş gün aç kalmak zorundalar ! Benim daha 1 ½  somun ekmeğim var. Ancak bir dahaki istasyonda hiçbir şey olmadığını açıkladıktan sonra onlar ekmeği, parayla satın alınabilecek bir şey bulurlarsa, başkalarına dağıtmak şartıyla kabul ediyorlar ve kısa bir teşekkür edip hızla uzaklaşıyorlar.

1.52: Abu Hureire’den hareket.

2.27: Solda beyaz beze sarılı ceset.

2.30: Solda 3 ceset: 1’i kemirilmiş, 1’i taze, belden üstü çıplak, 1’i çürümeye başlamış.

2.35: Solda 1 adam, gömlekli ve mavi pantolonlu, yeni canvermiş. İki kız başında oturmuş ağlıyorlar.

2.36: Solda kızılsarı saçlı, siyah bluzlu ve gri pantolonlu bir kız, yüzükoyun yatar vaziyette.

2.40: Solda çürüyen 1 ceset. Tepesinde bir akbaba duruyor.

2.47: Solda küçük bir kız cesedi, yırtıcı hayvanlarca parçalanmış. Kara saçlı. Bacak kemikleri her yere dağılmış. Et parçaları ısırılıp koparılmış. Üstünde bir akbaba daireler çiziyor.

2.52: Solda beze sarılı bir ceset. Bacakları koparılıp yenmiş.

2.53: Solda bohçasının üzerine serili can çekişen bir oğlan. Bacakları kramp içinde hala kıpırdıyor. Yanında bir köpek, bir cesedi deşmekle meşgul.

2.55: Solda henüz tamamen giyinik bir oğlan cesedi.

2.58: Solda 2 insan kurukafası ve dağılmış iskelet parçaları.

2.59: Solda bir adam cesedi, beyaz gömlek ve siyah pantolonlu. Ceket yanında.

3.00: Solda yiye yiye şişmiş ortalıkta dolanan bir köpek. Yorgan ve giysi parçaları.

3.01: Sağda 1 ihtiyar. Omurgası açıkta, bacakları koparılıp yenmiş.

3.02: Yolun ortasında bir omurga ve bir kurukafa.

3.03: Solda kahverengi pantolonlu kadın. Parçalanmış yorgan.

3.09: 1 ceset. Kafası daha duruyor. Yüz siyah. Bacaklar yenmiş. Karın ve göğüs boşluğu deşilip saçılmış. Çenesi beyaz bezle bağlı.

3.13: Solda büyük beyaz köpek, bir cesedin üstündeki entariyi ve yüzünü parçalamakta.

3.15: Sağda üzerinde hala göğüs kılları olan bir iskelet. Bacaklar dizden itibaren yok. Kalça açılmış. Bacakların üst tarafında yalnızca kemikler kalmış.

3.24: Solda giyinik 1 adam. 1 kadın, giyinik, aksaçlı. Yolun ortasında 15 yaşlarında bir kız, güzel vücutlu, uyur gibi yatıyor, yanından geçerken ama insan, sağ kolun olmadığını görüyor, henüz kanlı omuz ekleminden koparılmış.

3.25: Solda giyinik 2 adam, yüz siyah.

3.30: Solda 1 kadın, mavi giysili, bacaklar çıplak, kara çoraplar, yeni ölmüş. Sağda büyük beyaz köpek.

3.34: Sağda ağarmış kurukafa ve kemikler, çamaşır ve giysi parçalarının ortasında.

3.37: Sağda 1 adam, giyinik, tamamen siyah.

3.43: Sağda kırmızı beyaz çizgili pantolonlu bir çocuk, kahverengi bir erkek cekedi ile örtülü. Yan solda şişko bir köpek.

3.45: Sağda 6 büyük ermeni çadır kampı, 600 kadar çadır, 6000 insan. Ermeniler çalı çırpı topluyorlar.

3.53: Sağda siyah pantolonlu ve sarı gömlekli bir ceset, yüz siyah.

3.59: Sağda 1 ceset, yüz siyah, beyaz gömlek, beyaz don.

4.03: Sağda 1 adam, yalınayak, siyah elbise, ceket yukarı sıyrılmış.

4.04: Yol üzerinde, arabanın tekerleklerinin hemen yanında 1 kafa ve kaburga. Yüzün alt yarısının diş ve etleri hala duruyor. Bu yüzden dışa çıkmış dişlerle yüz ifadesi, geniş bir sırıtma. Korkutucu bir görünüş.

Solda bir tümsekte olduğundan yolcunun aşağı yukarı gözü hizasında iki yaşlarında bir kız çocuğu, yalnızca yukarı sıyrılmış kırmızı bir gömlecikle. Kanayan cinsel uzvu açıkta ve yola bakıyor.

4.08: Solda 1 kadın, sarı pantolon, siyah çoraplar.

4.12: Solda 1 küçük oğlan, beyaz pantolon. Siyah yüz, bunun dışında henüz hiç çürümemiş.

4.13: Solda 1 küçük oğlan, kollarını önünde bağlamış, siyah elbise, beyaz çoraplar.

4.23: Solda 1 küçük kız, kareli pantolon, gri ceket, kahverengi saç.

4.24: Solda 1 genç adam, yeni ölmüş, tamamen giyinik. Çuval bezinden yapılmış ayakkabılar, ipleri baldırlara dolanmış.

4.37: Solda 1 ceset, beyaz çarşaf içinde ve siyah örtüyle örtülmüş. Kafası siyah.

4.50: Sağda 1 kadın, siyah pantolon, kahverengi ceket.

4.55: Solda yolun ortasında bir kadın, siyah ceket, siyah saç, kolu gözlerinin üstünde.

6.10: Meskene’ye varış. Meskene’den önce 2000 kadar çadırla büyük bir kamp. 10.000’in üzerinde insan. Tam bir çadır kenti. Anlaşılan hela yok. Meskene ve kamp çevresinde geniş bir insan dışkısı ve çöp çemberi, benim araba da bir süre bunların arasından gitmek zorunda kalıyor. Arabada geceliyorum, çünkü tıklım tıklım dolu olan oturum yerinde yatacak yer bulmak olanakdışı. Jandarma karakolundaki tek odada 6 türk askeri doktor kalıyor, İstanbul’dan gelip, Bağdat’a gidiyorlar. Halep ile Meskene arasındaki yolda ölü bulunmadığını söylüyorlar. Meskene’den itibaren görecekleri hakkında, İstanbul’a rapor verirler mi acaba ?

4  Şubat 1916:

Öğleden önce 3.00: Meskene’den hareket.

11.00: 2 erkek cesedi, biri yolun sağında, diğeri solunda.

Öğleden sonra 5.05: Halep’e varış.

5 Şubat 1916: Yağmurlu hava.

6 Şubat 1916: Yoğun kar yağışı.

Özet:

Ben kendi gözlerimle, Der Zor- Meskene arasında yüze yakın ceset ve o kadar da yeni mezar gördüm. Buna yerleşim yerlerinin mezarlıklarına katılan mezarlar dahil değil. 20000 kadar ermeni gördüm. Verdiğim tüm sayıları, gerçekten kendi gördüklerimin tahmini sayımıyla sınırlı tuttum. Anayoldan hiç ayrılmadım, örn. Der Zor’da da şehrin daha uzaktaki mahallelerine gitmedim. Bunun için gerçekten sürülenlerin sayısı oldukça daha fazla olmalı. Bundan başka ben, Fırat’ın sol yakasındakileri görmedim. Benim geçtiğim güzergâh, bütünün yalnızca bir parçası imiş. Meskene’nin kuzeyinde, Bab istikametinde ve Der Zor’un kuzeyinde Rebel Ain istikametinde büyük ermeni kampları, daha ileriye sürülecekleri günü bekliyorlarmış. Bundan dolayı, benden birkaç hafta sonra aynı güzergâhtan geçecek yolcuların, benden on kat daha fazla ceset saymaları olanakdışı değildir. Türkiye’de çöl kumunun oturulan bölgelere sınır olduğu her yerde, bu günlerde yüzbinlerce katılımcı ile benzer trajediler yaşanıyormuş.

Ermeniler türkler tarafından tutsak olarak değil, muhacir olarak adlandırılıyorlar ve onlar da kendilerine öyle diyorlar. Resmi rapor, tüm ölüm biçimlerinin bu en acısına, “tehcir” adını veriyor! Resmen her şey çok mükemmel.. Onların bir feniğine bile dokunulmuyor veya zorla ellerinden alınmıyor… yaşayanlardan değil. Onlar istedikleri herşeyi satın alabilirler… eğer birşey bulurlarsa! Ve hiç kimse asıl katilleri bu denli kolay saptayamaz!

“Bunların sonu ne olacak?” diye yolda bazı türklere sordum. Yanıt “Ölecekler” idi.

Ölecekler. Hükümete sadık jandarmaların körü körüne itaatkârlığı, ki görev yemininin, sıkça geçici itaatsızlığı ve bir emrin değiştirilmesi için ricayı da gerektirebileceği, bunların akıllarının ucundan bile geçmez gibi görünüyor, kışın buz gibi soğuğu, yazın dayanılmaz sıcağı, lekeli tifus, yiyecek kıtlığı bunun garantisidirler.

Yolda böyle ölenler ve yitip gidenler, Osmanlı yurttaşları ve hristiyan idiler. Kapitulasyonlar kalktı; bizler, Türkiye’deki hristiyan inançlı Osmanlı yurttaşları ile eşitlendik, bizim eşit muamele istemekten başka yapmamız gereken birşey yok!

Ama hepsi ölmeyecek. Bazıları geri kalacak, demir gibi sağlıklı olanlar, cin gibi kurnaz olanlar ve zengin olanlar. Onlar ölümle göz göze geldiler, sinirleri çelikleşti ve başka bir şey olmazsa, içlerinde Türkiye ve Alman İmparatorluğu’na karşı uzlaşmaz bir kin biriktirmiş olacaklar. Damarlardaki bu yaşam gücüyle, belki çok sayıda çocuk, torun üretecekler.

Bu yüzden, belki gelecekte, doğu türk sınırında, yalnızca kuzeyde, Karadeniz kıyısında, fars sınırında kürtlerle değil, güneyde Fırat kıyısında da, Mezopotamya’ya dek araplarla düşmanlık içinde, yani kaynağından Şat el Arab’a dek Fırat kıyılarında yerleştirilmiş bir ermeni ahaliyi hesaba katmak gerekecek. Orada tedbir almamız gerekmez miydi ? Birçok fransız misyon okulundan birine gitmiş her ermeni, akıcı olarak Fransızca konuşuyor ve fransız ruhuyla eğitilmiş durumda. Buna karşın ben, ermeniler için, Almanca öğretilmeyen, tersine ermeni dilinde ders verilen, öğretmenlerin öğrencilere alman ruhunu vermedikleri, hatta tersine ermeni öğrencilerden etkilendikleri ve ermeni propagandasının içine çekildikleri ve böylece bilmeden ermeni politikasının taşıyıcıları haline geldikleri  alman misyon okulları biliyorum.

Bu kurumların bazıları yokluk çekiyor. Bunlardan 2 kadın öğretmen ve 60’tan fazla çocuk için, maaşlar ve beslenme dahil, yılda 8000 Mark tutarındaki bütün gideri kendi karşılayan birini ben tanıyorum. Ermenistan ve oluşmakta olan Yeni Ermenistan’daki bu alman misyon kurumlarına imparatorluk yardımlarıyla, bunlar üzerinde imparatorluk hükümetinin bir kontrol oluşturması, bunun giderek sıkılaştırılmasıyla alman dili ve alman ruhunun yayılmasının mutlaka sağlanması ve misyonların politik entrikalar için kullanılmasının imkânsız hale getirilmesi gerekmez miydi ?

Daha şimdiden, henüz fransız rahipleri ve rus papazları veya onların kuklaları yeniden gelmeden ve ermenileri alman varlığına ve Türkiye’ye karşı kışkırtmadan, bu alman ulusal çalışmasına başlamanın zamanı değil mi?

Saf pratik bakış açısından, tam da Halep-Bağdat yolu üzerinde bu kadar çok canlı işgücünün imhası da çok esef verici. Bu güzergâh üzerinde her yerde, yapımı oldukça ilerlemiş bir şosenin başlangıçları görülüyor. Ermeniler bu yolun yapımını severek sonuna dek götürürlerdi. Gündelik bile istemezlerdi. Ama ekmek, açlıktan ölmekten kurtulmak. Hemen hemen baştan sona yığım işi bitmiş, çoğu yerde miller boyu çakılı döşenmiş yol, yarılıp geçilmiş tepe zincirleri, kısmen bitmiş, kısmen başlanmış taş köprüler, yolun bitirilmesi için sanki bas bar bağırıyorlar ! Ve verilmiş bu görevin başında, bu hat boyunca dağıtılmış, 20.000’den fazla hazır işgücü oturuyor ve açlıktan ölüyor!

Yolun, baştaki plana uyulup, şose olarak mükemmel yapımına da gerek yok. Az sayıdaki yerde yapılacak bazı düzeltmelerle, yolun kısa sürede, Halep-Bağdat arasının kamyonla beş günde rahatça aşılabilecek hale getirilmesi, ki bu mesafe için şimdi 20 gün gerekiyor, mümkündü.

Bağdat Hattı çevrelerinde işgücü kıtlığından şikayetçi olunduğuna tanık olmuştum. En kısa zamanda gereken 12.000 işçiyi bulmak zor. Ve Halep-Musul-Bağdat üçgeninde yüzbinlerce ermeni işgücü kullanılmadan çürüyor!

Oysa İran’da vatandaşlarımız, postu pazara çıkarıyorlar ve boş fişekliklerle, hasretle cephane bekliyorlar, o cephane ise acınacak türk menzil koşullarında, İstanbul ile Bağdat arasında herhangi bir yerde, tıkanmış bir cephe yolunda takılıp kalmış durumda.

Verilerimi en  sağlam bilgilere dayanarak yaptığıma güvence veriyorum,

size en bağlı        Wilhelm Litten                      

 

Bergfeld’den Şansölye von Hertling’e, (Trabzon, 28 Ağustos 1918):

Rusların yaklaşmasıyla işgal edilen bölgelerden kaçan türk yurttaşlarının savaş nedeniyle içine düştükleri sefalet nedeniyle askerlik yükümlülükleri kaldırılmıştı. Bunların bir bölümü bu arada yurduna geri döndü. Şimdi bu geri dönenler yeniden askere çağrıldılar.

Bu önlem yükümlüler arasında büyük huzursuzluğa neden oldu. Protesto amacıyla Trabzon’daki dükkanlar bir gün açılmadı ve buradan ve başka yerlerden İstanbul’daki merkezi mercilere çekilen telgraflarda, askerlik yükümlülüğünden beş yıl için muafiyet istendi. Bu nedenle Erzurum ve Rize’de ayaklanmalar ve ahali ile militer arasında kanlı çatışmalar olduğu haberleri ise tamamen gerçeğe aykırı.

Doğal olarak Türkiye’de de her erkekten vatan savunması için silaha sarılması beklenir. Ama buradaki durum karşısında bizim hislerimize uygun bir kıstas uygulamak doğru olmaz. Burada daha çok geri dönenlerin hali gözönünde tutulmalıdır. Bunlar için devlet ihtimamı tamamen iflâs etti ve eğer göç edenlerin yüzde ellisinden fazlasının bitkinlik ve yokluktan can verdiği iddia edilirse, bu hiç de çok yüksek tutulmuş bir sayı demek değildir. Göçenler işte böylesi bir fiziki ve ruhsal bitmişlikle yurtlarına erebiliyorlar. Memleketlerinde karşılaştıkları ise hiç de cesaretlendirici bir manzara değil:  Tarlaları sürülmemiş, ayrık otuyla örtülmüş, evleri ve ahırları çökmüş, yanlarına aldıkları hayvanlar bitkinlikten telef olmuş veya para bulmak için satılmak zorunda kalınmış. Böylece karşılarındaki bir hiç ile yüzyüzeler. Kaderci bir tevekkülle bu yaşananları Allah’ın takdiri olarak sineye çekiyorlar. Herhalde şimdi, biz aslında neden ruslar yaklaşınca kaçtık ki, sorusu giderek daha çok akla gelmeye başlıyor. Bu soruya yanıt ararken, aslında kaçmanın gereksiz olduğu, hatta eğer ermenilere karşı önlemler ve tecavüzler olmasaydı ki, bunlara halkın bir bölümü hep karşı çıkmıştı, o zaman belki de rus ordusuna refakat eden ermeni çetelerinin intikamından korkmaya gerek kalmayacağı ve tüm bu sefaletten sakınılabileceği düşüncesine çıkılabiliyor. Ama bu düşünce, şimdilik şu andaki ve gelecekteki dertlerin gerisinde kalıyor. Geri dönenlerin çoğunluğu şehirlerde küçük dükkânlar açarak ve sebze dikerek, tahıl ekerek, kısıtlı ölçüde, sırf kendi ve ailesinin yaşamını kurtarmak için çalışıyor.  Askerlik yükümlülüğü ile bunlar, şimdiye dek erişebildiklerinin yine tehlikeye atıldığını görüyorlar ve yeniden açlık tehlikesi ile karşı karşıya kalıyorlar. Bu yurtlarına geri dönen göçmenler için geçerlidir. Henüz hâlâ yollarda olanlar için şartlar çok daha kötü.

Bu koşullarda askerlik hizmetinin ileriye atılması arzusu anlaşılır bir şey. Tabii rica edilen 5 yıllık mühlet çok uzun olsa gerek. Ama bireylerin memleketlerine veya kendi seçtikleri ve resmi makamların izin verdiği yeni oturum bölgelerine döndükten sonra verilecek 6 aylık bir muafiyet, en azından en acil koşulları yerine getirmeleri ve ailelerinin yaşam şartlarını bir ölçüye kadar güvence altına  almalarını sağlayacaktır. Bu zaman içinde köylüler, tarımın en azından küçük boyutlarda da olsa kadın ve çocuklarca yürütülmesi için gereken hazırlıkları yapabilirlerdi ki, bu ekonomik açıdan acil bir zorunluluktur.

Aynı içerikteki bir raporu önceden kısaca telgrafla da bilgilendirdiğim Pera’daki Kayzerlik Büyükelçiliği’ne yolladım.

 

Samsun Konsolosu Hesse'den Şansölye Hertling'e, (Samsun, 6 Temmuz 1918):

Ekselanslarınıza Sivas'tan Samsun'a yolculuk sırasında kazanılan bazı izlenimleri sunmak için en itaatkârca izninizi diliyorum. Erzincan ve Sivas yöresi işgücü ve tohum kıtlığı nedeniyle, bu yıl da hemen hiç işlenmemiş durumdayken, manzara Tokat yöresine gelince tamamen değişiyor. Tokat, Amasya ve Samsun bölgelerine, türk askeri makamlarının güçlü baskı ve aktif yardımı ile bol bol tahıl ekilmiş, bu geçen yılın üç katı tahmin ediliyor ve savaş öncesi düzeyine varıyor. Bu kış ve bahardaki bol yağış sayesinde ürün çok iyi ve ekilenin 1'e 20 vereceği bekleniyor.

Buna karşın Sivas Vilayeti'nin diğer iki bölgesi Karahissar ve Sivas'da normal hasadın beşte biri bile yakalanamayacak. Bu iki liva, Erzincan ve Erzurum'a geri dönenler için tehlikeli bir açlık bölgesi olacak. Bu muhacirlerin tahminen yüzbin insandan oluşan ve öküz arabalarıyla yavaş yavaş ilerleyen kafileleri, yıllarca süren savaşla emilip, kurutulmuş yörelerde, yığınlarla açlık ve ondan kaynaklanan hastalıkların kurbanı olacaklar. Hükümet hiçbir şey yapmadan bunu seyrediyor. Buralarda büyük stokları yok ve bu göçlere istemeyerek gözyumuyor, pek engel çıkarmıyor. Doğu Anadolu'ların bu zor yolculuğa çıkış nedenleri özünde ekonomik kaynaklı, elbette yurt sevgisi de rol oynuyor. Çorak ermeni yaylasından gelen bu türk köylüleri, tamamen tahıl üretimi ve büyük meralara yayılan hayvancılığa dayanan çok ilkel ve ekstensiv bir ekonomi biçimine alışmışlar. Göçebelik sınırında bir yaşamları vardı. Kışın uzun kar yağışları ve kısa süren yaz nedeniyle yurtlarında sulamacılık gereksizdi. Bu ağır canlı insanlar, Karadeniz'in sıcak kıyı bölgelerinde, önceden çok ileri, girişimci ermeni ve rumların oturdukları yerlere yerleştirildiler, burada ne yeterince mera vardı, ne de tarlalar sulama ve bakım olmadan yeterli ürün veriyorlardı, hele az yağışlı savaş yıllarında. Eski sahiplerine bol bol veren bağlar, dutluklarda Doğu Anadolu'lular ne yapacaklarını bilemediler. Bunların çoğunu kestiler, mera olarak kullanıp harab'ettiler. Geri göçe bir de cephe gerisindeki Erzincan ve Erzurum'da toprakların ruslarca bol ekilmiş olduğu ve Ağustos'da hasat edilebileceği haberi etkili oldu. Geri göçün acıları ayrıca, ermenilerin köklerinin kurutulmasına ve bilhassa her tür islam inancına aykırı şekilde kadın ve çocuklara reva görülen muameleye karşı Allah'ın verdiği adil ceza olarak sabırla çekiliyor.

Böylece yine insanı az olan türk imparatorluğunun savaşın yaralarını görülebilir bir zaman içinde sarmak için öylesine ihtiyaç duyduğu bir sürü değerli insan ve işgücü mahvolup gidiyor. Oysa bu yörenin baş sanayileri, Sivas'ın halı tezgâhları, Tokat'ın basma-pamuklu bez fabrikaları ve Amasya'nın ipekçiliği olaylar nedeniyle tamamen imha oldu ve ermeni ustaların yokluğu nedeniyle şu anda yeniden kurulamayacak durumdalar.

Türk Hükümeti muhacirlerin iskânı işinde Samsun'da biraz şanslıydı, buraya çoğunlukla Trabzon civarından ve diğer kıyı şehirlerinden müslümanlar, sürülen rum dükkân sahiplerinin yerini aldılar ve burada hep kalmaya niyetli görünüyorlar. Bunun dışında türk öğe, önceden de zengin olan birkaç tefeci ve bunlara katılan birkaç jandarma ve polis memuru dışında, sürülenlerden gasp edilen ganimetlerden faydalanmayı bilemedi. Hukuksuz şekilde elegeçirilen mallar, çoğunluğun ellerinden aktı gitti, tıpkı hükümetin Emval-i metruke komisyonlarının kasalarından akıp gittiği gibi.