(Taraf - 17 Mart 2012)
Yatağını yapan birer nehir gibi yaşıyoruz hepimiz. Su gibi.
William James bundan bir asır önce Psikolojinin Prensipleri’nde, “Su” demişti, “toprağı oyarak bir kanal açar kendine, giderek büyüyen, derinleşen bir kanal; ve sonra, bir süre kurusa bile, yeniden akmaya başladığında, kendi açtığı o yoldan geçecektir yine.” James, alışkanlıklarımızdan söz ediyordu.
Denemekle tekrarlamak arasında tekrarı, düşünmekle alışmak arasında alışkanlığı, istisnayla kural arasında kuralı, kaçamak aşkla düzenli ilişki arasında ilişkiyi seçen bir beynimiz var bizim. Bu sayede daha az yıpranıyor zihnimiz. Bu sayede küçülmeye başladı insan kafatası. Bu sayede bizi öngörmek, bu sayede bizi yönlendirip yönetmek o kadar da zor değil. Ve sanırım bu sayede, biraz daha sıradan, biraz daha sürüdeniz hepimiz; biraz daha yavanız. Bir tür enerji tasarrufu belirliyor bu halimizi; beynimiz voltajı düşürürken hayatımız uzuyor, biz eksiliyoruz.
Kebapçıları kaldırdık, ölümler azaldı
Meseleye tam tersinden bakan bir kitap okuyorum şimdi; kurtuluşumuzu, beynimizin tasarruf etmesinde gören bir kitap. Alışabilmemizi sağlıklı yaşamanın şartı saymakla kalmayıp, her türlü değişimin anahtarını da alışkanlıklarımızda bulan, muhafazakâr bir tezle yola çıkmış gibi görünse de, hâlihazırdaki işleyişi kavramadıkça, değişmenin de değiştirmenin de mümkün olmadığını hatırlattığı için aslında devrimci bir kitap.
The New York Times’ın 1974 doğumlu iş dünyası muhabiri Charles Duhigg, kuşağının en başarılı gazetecilerinden sayılıyor; ABD’de iki hafta önce piyasaya çıkan kitabı da bunun sebebini eleveriyor bence. Tüketimle üretimi, üretimle teknolojiyi, teknolojiyle siyaseti, siyasetle sosyolojiyi, sosyolojiyle kültürü, kültürle psikolojiyi ve son tahlilde de psikolojiyle biyolojiyi birarada düşünebiliyor Duhigg;The Power of Habit: Why Do We Do What We Do in Life and Business (Alışkanlığın Gücü: Hayatta ve İşte Yaptığımız Şeyleri Niye Yaparız) bu alanları bir bütün olarak kucaklarken, laboratuvar fareleri üzerindeki nörolojik deneylerden toplumları dönüştüren kritik olaylara, başarılı reklam stratejilerinden şirketleri ihya eden personel politikalarına kadar birçok farklı süreci inceliyor ve sonunda kendimizle ilgili temel bir sır veriyor bize.
“Alışkanlıkların bilimi” dediği şeyle ilgilenmeye, sekiz yıl önce savaşı izlemek üzere gittiği Irak’ta başlamış Duhigg. Bağdat’ın güneyinde küçük bir şehir olan Kûfe’de, Amerikan Kara Kuvvetleri’nden bir binbaşının geliştirdiği “toplumsal alışkanlık değiştirme programı”na tanık olmuş. Araçları yakarak, çevreye ateş açarak, bazen de kalabalığın ortasına bir intihar saldırganının dalmasıyla gerçekleştirilen şiddet eylemlerinin videolarını inceleyen binbaşı sonunda çareyi, tekerlekli arabalarında kebap pişiren seyyar satıcıları şehir meydanına sokmamasını Kûfe Belediye Başkanı’ndan istemekte bulmuş: “Görüntüler, her eylemden saatler önce Iraklıların meydanda toplanmaya başladıklarını, kalabalığın giderek büyüdüğünü, çok geçmeden seyyar kebapçıların ve meraklı izleyicilerin de geldiğini, insanların karınlarını doyurarak bekleştiklerini gösteriyordu. Sonra biri bir taş ya da şişe atıyor, ortalık cehennem yerine dönüyordu… O gün Mescid-el Kûfe’nin önündeki meydanda yine insanlar toplanmaya başladı. Bütün öğleden sonra kalabalık giderek arttı. Öfkeli sloganlar atan bir grup vardı. Irak polisi, yakındaki Amerikan üssüne telsizle haber verip, askerlerin hazır beklemesini istedi. Hava kararırken kalabalık huzursuzlandı. Acıkan herkes, seyyar kebapçıları aradı. Nafile! Sonra gidip yemek yemek için yavaş yavaş terkettiler meydanı. İzleyiciler dağıldıkça, sloganlar da cılızlaştı. Saat sekizde meydan bomboştu.” Seyyar kebapçıları uzaklaştırarak Kûfe’deki ölüm bilançosunu değiştirmesini bu sözlerle anlatan binbaşının,“Orduda öğrendiğim en önemli şey, her şeyin alışkanlıklardan ibaret olduğunu anlamaktı” demesinden etkilenen Duhigg, Irak dönüşünde “Alışkanlık nedir” sorusuna bilimsel bir cevap aramaya başlıyor;The Power of Habit işte o arayışın hikâyesi.
Alışkanlığın halkası: İşaret, rutin, ödül
Başka başka hayatların başka başka dertleriyle derinleşen bir hikâye bu. İlkin Lisa Allen’la tanışıyoruz: Amerikan Ulusal Sağlık Enstitüsü’nde (NIH), nörologlar, psikologlar, genetikçiler tarafından inceleme altında tutuluyor genç kadın. On altı yaşından itibaren sigara ve içki içmiş, kendini bildi bileli obezitenin kıyısında durmuş, hiçbir işte bir yıldan fazla kalmamış, borçları her zaman boyunu aşmış ve otuz dört yaşındayken, kocası başka bir kadına kapılınca evliliği bitivermiş. Ama Duhigg’in anlattığı haliyle, beynindeki elektrik devrelerinin NIH tarafından sürekli takibine izin veren Lisa’nın böyle bir geçmişi olduğuna inanmak güç. Karşımızda, kocasının âşığının evini yakmakla intihar etmek arasında gidip gelirken, bir yandan da deli gibi yiyip içerek avunmaya çalışmasını artık “bir başkasının kâbusu” gibi hatırlayan, dört yıldır sigara içmemiş, her gün koşan, bir maraton tamamlamış, üniversiteye dönüp mastırını bitirmiş, iyi bir işte çalışan, borçlarını ödemiş, sevgilisiyle mutlu bir kadın var. NIH’deki araştırmacılara göre, Lisa’nın değişimi tek bir kararla başlamış; o bunalımlı günlerde kendisinden kurtulmak için Mısır’a, piramitleri görmeye gitmiş, orada her şeyi bırakıp, çölde aylar sürecek bir gezi yapmaya niyetlenmiş, bunu yapabilmek içinse uzun mesafeleri yürüyerek katetmesi, yürüyebilmek için de sigarayı bırakması şartmış. Bırakmış. Spor, sağlık, iş, eğitim ve özgüven hepsi bu kararı takip ediyor. Lisa’nın beynini izleyen araştırmacılar, sigara kokusu aldığında onun hâlâ eski tepkilerini verdiğini görüyorlar oysa; “nörolojik aşerme” denen arzulama reaksiyonu yine aynen oluşuyor beyinde ama artık başka bir reaksiyon takip edieyor bunu. Sigara yakmayı“otomatik” olmaktan çıkaran alternatif bir alışkanlık bu; ne zaman aklı sigaraya, içkiye ya da aşırı kalorili bir yiyeceğe gitse “Ben bir koşucuyum” diyor Lisa kendine ve koşma alışkanlığıyla ilgili yeni bir “işaret-rutin-ödül” halkası devreye giriyor. İnanması güç bir hikâye, üstelik de “mucize diyetin sırrı” veya “dumansız hava sahası” misali slogansı bir iticilik taşıyor; biliyorum. Ama Lisa örneği Duhigg’e, alışkanlıklarla ilgili birkaç temel özelliği en baştan okura sunan bir girizgâh fırsatı veriyor: “Bireylerin, şirketlerin, hatta toplumların değişimi, ‘kilittaşı’ denen tek bir alışkanlığın değişmesiyle başlıyor genellikle. Ama biz bir alışkanlığı terketsek bile, beynimiz onu terketmiyor. Aslında beynimiz hiçbir alışkanlığı terketmiyor. Geri dönüşü önlemenin tek yolu, bizi harekete geçiren belli bir işareti ve sonunda belli bir ödülü olan başka bir rutin, yani başka bir alışkanlık edinmek.”
Apayrı iki yetenek: Alışmak ve hatırlamak
Beynimizi kat kat hücrelerden oluşan bir soğan gibi düşünürsek, en dıştaki katmanın, evrim perspektifinden bakınca en son oluşan katman olduğunu söylüyor bilimciler. Bir buluş yaparken ya da bir şakaya gülerken işbaşında olan, en karmaşık düşüncelerin oluştuğu yer burası. Daha derinde beyin kökü dediğimiz kısımda, nispeten ilkel bir yapı var; nefes almak gibi, yutkunmak gibi otomatik davranışlarımızı ve mesela biri bizi korkuttuğunda yerimizden sıçramak gibi tepkilerimizi burası yönetiyor. Beynimizin ortasında, “soğanın cücüğü” diyebileceğimiz yerde ise balıkların, sürüngenlerin ve memeli hayvanların kafasındakine çok benzer bir lop et parçası var ki, buna da“bazal ganglion” deniyor. Nörologların neye yaradığını yıllarca anlayamadıkları bu bölgenin“alışkanlıkların merkez karargâhı” olduğunu, ABD’deki Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (MIT) bünyesinde 1990’lardan itibaren yapılan deneyler sayesinde bugün artık biliyoruz. “Bazal ganglion”bölgesi tahrip olmuş farelerin bir labirentte yol bulma yeteneğini yitirdiğini ortaya koyan bir deney, sağlıklı farelerin ise “işaret” (zil sesi), “rutin” (labirentte koşu), “ödül” (peynir) halkasını başarıyla tamamladıklarını ve bunu birçok kez yaptıktan sonra, beyinlerindeki aktivitenin miktarının da değişim gösterdiğini kanıtlamış. İlk başta beynin çeşitli bölgelerinde aktivite varken, bu halkayı tamamlamak fareler için bir “alışkanlık” haline geldikten sonra, bu aktivite giderek azalıyor ve sonunda sadece“bazal ganglion” bölgesinde elektriklenme ölçülüyor. Bu elektriğin zamanlaması da yine alışkanlığın yerleşmesine paralel olarak değişiyor. Önceleri, farenin peyniri bulmaktan duyduğu memnuniyeti yansıtır şekilde halkanın sonunda yükselen bir elektriklenme var, ancak ileri bir aşamada, halka artık iyice otomatikleştiğinde, daha labirente girdiği anda peyniri yiyeceğini düşünmeye başlıyor fare ve beyninde peşin bir “nörolojik aşerme” reaksiyonu oluşuyor.
Esasen, alışkanlığın bugün kabul gören bilimsel tanımını da MIT’teki farelere borçluyuz. Hepimizin ilk aşamada bilinçli olarak yaptığı, bir süre sonra ise bilinçsizleşen ve artık hiç düşünmeden, beynimizi mümkün olan en tasarruflu biçimde kullanarak yapmaya devam ettiğimiz davranışların adı “alışkanlık”: Bazen hiç farketmeden bir sigara yakıyoruz; ilk başlarda park yerinden çıkarırken pür dikkat kesildiğimiz arabamızı, artık kafamızda bambaşka düşünceler varken geri vitese alıp, gaz pedalına basıyoruz; dişlerimizi her sabah mutlaka duştan sonra ve hep aynı yöne doğru fırçalıyoruz. Duhigg bütün bu hallerimizi, “Bir şey alışkanlık halini aldığı andan itibaren, beyin karar alma sürecinden çekiliyor” diye özetliyor.
Alışmak, hatırlamaktan da, ezberlemekten de farklı bir fonksiyon. 1993’te, yetmiş yaşında ve gayet sağlıklı bir adamken “uçuk virüsü” diye de bilinen “herpes simpleks”in beynine yerleşmesi sonucu, vahim bir beyinzarı iltihabıyla komaya giren, aylar sonra kendine geldiğinde, yakın hafızasını tümüyle kaybetmiş olan Eugene Pauly adlı Amerikalı hasta sayesinde tıp literatürüne geçtiği için artık biliyoruz ki, “hafıza” ve “alışkanlık,” beyinde tamamen ayrı merkezler tarafından yönetiliyor. Hafıza ve hafızaya dayalı ezber yüksek enerji ve ihtimam gerektiren bir zanaat; alışkanlık ise, başta dediğim gibi düşük voltajla çalışıyor.
Pauly’nin “hayata dönüş” hikâyesi, kahvaltısını yaptıktan beş dakika sonra yine kahvaltı yapabilecek, son kırk yıl içinde başına gelen hiçbirşeyi hatırlamayacak, sadece çocuklarının adlarını değil, çocukları olduğunu da her gün yeniden unutacak kadar beyni tahrip olmuş bir adamın, “bazal ganglion”bölgesinin hastalıktan zarar görmemesi sonucu, hekimlerle çalışarak, karnı acıkınca fıstık kavanozunu bulmak gibi basit alışkanlıkları yeniden edinebilmesini anlatıyor. Duhigg’in satırlarında Pauly’yi izlerken, “pek düşünmeden ve hiç hatırlamadan doğru davranabilmenin” mümkün olması çok şaşırtıyor sizi. Sonra, günlük aktivitemizin yüzde yetmişten fazlasının tam da bu tür “otomatik”davranışlardan oluştuğunu öğreniyoruz.
Ağzımızdaki ferahlık ve eşit yurttaşlık
Duhigg’in bireylerin, kurumların ve toplumların hayatında alışkanlığın rolünü ayrı ayrı incelediği bölümlerin ana fikrini, “Bir alışkanlığın yapısını anlarsanız ondan vazgeçebilir ya da hiç yoktan yeni bir alışkanlık yaratabilirsiniz ve eğer ‘kilittaşı’ niteliğinde bir alışkanlıksa bu, onunla oynayarak bütün bir düzeni değiştirebilirsiniz” diye özetleyebilirim. Bu fikri destekleyen onlarca örnek var kitapta. Bugün kullandığımız şu nane kokulu, ağzımızda hem ferahlık hem de gıdıklanma hissi bırakan diş macunları mesela; bunların ilk ortaya çıkışını ve sonuçta diş fırçalamanın küresel bir alışkanlık haline gelmesini, 1900’lerin başında ABD’de uygulanan başarılı bir reklam stratejisine “borçlu” olduğumuzu anlatıyor Duhigg. Pepsodent marka diş macunu, Claude C. Hopkins adlı reklamcının zekice oyunuyla piyasaya sürülmeden önce, Amerikalıların (ve tabii diğer dünyalıların) dişlerini düzenli olarak fırçalamadıklarını, ağızlarını daha ziyade gargara ve kürdanla temizlediklerini yazıyor Duhigg. Hopkins, sağlığı güzellikle, diş temizliğini beyaz bir tebessümle birleştiren kampanyasında, o güne dek hiç bilinmeyen ve adını kendi koyduğu bir şey olan “diş filmi”nden söz ediyor; “Dilinizi dişlerinize dokundurun, kayganlığı önleyen ince bir tabaka hissedeceksiniz, onun adı diş filmidir, ondan kurtulun!” Böylece, halkanın başındaki “işaret” bulunuyor. Pepsodent’in yapısındaki ağız dokusunu tahriş eden kimyasalları ise, yine Hopkins“ferahlığın gıdıklaması bu” diye dâhice pazarlıyor. On yıl sonra, her Amerikan evinde bir diş macunu var, dişleri üzerlerindeki “filmden” kurtulacak şekilde fırçalamak bir alışkanlığa dönüşüyor ve Amerikalılar diş macunlarının illâ ki ağızlarını gıdıklamasını istiyorlar artık; Hopkins de tabii milyarder oluyor.
Benzer bir “alışkanlık yaratma” başarısını, Starbucks zincirinin neredeyse evrensel bir kelâma dönüştürdüğü “grande latte macchiato” nevî siparişler verip, karton kutularda pahalı kahve içmenin rutinleşmesinde de görmek mümkün. Duhigg ise, Starbucks’ın personeline uyguladığı çok özel eğitim programını öne çıkararak, hizmet alışkanlığını değiştirmenin kurumsal performans açısından ne kadar önemli olduğunu hatırlatıyor.
Kitabın en çarpıcı bölümlerinden biri, 1 Aralık 1955’te ABD’nin Montgomery şehrindeki bir otobüste, siyahî bir kadının beyaz bir yolcuya yer vermeyi reddetmesiyle başlıyor. Rosa Parks’ın bu anlık itirazının, Amerikan Yurttaşlık Hakları Mücadelesi’ni şahlandıran eylem olarak tarihe geçtiğini biliyoruz. Ama Duhigg, Parks’ın itirazını ve onu izleyen Montgomery Otobüs Boykotu’nu tamamen“alışkanlık” penceresinden anlatıyor. Parks, bireysel direnişin gücünü göstermekten öte bir şey yaptı Duhigg’e göre, toplumsal bir alışkanlığın pekâlâ değişebileceğini akıllara düşürdü: “Onlarca, yüzlerce insanın hiç düşünmeden her gün otomatik olarak tekrarladığı toplumsal davranışlarda, ilk anda farketmesi zor olan ama aslında dünyayı değiştirmeye muktedir bir güç gizlidir.” Diyelim ki “emir-itaat-huzur” diye ilerleyen teslimiyetçi bir alışkanlık halkası yerini,“emir-isyan-onur” diye kurulacak direnişçi bir halkaya bıraktığında değişimin çarkı da dönmektedir zira. Duhigg üç aşamalı bir süreç olarak anlatıyor bunu: “Bir hareket, birbirine yakın insanlar arasındaki arkadaşlık alışkanlığı ve kuvvetli bağlar sayesinde başlar. Toplumsal alışkanlıklar ve mahallelerle klanları birarada tutan zayıf bağlar sayesinde büyür. Ve hareketin liderleri, katılımcılara taze bir kimlik duygusu ile sahiplik hissi veren yeni alışkanlıklar kazandırdıkları için de ayakta kalır.” Hakiki değişim, toplumun kendine içinden akacağı yeni bir yatak yapmasıyla mümkün velhâsıl. Yeni düzen arayışının, meşakkatli bir “düşünce”olmaktan çıkıp, toplumun aklına fazla enerji harcatmayacak tasarruflu bir “alışkanlık” haline gelmesi gerekiyor.