Yaşar Kemal 94 yaşında: İnsanoğlu, umutsuzluktan umut yaratandır...

Yaşar Kemal 94 yaşında: İnsanoğlu, umutsuzluktan umut yaratandır...

Türkiye ve dünya edebiyatının büyük ismi Yaşar Kemal, 2014 yılının Kasım ayında, ölümünden birkaç ay önce kendisine ‘fahri doktora’ unvanı verilen törene sağlık sorunları katılamamış ama şunları söylemişti: “Benim kitaplarımı okuyan katil olamasın, savaş düşmanı olsun. Yaşam umutsuzluktan umut üretmektir. İnsan umutsuzluktan umut üreterek bugüne kadar gelmiştir.”

‘Kuşağımızın ustası’ dediği Sait Faik’le edebiyata getirmek istedikleri listesinde vardı bunlar Yaşar Kemal’in. Okurları savaş düşmanı olsun, insanın insanı sömürmesine karşı çıksın, kimseyi asimile etmesin, insanları asimile etmeye can atan devletlere, hükümetlere olanak vermesin, yoksullarla birlik olsun, cümle kötülüklerden arınsın… 

Kemal Sadık Gökçeli adıyla 6 Ekim 1923’te dünyaya gelen Yaşar Kemal, o güzel ata binip gideli iki yıldan fazla zaman oldu. Dünyayı “bin çiçekli bir kültür bahçesi” olarak nitelendiren ve “bir çiçeğin bile yok olmasını dünya için büyük bir kayıp” sayan Yaşar Kemal, Türkiye ve dünya edebiyatına katkısının yanında çağının ötesinde bir gazeteciydi.

Arif Dino’nun tavsiyesiyle girdiği Cumhuriyet gazetesinde, dönemin en ilgi çeken serilerinden biri olan ‘Anadolu Notları’nı kaleme aldı. İstanbul’a geldiğinde sebzecilik yapmak için aylarca Orhan Kemal’i bekleyen, Cumhuriyet’teki ilk günlerinde kılık kıyafetinin eski ve kirli olması nedeniyle kendisine baktıklarını düşündüğü meslektaşlarını arzuhalcilikten gelme daktilosuyla etkileyen, “yayınlamazlarsa” diye kendisine röportajlar için verilen harcırahı harcamadan İstanbul’a dönen, Babıâli’deki ilk Anadolu Haberleri Servisi’ni kuran, röportajlarından romanlarına halkın gerçek sorunlarıyla ilgilenen Yaşar Kemal, 94 yıl önce bugün doğdu.

Uzun yıllar Yaşar Kemal arşivi üzerinde çalışan ve Yaşar Kemal Vakfı’nın kurucularından da olan Sevengül Sönmez'in Açık Radyo’ya verdiği bir söyleşinin sonunda da belirttiği gibi, "Yaşar Kemal hakkında konuşmak, onu hep çok özlemek demek". O sebepten, büyük yazarın doğum gününde sözü kendisine bırakıyoruz. Kemal’in 1984 yılında basılan “Babıali’nin Şu Son Kırk Yılı” kitabında gazeteciliği ve gazetecilikle ilgili Demirtaş Ceyhun’a anlattıkları şöyle:

Cüneyt Arcayürek geçenlerde bir anısını anlatırken “Yaşar Kemal’i, Doğan Nadi keşfetti” diye yazıyordu. Vallahi doğru değil. Çünkü rahmetli Doğan Nadi ne tanırdı beni, ne keşfetti, ne bir şey… Benim Cumhuriyet’e girişimle bir ilgisi filan yoktur onun.

"Orhan Kemal'le birlikte iş arıyoruz; kahvelerde garsonluk, ocakçılık falan yapmaya razıyız"

Bak olay nasıl oldu? 1951’in Nisan ayıydı. Ben Adana’dan geldim. Orhan Kemal’i bekliyorum. Öyle anlaşmışız, o da gelecek, birlikte bir araba satın alıp İstanbul’un sokakların sebze satacağız. İşte onu bekliyorum. Ama param da yok, sürünüyorum İstanbul’da. Gülhane Parkı’nda yatıp kalkıyorum. Bir ay sonra Orhan Kemal de geldi çoluğu çocuğuyla. Hapishane arkadaşı Teğmen İzzet’in Kasımpaşa’da bir göz bir evi vardı, oraya sığındılar. Orhan Kemal’e babası Abdülkadir Kemali Bey’in mirasından 600 lira kalmıştı., işte o parayla sebzecilik yapmaya karar vermiştik. Fakat, yol parası filan derken bir iki ayın içinde para suyunu çekti gitti, sermayemiz filan kalmadı. Artık birlikte iş arıyoruz. Kahvelerde garsonluk, ocakçılık falan yapmaya da razıyız. Ama düşün, o sıralar Orhan’ın Varlık dergisinde hikayeleri çıkıyor. Hatta birlikte gitmiş, Varlık’tan birikmiş birkaç kuruş telif ücretini de almış yemiştik. Lakin iş bulmak ne mümkün. O günlerde bana Hıfzı Topuz yardım etmişti. Bir köfteci bulmuştu, öğlenleri karnımı doyururdum. Artık iyice umudumuzu kesmiştik sebzecilikten.

"'Doğu Anadolu’ya git, röportaj yaz’ dediler; benim röportaj yazarlığım böyle başladı"

Tek umudum Arif Dino’nun İstanbula gelmesiydi, gayri onu bekliyordum. Arif Dino hem Nadir Bey’in hem de Berrin Hanım’ın çok yakın dostuydu, biliyordum. Ayrıca Adana’da da bana, ‘Sen beni İstanbul’da bekle, ben seni Cumhuriyet’e aldırırım’ demişti. İşte Cumhuriyet’le ilişki kurmam böyle oldu. Arif Dino geldi, birlikte Nadir Bey’e gittik. Benim ‘Bebek’ hikayesini verdik ona. Vallahi sanırım birkaç gün sonraydı, Nadir Bey’den bir mektup geldi. Gemen Cumhuriyet’e gittim. Hikayeyi çok sevmiş Nadir Bey. Cevat (Fehmi Başkurt) Beye vermiş. O da sevmiş hikayeyi. Hikayeyi gazetede yayınlayacağız ama asıl sen bize röportajlar yaz dediler. ‘Doğu Anadolu’ya git, Diyarbakır’a git, oradan röportaj yaz’ dediler. İşte benim röportaj yazarlığım böyle başladı.

Hemen Doğu Anadolu’ya gittim, oradan röportajlar göndermeye başladım. Birkaç ay sonra döndüm, röportajlarımı gazetede yazmaya devam ediyorum. Ben daktilonun başında yazılarımı yazarken herkes bana garip garip bakardı. İyi anımsıyorum herkes şaşkınlıkla bakardı. Ama ben, kılığıma kıyafetime, boyuma posuma bakıyorlar sanırdım. Çünkü üstüm başım dökülüyordu.

"Belki de daktilo ile yazmanın etkisi olmuştur, yazılarımın hemen yayınlanmasında..."

Yıllar sonra ilk defa 1977'de, Amerika'da. Faruk Fenik bir televizyon şirketinde çalışıyormuş. Benimle bir röportaj yaptı o televizyon için. Röportajdan önce de izleyicileri beni tanıtıyor, benimle ilgili anılarını anlatıyor. “Biz” dedi, “Yaşar Kemal gazeteye gelip de yazılarını yazmaya başlayınca kendisini hayretle seyretmiştik. Kendisini neden hayretle seyretmiştik biliyor musunuz? Yaşar Kemal yazılarını daktilo ile yazıyordu çünkü. O yıllarda Babıali’de herkes yazısını, haberini elle yazardı. Gazetelerimize daktilo daha girmemişti.”

İşte, ben de ilk o zaman kavradım, yıllar önce Cumhuriyet’te daktiloyla yazılarımı yazarken niçin bana öyle garip garip baktıklarını.

Oysa, yıllarca arzuhalcilik yapmışım ben. Yani bir daktilom var. Ekmeğimi daktilo ile kazanmışım. Bu nedenle, alışığım ve röportajlarımı da daktilo ile yazıyorum özene özene. Kim bilir, belki de daktilo ile yazmanın etkisi olmuştur, yazılarımın hemen yayınlanmasında. Elle yazıp gönderseydim, belki Doğan Nadi de okumak zahmetine katlanmazdı.

"Dış olaylarla ilgili yorumların daktiloyla yazılmasını yadırgamıyorlar da, Anadolu röportajlarının yazılmasını içlerine sindiremiyorlar"

Galiba o yıllarda Cumhuriyet’te benden başka bir de Ömer Sami Coşar’ın bir daktilosu vardı. Ömer Sami, dış olaylarla ilgili yorumlar yazardı o zamanlar. Demek ona alışmışlar. Ya da, dış olaylarla ilgili yorumların daktiloyla yazılmasını yadırgamıyorlar da, Anadolu röportajlarının yazılmasını içlerine sindiremiyorlar.

Cumhuriyet, o yıllarda Türkiye’nin hem en büyük, hem de en modern gazetesiydi. Ama muhabirler, muharrirler, hatta başyazarlar bile yazılarını elle yazarlardı. İyi anımsıyorum, o yıllarda ekonomi muhabiri Mazhar Kunt yazılarını elle yazardı. Nadir Bey, Doğan Nadi, Ferit ağbi, Ahmet Hidayet Reel, yazı işleri müdürümüz Cevat Fehmi Bey hep elle, eski yazıyla yazarlardı. Diziciler de eski yazı bilirlerdi.

Dedim ya… Ben arzuhalciyim. Arzuhalcilikten geliyorum… Ama o günler, beni böyle hayretle seyretmelerinin nedenini anlayamaz, alınırdım. Ama, meğer beni değil, daktilomu seyrederlermiş...

                                                  *  *  *

Bizim gazeteciliğimiz yalnız teknik olarak değil, şekil ve içerik olarak da Batı gazetelerini taklit etmeyi tek çıkar yol sanmıştır her zaman. Her zaman taklit etmiştir, her zaman… Batı gazeteleri imzasız gazeteler midir, Babıali de imzasıza yönelmiştir. Batı gazeteleri romana yüz vermez mi, bizim gazeteler de romana sırt çevirmiştir. Fakat şunu da söyleyeyim ki, boynuz kulağı geçer derler, bu taklitçiliğimizde de Batı'yı geçtik vallahi. Örneğin, Batı'da böyle, bizdeki gibi boyalı gazetecilik, boyalı gazete olmadı. Bizde bir felaket oldu ama.

Biz tekniği getirirken bir yanlışlık yaptık. Batı'nın gazeteciliğini değil, gazetelerini değil, dergiciliğini ve dergilerini örnek aldık. Batı'da dergiler böyle, bizim gazeteler gibi çok renkli çıkıyor. Gazeteler sadece reklamları renkli basıyorlar. Onlar pazar günleri ekler çıkarıyorlar. İşte o ekler dergi gibi, renkli. Biliyorsun Batı gazeteleri genellikle pazar günleri çıkmaz. Pazar günleri özel ekler çıkarırlar, satarlar. Haftalık ekler. Bu ekler, dergi gibi, ayrıca parayla satılır. Bizim gazeteler, işte bu ekleri taklit ettiler. Ekler için uygulanan tekniği, gazetelerin tamamına uyguladılar. Bol bol baldır bacak resimleri bastılar.

“Batı’nın mükemmel tekniğiyle gazete diye dergi çıkarılmaktadır”

Örneğin, şimdi bir anket yapılsa “Son 20 yıldır gazetelerimizde en çok kimden söz etmiştir” diye, herhalde birinciliği Türkan Şoray alır. “Halk bunları istiyor, bu tür haberleri okuyor” diyorlar. Bence kesinlikle yanlış bu kanı. Kısacası, bugün biz de, gazete adı altında günlük magazin dergileri çıkarılmaktadır. Bugün, Batı'nın mükemmel tekniğiyle gazete çıkarılmaktadır. Yani dergi çıkarılmaktadır. Bence hata, tekniğin yanlış kullanılmasındadır. Dergi tekniğinin gazetede kullanılmasındadır; yani dergi gibi, magazin dergileri gibi gazete çıkarılmaya kalkışılmasındadır. Düşünsene, Batı’da, bizim gazeteler gibi cicili bicili çıkan yüzlerce dergi var. Hepsinin tirajı da 1 milyondan aşağı değil. Öte yandan bir de bizdeki magazin dergiciliğine bak…

“Gazetelerimiz magazin dergisi haline döndü, magazin dergiciliğimiz öldü”

Gazetelerimiz, gazete gibi siyah beyaz çıkarken, Hayat dergisi bayağı büyük tirajlara ulaşıyordu. Ama şimdi? Ne yapsa eski tirajını tutturamıyor. Çünkü hemen hemen bütün gazetelerimiz onun rakibi oldu. Şayet gazetelerimiz, gerçek anlamda gazete olsalardı, gazete fonksiyonunu tam olarak yerine getirselerdi, yani birer magazin dergisine dönüşmeselerdi, Hayat dergisi de eskisi gibi büyük tirajlara ulaşamaz mıydı? Gazetelerimiz magazin dergisi haline döndü, magazin dergiciliğimiz öldü. Oysa Batı’da bu birbirinden ayrılmış durumda. Gazete ayrı, dergi ayrı. Birbirlerinin alanlarına kesinlikle girmezler. Gazetelerimiz ise, birazcık parti haberi, bolca cinayet haberi de veren günlük magazin dergileri gibi bir şey bence.

                                                   *  *  *

“Biz Türk halkına istediğini veriyor muyuz diye düşünmüyorlar”

Nüfusumuz durmadan artıyor. 45 milyonu geçti. Yılda 1.500.000 artıyor. Okuma yazma oranı da artıyor. Ama gazetelerimizin satışı artmıyor. Neden? Teknik ise, en moderni getirilmiş. Ama, belki on yıldır gazetelerimizin toplam tirajı 2.5 milyon dolaylarında. Ne artıyor, ne eksiliyor. Niçin diye düşünmüyorlar. Acaba biz Türk halkına istediğini veriyor muyuz, vermiyor muyuz diye düşünmüyorlar. Habire birbirlerinin okuyucusuna gözlerini dikmişler. O ondan okur kapmaya çalışıyor, o ondan… Tirajı artırmak için de, habire piyango düzenliyorlar. Lotarya düzenliyorlar. Bu piyangolar, loteryalar için akılalmaz paralar harcıyorlar. Bunca masrafla elde edilen yeni tiraj acaba o masrafı karşılıyor mu? Benim kanım, gazetelerimizin tirajlarının 2.5 milyonda saplanıp kalmasının tek nedeni, halktan kopmuş olmalarıdır. Yani, gazeteciliğimiz toplumun aynası olamadığı için toplam tiraj böyle tıkanmış kalmıştır.

“Halkla bütünleşmedikleri sürece, yazarlar çizerler isterlerse deha olsunlar, halk onları kusar”

Şunu da söyleyeyim ki, günümüzde halktan kopan yalnız gazeteciliğimiz değil. Bugünkü edebiyatımız da halktan kopmuştur. Halkla bütünleşmedikleri sürece yazarlar çizerler isterlerse deha olsunlar, halk onları kusar gider. Örneğin, bugün en soyut yazar diye tanıdığımız, bence 20. yüzyılın en büyük yazarı Kafka'da bile yoğun yan, sosyal sorunlardır. Kafka, bürokrasiye karşı, adaletsizliğe karşı çok sert eleştiriler yapmıştır. Bütün Ssoyutlamalara karşın eleştiri serttir. Bugünkü edebiyatımız ise, dedim ya, halktan kopmuştur. Bu tutumu sürdürürse, yok olmaya mahkûmdur. 1000 tane bile satılmayacaktır kitapları.

“İnsanın, halkın güncel yaşam olmalıdır gazetecilik”

Özür dileyerek kendimden örnek vermek isterim. Ben güncel bir yazarım. ‘Demirciler Çarşısı Cinayeti’nde de bir anlamda gazeteciliğimi sürdürmüşümdür. Romanda, feodal düzenden kapitalizme geçişin sıkıntı ve sorunlarını ele aldım. Feodal düzenden kapitalizme geçişte, insan psikolojisi de değişiyor. Gelenekler gidiyor. En korkuncu da, doğanın sömürüsü daha da yoğunlaşıyor. Nasıl kapitalist düzenin insan sömürüsü feodal düzenden daha yoğunsa, doğa sömürüsü de feodal düzenden daha yoğundur. İşte, bütün dünyada olduğu gibi bizde de, en büyük, en güncel sorun bu. Ama ne yazık ki, basınımız bu gerçeği de tam olarak kavrayamadı.

İnsanoğlunun gazeteye de gereksinmesi vardır, unutmayalım. İnsanın, halkın güncel yaşam olmalıdır gazetecilik. Fakat çok yazık ki, gazeteciliğimiz çok renkli tekniğe dayanarak, bir hayal peşinde koşarak, baldır bacak resmi basarak, kof cinayet haberlerini şişirerek halkımıza tamamen yabancılaşmış bir basın olmuştur. Gazeteciliğimizin bence eksiği buradadır. Halkımızla bütünleştirememesindedir. Eğer gazeteciliğimiz halkla bütünleşen bilseydi, ona yönelebilseydi, yani magazin gazeteciliği yerine halkın gerçek yaşamı ile ilgilenseydi, bugünkü toplam tiraj belki 10 milyonu bulurdu.

“Aman, dedim; röportajları yayınlamazsanız bu kadar borcu size nasıl öderim?”

Bu konuda deneyimlerim de var. Örneğin, her röportajımla Cumhuriyet tiraj almıştır. Neydi o röportajlarımın konusu? Bak anlatayım: Hani, benim ‘Bebek’ hikayesini beğenip de Nadir Bey’le Cevat Fehmi Bey, “Sen asıl bize röportajlar yap” dediler ya, “Nereye gideyim” dedim onlara. “Diyarbakır’a git” dediler. Hatta Nadir Bey, “Diyarbakır'da benim Vefik Pirinççioğlu adında bir arkadaşım var, sana kolaylık gösterir” dedi, bir de kağıt yazdı verdi. Aşağıya, muhasebeye indim. Avans olarak bana 1500 lira vardılar. “Aman” dedim, Nadir Bey’e gittim. “Ben bu kadar çok parayı ne yapayım?” dedim. “Röportajlarımı şayet yayınlamazsanız, bu kadar büyük borcu sonra ben size nasıl öderim?” Nadir Bey, “Mesele değil o” dedi, “Bebek hikayesi fevkaladeydi, siz iyi bir yazarsınız. Şimdi doğru Doğan Nadi’ye gidin, ben onunla konuştum.” Doğan Nadi'ye gittim. İşte, Doğan Nadi ile ilk tanışmam böyledir.

Kemal Sadık Gökçeli, nasıl Yaşar Kemal oldu?

Doğan Nadi, bana büyük yakınlık gösterdi. “Ağabeyim sizden bahsetti”, dedi. “Yalnız, lütfen yazılarınızı bana gönderin. Adıma gönderin. Yazı işlerinde kaybolur maybolur. Ben verirsen, koyarlar” dedi. Hemen ertesi gün bindim trene. Üçüncü mevkiye. Ankara'da indim. Abidin Dino'ya gittim. Abidin Dino, “Aman ha” dedi, “Kemal Sadık Gökçeli adıyla olmaz Cumhuriyet’te. Yarın polis kulağından tutturur, attırır vallahi” dedi. Yani o ana kadar adım, daha Kemal Sadık Gökçeli. Gene Abidin Dino, “Yahu” dedi, “Sen Adana'da bir imzayla şiirler yazıyordun. Neydi o isim?” “Kemal Yaşar” dedim. “Hah işte” dedi. “Şunu tersine çevirelim, yani adın yaşar Kemal olsun.” Ya… İşte böyle adım Yaşar Kemal oldu o günden sonra. İsim babam Abidin Dino’dur diyebilirim. Birlikte bulmuştuk.

“Benim adım Yaşar Kemal; röportajlar gönderdim de, çıktı mı diye bakacaktım”

Bundan sonra, Diyarbakır'a gittim. Vefik Pirinççioğlu’nu bulamadım, ama hemen başladım röportajlara. Diyarbakır'da Park Otel diye bir otel vardı. Dördüncü Murat da, Bağdat seferine giderken orada kalmış. Naibin Konağı diyorlar. İnanılmaz güzellikte, dünya güzeli bir yapı. Sonra yıkıldı. İşte otelde bir oda kiraladım. Eskiden arzuhalcilik yapmışım ya, arzuhalci daktilom var. Daktiloyla yazıyorum. Üç sayfalık bir röportajı on günde yazıyorum tam. Yazıp yırtıyorum, yazıp yırtıyorum. Röportaj değil, birer şiir parçası oluyor. 10-15 kadar röportaj gönderdim oradan. Ama hep köylerde dolaştığım için, gazete görmüyorum. Tam bir ay sürdü bu. Hiç Cumhuriyet görmedim. Gönderdiğim röportajların yayınlanıp yayınlanmadığından bile haberim yok yani. Diyarbakır'dan trene binip Kurtalan’a gittim. Kurtalan’dan Tatvan’a geçtim. Tatvan’dan da Van’a vapurla geçiyorum. Vapurda bir baktım, bir yüzbaşı Cumhuriyet okuyor. Bir doktor yüzbaşı. “Merhaba yüzbaşım” dedim, yanına sokulup. “Merhaba” dedi, şaşkın şaşkın yüzüme bakıp. “Kaç günlük Cumhuriyet var yanınızda?” dedim. “Çok var” dedi, “Belki bir aylık. Ne yapacaksın?” Kem küm ettim. “Şey” dedim, “Benim adım Yaşar Kemal. Röportajlar gönderdim de. Çıktı mı, ona bakacaktım.” “Vay” dedi, “Siz misiniz o? Dehşet şeyler yazdınız. Müthiş şeyler yazdınız doğrusu.” Öyle heyecanlandı ki yüzbaşı. Hiç unutmam, adı, operatör Doktor Cavit Bey’dir. Ne yazık ki, bir daha görmedim onu. Soyadı da aklımda kalmamış. Gazeteleri karıştırarak onunla birlikte Van'a gittim. Gönderdiğim bütün röportajlar yayınlanmıştı ‘Anadolu Notları’ başlığı altında. Van yöresinde de röportajlar yaptım. 2.5-3 ay sonra döndüm İstanbul'a.

Hiç unutmam. Yanımda Noyan Yiğit vardı. Birlikte Cağaloğlu’na çıkıyoruz. Gazeteye ilk gideceğim, getirdiğim röportajları da vermeye. Yokuşta, Ercüment Ekrem'le Sedat Simavi'ye rastladık. Noyan beni onlarla tanıştırdı. “Yaşar Kemal” dedi. Ercüment Ekrem, birden heyecanla “Ooooo” dedi, “Üç tane yazı yazdım sizin için. Gerçekten fevkalade şeyler yazdınız. Yazılarımda bunu belirttim.” Sedat Simavi de tebrik etti beni, o röportajlarımdan dolayı. Yemeğe davet ettiler bizi. Birlikte bir lokantaya gittik. Başladılar bana sorular sormaya: Nereden geldim, nasıl geldim, kimim, neciyim, nasıl yazıyorum? İşte, o yemekten sonra gazeteye gittim. Doğru Doğan Nadi’nin yanına. Gülerek, “Artık” dedi, “röportajlarını kendin doğru yazı işlerine götür ver.”

“Röportajlarımı yayınlamazlarsa nasıl öderim diye düşündüğümden, verdikleri parayı harcamıyordum”

O günkü kılık kıyafetini hiç sorma. Üzerimde bir pantolon var, güya beyaz. Simsiyah olmuş. Röportajlarımı yayınlamazlarsa nasıl öderim diye düşündüğümden, verdikleri parayı harcamıyordum. Bu yüzden de kendime elbise filan alamamıştım. Kadirli’den nasıl gelmişsem, öyleyim. Gömleğim eski mi eski. Ayakkabım paramparça. Saç sakal birbirine karışmış. Doğan Bey beni tanıdığı için, yadırgamadı ama, yazı işlerine Cevat Bey'in yerine bakan Nazım Ulusoy, beni birden karşısında görünce, allak bullak oldu, korktu. “Evet, ne var?” dedi ters ters. “Yazı getirdim, efendim” dedim. Biz yazı neşretmiyoruz” dedi sert bir sesle. “Ama benimkini neşredeceksiniz efendim” dedim. “Mecbur muyuz yahu?” dedi. “Ama neşrediyorsunuz” dedim. “Neyi neşretmişiz?” dedi gene tersleyerek. “Anadolu Notlarını…” dedim saf saf. O zaman, “Aaaa” diye bağırarak ayağa kalktı. “Yahu” dedi, “Ben seni, sarışın, incecik, veremli gibi bir adam zannediyordum. Dağ gibi bir adam çıktı karşıma.” Yani, kısacası, röportajlarım daha çıkar çıkmaz büyük yankılar uyandırmıştı. Tiraj almıştı Cumhuriyet. Çünkü onlarla yeni bir röportaj anlayışı getirmiştim.

Bana kadar, bildiğim, Babıali'de çağdaş anlamda röportajlar yazmış bir kişi vardı: Naci Sadullah. Yalnız, onun röportaj anlayışı da tam bugünkü anlayış değil. Çünkü röportaj içinde uzun uzun söylev de çekiyordu. Ben, şunu da söylemeliyim, röportaj yazmaya başlamadan önce, gazetelerimizde çıkmış bütün röportajları yeni baştan okumuş incelemiştim. Cevat Fehmi'nin röportajları vardı. Nadir Nadi’nin Sovyetler Birliği, Rusya röportajları vardı. Hepsini okudum. Bence basınımızdaki ilk modern anlayıştaki röportajlar Cevat Fehmi ile Nadir Nadi’nin röportajlarıdır.

Kısacası, oyunlara kadar gazetelerimizde çıkan röportajlar kuruydu. Benimkiler ise, yarı hikaye biçiminde anlatılar. Daha doğrusu, politik yanı ağır basan anlatılar. Ayrıca, Anadolu’dan da yeni sesler getiriyorum. Yeni konular getiriyorum. Diyelim, kaçakçılık. Niçin kaçakçılık konusundaki bir röportaj gazeteye tiraj getiriyor? Çünkü, kaçakçılığın sosyal nedenlerini de işliyorum. İşte, belki de Türk basınında ilk kez böyle konuları, sosyal nedenlerini de deşerek yazan benim. Bu yüzden de halk, yazdıklarımla ilgileniyor. Dolayısıyla gazeteyle ilgileniyor. Nitekim, o yıllarda Sedat Simavi'den transfer teklifi bile almıştım. Cumhuriyet’ten ayda 90 lira alıyorum, Sedat Bey 1000 lira teklif ediyor. Fakat gitmedim. O zamanlar en büyük gazete Cumhuriyet’ti.

“Ben İstanbul’a yazıldığı gibi cahil gelmedim”

Yani, yazıldığı gibi ben İstanbul'a cahil gelmedim. Kendimi burada yazarak yetiştirmedim. Çünkü, gerçekten çok kültürlü dostlara sahiptim. Örneğin, Arif Dino, Abidin Dino. Onlar Batı basınını yakından izledikleri için, modern röportaj öğretiyorlardı bana. Diyelim, ile İlya Ehrenburg röportajlarını anlatıyorlardı. Pertev Naili Boratav’dan tut, Muvaffak Şeref’e kadar birçok kültürlü dostum vardı. Sabahattin Eyüboğlu, Bedri Rahmi Eyüboğlu… Bunlar o dönemin en kültürlü insanları. Sırf o amaçla, gitmiş, o zamanlar Halkevi Başkanı olan Kemal Satır’ yalvarmıştım, “Ne olur beni Ramazanoğlu Kütüphanesi’ne kapıcı tayin ettir, hademe ettir” diye. Birkaç yıl o kütüphanede kapıcılık, hademelik yaptım. Kütüphanede yatar kalkardım. Kitap okurdum sabahlara kadar. Balzac’ın bütün eserlerini, Zola’yı filan hep orada okudum. Orhan Kemal'le de orada tanışmıştık Adana Lisesi'nde görevli, ozan Şükrü Enis Regü bir gün yanında Orhan Kemal’le geldi. Beni tanıştırdı. Hapisten yeni çıkmıştı Orhan Kemal. ‘Goriot Baba’yı okumak istiyormuş. “Ama dışarı kitap verilmez” dedim. Orhan abi, evde okumak istiyordu. Israr etti. Müdüre gittik. Kefil oldum, müdür de izin verdi. Orhan Kemal kitabı aldı gitti. Onun arkadaşlığımız da böyle başladı. 1943-44'ler olsa gerek.

“Adana’da bayağı kültürlü bir ortamımız vardı”

Abidin Dino ile 1940-41’lerde tanışmıştım. Benim ‘Ağıtlar’ adlı derlemem, Adana Halkevi yayını olarak yeni çıkmıştı galiba. Yani, yıl  1943-44 olsa gerek. Onun kapağını da Abidin Dino yapmıştı. Bir de ‘Sıla’ diye bir şiir kitabı hazırlamıştım, onun kapağını da Abidin Dino hazırlamıştı, fakat yayınlanmadı o. Kısacası, Adana'da da baya kültürlü bir ortamımız vardı.

Hemen her gün beraber olur, konuşurduk, tartışırdık. Filmleri de kaçırmazdık. Ben, Kadirli'de çeltik tarlalarında su bekçiliği yaparken de, Adana’ya iyi bir film geldi mi, hemen haber salarlardı bana, bir şeye atlar gelirdim. ‘Good Earth-Sarı Esirler' filmini defalarca seyretmiştik, hiç unutmam. ‘Uzun Arap’ derdik, Paul Watson'ın filmleri gelirdi. Onları da hiç kaçırmazdık. Zaten topu topu üç gün oynardı filmler. Yani gerçekten bir kültür ortamımız vardı o yıllar Adana'da.

“‘Bebek’ hikayesini yazmışım, belirli bir birikime sahip olmadan yazılır mi o hikaye?”

Örneğin, bir arkadaşımız vardı: Hilmi Artan.17-18 yaşlarında çocuklardık daha, ama sabahtan akşama sosyalizm üzerine tartışırdık. Hilmi'nin bir eniştesi vardı: Şevket Usta. Almanya'da işçilik yapmış, sosyalizm öğrenmiş. 1927 grevinin liderlerinden biri. İşte bu Şevket Usta, bize ders verirdi. Öğretirdi. Yani, İstanbul'a geldiğimde, bayağı bir hazırlığa sahiptim. Çehov’a hayrandım. Balzac’ı, Stendhal’ı, öteki büyük yazarlar oldukça iyi tanıyordum. Düşünsene buraya gelmeden önce ‘Bebek’ hikayesini yazmışım. Belirli bir birikime sahip olmadan yazılır mi o hikaye? Gene 1947’de Abidin Dino’ya ‘Pis Hikaye’yi yazmış götürmüştüm. Daha Kadirli’de iken, ‘İnce Memed'in hazırlıklarına başlamıştım. 1949'larda da yazmaya başladım İnce Memed'i.

‘Anadolu Haberleri Servisi’ni Babıâli’de kuran adam

Gazetecilikte, röportaja getirdiğim yeni anlayışın dışında, bir başka önemli yenilik daha yaptım ben. Galiba 1956 veya 57’lerdeyi. İlk defa Cumhuriyet’te, ‘Anadolu Haberleri Servisi’ni kurdum. O yıllarda belki Hürriyet'in bazı büyük kentlerde muhabirleri vardı. Ama hem yetersizdi, hem de öteki gazetelerde böyle bir kavram bile yoktu. İşte, il il gezerek, Cumhuriyet için bütün Anadolu’yu örgütledim. Her ilde muhabirler buldum. Onlara nasıl haber yazılacağını anlattım teker teker. O güne kadar sadece cinayet haberleri önemsenirdi. Dedim ki, cinayetlerin dışında haberler vardır. Sosyal yaşamla ilgili haberleri istiyorum sizden.

“Basınımız, kendi yayınıyla yozlaştırdığı, şartladığı okurunun kölesi olmuyor mu?”

Kısacası, Cumhuriyet bu yeni haber anlayışıyla o dönemde yeni bir atılım yapmıştım. Ama tekniği zayıftı. Öteki gazeteler önemli bir teknik sıçrama yaptılar ama, tekniğin olanaklarını kötüye kullandılar. Boyalı basın haline döndüler. Habercilik anlayışı da kendiliğinden bozuldu. İşi baldır bacağa vurdular. Halkın yaşamına sırt çevirdiler. Hatta hatta İstanbul halkının yaşamına bile cevap veremez oldular. Halktan iyice koptular. Şimdi de, “Ne yapalım, halkımız çıplak kadın resmi istiyor, böyle büyük resimli, çok renkli gazete istiyor” diyorlar. Acaba, gerçekten böyle mi? Basınımız, kendi yayınıyla yozlaştırdığı, şartladığı okurunun kölesi durumuna düşmüş olmuyor mu böylece? Ama bence asıl şunu da unutmayalım k;, halk, her zaman kendi yaşamıyla ilgili, sorunlarıyla ilgili haberlere, röportajlara gereksinim duymaktadır. Bugün de onlara açtır. Basınımızsa, bütün bunlara sırt çevirdi. Ne düşüncede aydına cevap verebildi, ne de haberde, fotoğrafta halka…

“Dünyaya kendi aydınımızın değil, dış basının gözüyle bakıyoruz”

Diyelim, bütün umudunu spora bağladı. Eskiden maç sonuçları tek sütun olarak verilirdi. Şimdi bütün gazetelerimiz tam sayfa spor veriyor. Cumhuriyet bile, yıllarca direndilkten sonra spor sayfası yapmaya başladı. Yani, şunu söylemek istiyorum: Şayet gazetelerimiz sözünü ettiğim için de yayına devam etseler de, halkın sorunlarını, dertlerini ele alsalardı, sosyal durumuyla ilgilenselerdi, yazılarıyla, haberleriyle, röportajlarıyla romanlarıyla halkın yaşamına katkıda bulunsalardı, sanırım Türk basını bugünkü tiraj döngüsüne saplanıp kalmazdı. Bence bugün, toplam tiraj 9-10 milyonu bulurdu. Ayrıca unutmayalım ki, gazetelerimizin dünya ile de fazla bir ilgileri yok. Örneğin, yurtdışı büroları daha yeni yeni kurulmakta. Bileceksiniz, Almanya'daki işçilerimiz dolayısıyla, gazetelerimizin Almanya büroları açılmıştır. Oysa bütün büyük Batı gazetelerinin dünyanın dört bir köşesinde büroları vardır. Dolayısıyla da biz, dünyaya kendi aydınımızın gözüyle değil, onların gözleriyle onlara bakıyoruz, dış haberleri hep yabancı ajanslardan aldığımız için.

“Röportaj yazarın değil, gazetecinin işidir”

Hemen şunu da belirtmek isterim ki; basınımız edebiyatımızı dışladığı için bu tiraj kısır döngüsüne düşmüştür demiyorum. Çünkü, gazetecilik ve edebiyatçılık çok ayrı şeylerdir. Hiç benzemez. Ben, Cumhuriyet’te yazarlık yapmadım, gazetecilik yaptım. Röportaj da yazarın işi değil, gazetecinin işidir. Göğsümü gererek söyleyeyim ki, iyi bir gazeteciyimdir. İyi röportajlar yazdım. Ülkemizdeki toprak erozyonunu ilk kez ben basının gündemine getirdim. Orman sorununu ilk kez ben yazdım. Bu konuda önemli röportajlar yazdım ve bunlarla gazetem tiraj aldı.

Abdi İpekçi: Roman tefrikası gazeteye böylesine tiraj getirir mi?

Ama şunu da belirteyim ki, romanlarımla da gazetelerimiz tiraj almıştır. Biliyorsun, bütün romanlarım gazetelerde tefrika edilmiştir. ‘Orta Direk’ tefrika edilir mi? Ama tefrika edildiğinde Cumhuriyet’e tiraj aldırmıştır. Hemen her romanımın tefrikası, o gazeteye tiraj kazandırmıştır. ‘Deniz Küstü’ tefrika edilirken, Milliyet umulanın üstünde tiraj alınca, rahmetli Abdi İpekçi, “Yahu”, demişti, “Vallahi şaşırdım. Roman tefrikası, bir gazeteye böylesine tiraj getirir mi?” Ama biliyorsun, bizim basın hep Batı’yı taklit eder ya… Batı gazeteleri edebiyata, romana fazla yüz vermezler çünkü. Örneğin Le Monde roman yayınlamaz. Ama inanarak şunu söyleyeyim ki, bizim okur gazetesinde roman da istemektedir. Ayrıca ilginçtir, Batı gazeteleri de yavaş yavaş roman yayınlamaya başladılar.

“Basınımız her zaman halktan çok yöneticilerin sesi olmuştur”

Örneğin, gene Le Monde, son yıllarda yaz aylarında roman tefrika etmeye başladı. Çaresiz, yakın bir gelecekte bizde de romana yeniden dönülecektir. Bildiğimiz kadarıyla, romanın gazetelerden dışlanması Hürriyet’le başlamıştı. Oysa, ilk sayılarda Hürriyet’te de roman, hikaye vardı. Bilmem bilir misin, Hürriyet'in ilk sayısında, iç sayfalarda Orhan Kemal'in ‘Ayşe ile Fatma’ adlı bir hikayesi çıkmıştı. Orhan, bu hikayesini Yedigün dergisine göndermiş, Sedat Simavi de tutmuş,  bu hikayeyi Hürriyet'e yayınlamış. Ama sonraları Hürriyet imzasız gazete oldu. Gene Hürriyet’in ilk sayılarında Kemal Tahir’in de, ‘Bedri Eser’ imzasıyla bir romanı tefrika edilmişti. Ama bugün basınımız edebiyata da düşman. Tabii halkıyla bütünleşmiş edebiyata düşman. Niye basın düşman? Çünkü, basınımız bence her zaman halktan çok yöneticilerin sesi olmuştur da, onun için. Bence, Türkiye'de bugüne kadar bağımsız gazete, olmadı denecek kadar az olmuştur. Bütün göstermelik muhalefete rağmen, bağımsız olamamışlardır. Bağımsızlık ne demek? İşçisi ile patron arasında, çalışan ve çalıştıran arasında bağımsızlık, tarafsızlık demek. Hangi Türk gazetesi şimdiye kadar böylesi bir bağımsız tutumu izleyebilmiştir?

“Onlarınki sümüklü aşk romanlarıydı, bizse çatır çatır gerçeklerle geldik”

Unutmayalım, basınımız çoğunlukla, hep yöneticilerin, yöneten egemen sınıfların yanında olmuştur. Diyelim, gazetelerimizin, bugün hemen hepsi ekonomi sayfası yapıyor. Ama nasıl bir ekonomi sayfası? Yöneticilerin ve işverenlerin görüşlerine daha çok yer veren. Öte yandan, milyonlarca işçi var. O sayfalara hangi işçi sorunları yansımış?  Hangi köylü sorunu yansımış? Taban fiyatları yayınlamaktan öte bir şey yok. Anımsayacaksın, bir zamanlar da, halk Kerime Nadir, Refik Halit, Esat Mahmut romanı istiyor diyorlardı, Orhan Kemal'in, benim romanlarımı basmamak için. Oysa, Orhan'ın, benim, Sait’in (Faik) romanlarımız hangi gazetede daha sonraları tefrika edilmişse tiraj kazandırmıştır o gazeteye. Çünkü biz, ötekiler gibi hayal peşinde koşmuyorduk. Halkın gereksinimleri ile ilgiliydik. Onlarınki sümüklü aşk romanlarıydı. Biz ise, çatır çatır gerçeklerle geldik. Gerçekçi romanlar yazdık. Bizden sonra gelen genç romancılarıyla, edebiyatımız taş gibi gerçekçi romanlar vardı. Bugün artık magazin romancı kalmadı. Niye? Niyesi, biz halkımızın gereksinimlerine cevap verdik de onun için.

“20. yüzyılda Türk edebiyatının maruz kaldığı koşullara maruz kalmış dünyada başka bir edebiyatçı grup yoktur”

İşte, gerçekçi edebiyatımız ortada. Kitaplarımızı okullara sokmadılar. Kuşağımın bütün yazarları, Türkiye'ye lanetlenmiş insanlar olarak tanıtılmaya çalışıldı. Devlet desteği görmek şöyle dursun köstek gördük, düşmanlık gördük. Hapishaneler, zulümler, kitap yasaklamaları, toplatmaları… 20. yüzyılda Türk edebiyatının maruz kaldığı koşullara maruz kalmış dünyada başka bir edebiyatçı grup yoktur. Güney Amerika ülkelerinde bile yok. Düşünsene Marques Nobel aldığı zaman, ülkesinde kendisini cumhurbaşkanı karşılıyor. Sanmam ki bizde de böyle bir şey olsun. Bir yazarımız Nobel alsa, vallahi, değil cumhurbaşkanı, kapıcısı bile karşılamaz. Oysa bu ülkenin gerçekten büyük bir edebiyatı var. Ama, hakkında dava açılmamış, kitabı kovuşturmaya uğramamış, toplatılmamış hemen hemen hiçbir yazarımız yok. Bütün yöneticilerimiz edebiyata kitaba düşman.

“İnce Memed'in ikinci cildi Hürriyet’te tefrika edilince, Hürriyet tiraj aldı”

Halk niye ilgilensin bu tür gazetelerle Allah aşkına? Gazetelerimiz halkın istediği hiçbir şey varmıyor ki… Öte yandan Bedii Faik iyi anımsayacaktır. Vaktiyle Dünya gazetesi, Orhan Kemal'in ‘Vukuat Var’ını, ‘Hanımın Çiftliğini’ tefrika ettiğinde tiraj almıştır. 50’li yıllarda Hürriyet gazetesi Refik Alet’in ‘Nilgün’ dizisiyle büyük tirajlar almıştır. İnce Memed'in ikinci cildi Hürriyet’te tefrika edilince, Hürriyet tiraj aldı. Yıllar sonra İnce Memed'in birinci cildi yeniden tefrika edildi Hürriyet’te, gazete tiraj aldı. Demek ki, gazetecilerimizin dışladıkları Türk edebiyatı, Türk yazarları da tiraj getiriyor. Getirebiliyor. Yani, bence gazetecilerimiz böylesine magazin dergileri haline dönüşmeyi seçeceklerine, edebiyatımızda ilgilenselerdi, durumları daha iyi olurdu. Farklı olurdu. Magazinleşmeye verdikleri emeğin, olanın yüzde onunu modern Türk edebiyatında verseler, ayırsalardı, halkımızla bugün daha çok bütünleşirlerdi.

Cumhuriyet Yazı İşleri Müdürü’nden İstanbul Savcısı’na: Edebiyattan sen mi anlarsın, ben mi?

Ama şunu da söylemeliyim: Gazetelerimizin edebiyatı, romanı dışlamalarını bir nedeni de yöneticilerimizin her zaman edebiyatımızı kendine düşman görmeleridir. Örneğin, şayet Cevat Fehmi, o yıllarda Cumhuriyet’in başında olmasaydı, benim İnce Memed tefrika edilemezdi. Çünkü, tefrika başlar başlamaz, zamanın ünlü İstanbul Savcısı Hicabi Dinç telefonu açmış, “Tefrikayı daha keseceksin” demiş. İyi anımsarım. Cevat Fehmi, Hicabi Dinçer’e “Edebiyattan sen mi iyi anlarsın, ben mi?” diye bar bar bağırıyordu telefonda. Yani, Cevat Bey dayattı da, roman yayınlanabildi. Ama çaresiz kalıp, bazı bölümleri sansür de ettiler. Yıl 1955-56’lar. Roman kitap halinde yayınlanırken, sansür edilen o bölümleri, tabii ki ekledik. O yıllarda yöneticiler kitapla gazete kadar ilgilenmezmiş demek ki, kimse farkına varmadı. Veya sansür edilen bölümler, demek ne kadar masum şeylermiş ki…

“Bir ülkede kitap, gazete okumak kahramanlık olmuşsa…”

Unutmayalım. Türkiye'de topu topu anca birkaç yıllık özgürlük dönemleri yaşanmıştır. Kitaplar okullara sokulmazsa, hatta kelepçelenirse, yargıç karşısına çıkarılırsa, insanlar niçin o suç unsurlarını alsınlar? Hiçbir halk kahraman değildir. Halkların da kahraman oldukları zamanlar vardır kuşkusuz. Durumlar vardır. Ama genellikle halklar durgun sular gibidir. Taştığı zaman belli olur. Onun için bir ülkede kitap, gazete okumak kahramanlık olmuşsa tirajları da bu kadar az olur. Doğrusu, bu yasak kitap kavramının yaygınlaştırılması yüzünden, ülkemiz gerek gazetecilik, gerek yayıncılık açısından çok utanç verici bir durumdadır. Yürekler acısı bir durumdadır. Bunca kitap toplanıyor, yasaklanıyor, sanat eserleri yakılıyor, basınımızın kılı bile kıpırdamıyor. Kısacası, eller gider Mersin'e bir gün biz gideriz tersine. Türk gazeteciliği böyle giderse, bu vurdumduymazlık da direnirse renkli kalmaya mahkûmdur ve 2.500.000 tiraja tıkanır kalır. Loteryası falan da para etmez. Çağdışı olur.