Yasemin Çongar: Bırakın Öcalan konuşsun

Yasemin Çongar: Bırakın Öcalan konuşsun

T24 - Yasemin Çongar'ın "Bırakın Öcalan konuşsun" ( 23 Eylül 2011) tarihli yazısı şöyle:PKK’nın “Biz yapmadık” dediği Ankara saldırısının sorumluluğunu, PKK’yla organik bağı olan Kürdistan Özgürlük Şahinleri (TAK) dün gayet tehditkâr bir açıklamayla üstlendi. “Bu tarz eylemlerin artık startı verilmiştir. Her yer eylem sahası, her yer hedeftir” sözleri, PKK’nın yaşadığı sıkışmayı fark edenler için sürpriz olmadı.

Türkiye, etnik ayrımcılığa dayalı anayasal dilini ve sistemini değiştirmeye tarihinde ilk kez bu kadar yakın. Kürt kimliğini ve haklarını tanıyarak, Türk-Kürt eşitliğini sağlama iradesinin geniş bir toplumsal mutabakatla ortaya konması belki de ilk kez bu denli mümkün görünüyor. Hal böyleyken, örgütün her şeyi bir yana bırakıp “Ben ne olacağım” derdine düştüğü izlenimi veren dağdaki liderliği ile BDP’nin “ovadaki” lidersizliğinin bileşkesindeki anadamar Kürt hareketi, giderek içinden çıktığı toplumun temel taleplerini hayata geçirmek için mücadele işlevinden feragat etmiş âtıl bir güruha dönüşüyor. Bugün BDP, siyaset denkleminin kendi kendini etkisizleştirmiş bir elemanı. Kürt hareketi, bunca yıldır mücadelesini verdiği köklü dönüşümün bırakın aktörü olmayı, seyircisi, hatta engelleyicisi durumuna düşmek üzere. Nereden baksanız, “ev yapımı” bir varoluşsal kriz hali bu. Türkiye’nin şehirlerini kana bulamayı daha önce de deneyen, bunu yaparken Türkiye Kürtlerinin eşitlik mücadelesinin üzerinde katran karası bir leke bırakan TAK’ın esbâb-ı mucibesi tam da bu zaten; böyle kriz hallerinde “acil terör hizmeti” vermek.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Ankara eylemi için “PKK’nın intiharıdır” dedi: “Örgütün son politikaları akıl yoksunu ve akrebin kendi kendisini sokması gibi. Bunlar ne Kürt meselesi ne de Doğu Anadolu’daki vatandaşın hak ve hukukuyla ilgili.” Gül haklı. Örgütün kararlılıkla tırmandırdığı kör şiddet, aynı zamanda bir kendi kendini yok etme dinamiğidir. Zira son iki aydır, Silvan’da on üç askerin yakılmasından Siirt’te dört kadının katledilmesine varan saldırılar, PKK’nın ihtiyacı olan hayat nefesini sağlamıyor; tam tersine Kürt meselesinde, devletin durduğu zeminin meşruiyetini pekiştirip, örgütün konumunu gayrımeşrulaştırmaya hizmet ediyor.

Oysa, kamuoyuna yansıyan PKK-MİT görüşme metninin ortaya koyduğu üzere, sadece Kürt kimliğinin ve taleplerinin değil, bu kimliğin ve taleplerin taşıyıcısı olmuş hareketin de devlet nezdinde artık meşru görüldüğü bir aşamaya varmıştık. PKK’nın MİT’le masaya oturması, o masada “sahici” görüşmeler yapabilmesi; öte yandan devletle Abdullah Öcalan arasındaki müzakerelerde, üç somut adım içeren bir protokolün hazırlanabilmesi hep bu “meşruiyet” kabulüyle mümkün oldu. O görüşmede, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın gayet sarih bir üslupla ortaya koyduğu üzere, devletin örgütle konuşmasını mümkün ve meşru kılan şey “eylemsizlik”ti. Nitekim Fidan, doğrudan Başbakan’a atıfla, eylemsizliği “bir zaman kazanma parametresi değil, varolan konuşmaların sağlayıcısı” olarak gördüklerini söylerken, eylemsizliğin meşrulaştırıcı işlevinin Kürt hareketinin geleceği açısından nasıl bir sonuç verebileceğini de öngörmüş: “Ben demokratik mücadele içine girip de dünyada sonucuna ulaşmamış hiçbir hareket görmedim… Meşru bir hareketin bir engelle karşılaşacağını sanmıyorum.”

Durum şöyle özetlenebilir: Otuz yıldır savaştığı örgütün, bugün artık eylemsizlik ve ardından silahsızlanma koşuluyla demokratik mücadeleye dahil olmasına iknâ olmuş bir devletle karşı karşıyayız. Buna mukabil örgüt, son iki aylık performansı itibariyle, bırakın demokratik mücadeleye ve diyalog zeminine sahip çıkmayı, kendi tabanı nezdindeki meşruiyetini bile sorgulatacak türden bir şiddete yönelmiş görünüyor.

Örgütün bu tercihinin öfke ve hayalkırıklığı yarattığı kesimlerde, “Savaş mı istiyorsunuz, o zaman savaşırız” diyenler var. Başbakan Erdoğan’dan kimi Taraf yazarlarına kadar birbirinden çok farklı birçok aktör bugün bunu söyleyebiliyor. Zira PKK’nın şiddeti tırmandırması, devletin buna şiddetle karşılık vermesini “meşru” kılıyor; sınırötesindeki PKK hedeflerinin havadan bombalanması, hatta bir kara harekâtı için “gayrımeşrudur” diyebilecek kimse yok yeryüzünde.

Ancak nasıl “yasal” olan her şey “meşru” değilse, “meşru” olan her şey de makbul ve mantıklı değildir. Mesela, bugünlerde artarak süren KCK tutuklamaları, mevcut düzenlemeler çerçevesinde tamamen yasal ancak meşruiyeti kuşkulu, işlevi itibariyle de mantıksız bir uygulama. Türkiye’nin PKK’ya karşı topyekûn bir askerî harekâta girişmesi ise, hem yasal hem meşru bir tercih olsa bile, Kürt toplumunda yaratacağı etki itibariyle “makbul,” muhtemel sonuçları açısından da “mantıklı” bir karar olmayacaktır. Üstelik, şiddet öyle bir sarmaldır ki, “meşru” kuvvet kullanımına girişenler bile, kendilerini hızla “gayrımeşru” bir zemine kaymış bulabilirler.

Peki ne yapacağız?

Hükümet üyesi Hayati Yazıcı dün Sabah’tan Okan Müderrisoğlu’na yaptığı açıklamalarda, bir yandan Ankara’daki hayalkırıklığını teyit ederek, “Devlet olarak, ‘Bunu yapınca anlamıyorsunuz, şunu yapınca yine anlamıyorsunuz, o zaman meselenin yeniden kaynağına inmek lazım’ aşamasına geliyorsunuz” diyor, şiddete şiddetle karşılık verileceğini ima ediyordu. Ama bir yandan da, demokratik adımların devamı konusunda taahhüt altına giren Yazıcı, benim çok önemli bulduğum bir vurguyla, “Ve bu sırada konuşma zemininden uzaklaşılmamaya çalışılacak” diyordu.

Şimdi, en kanlı maskesi olan TAK’ı yüzüne geçirmiş haliyle şehirlerdeki sivil insanları tehdit eden PKK ile “konuşma zemininde” kalmak mümkün görünmüyor. Ancak devlet, iki aydır fiilen sesi kısılmış olan Abdullah Öcalan’a yeniden konuşma zemini sağlayabilir, sağlamalıdır. PKK liderinin bir mahpus olarak sahip olduğu görüşme hakkının “gayrımeşru” ihlaline son vermek devletin görevidir; bu aynı zamanda, hem Kürt toplumuna yönelik olumlu bir mesaj hem de Öcalan’a, çok önemsediğini söylediği müzakerelerin meşru zeminine dönüşün yolunu açmak için sunulmuş bir fırsat olacaktır. Öcalan bu fırsatı nasıl kullanır bilmiyorum ama bence devlet ona bu şansı tanımalı. Hem de hemen.