T24 - Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Yardımcısı Yasemin Çongar'ın Ex Libris/Dünya bunları okuyyor köşesinde "Hakiki dehşetlerin peşinde bir dua kitabı" başlığıyla yayımlanan (29 Ocak 2011) yazısı şöyle:Hakiki dehşetlerin peşinde bir dua kitabıDüşünmek nadiren, hatırlamak bazen, dua etmek ise her zaman iki kişilik bir monologdur…
“Geçmiş” deyip, tek kelimede hükmünü verdiğin, bir zamanlar hayatınken, giderek seni bile şaşırtan bir hızla yabancılaştığın o müphem diyarda mukim “eski” bir sevgiliyle konuşmak gibidir dua etmek; şimdi burada, yanıbaşında olsa da, sana yeterince yaklaşmayan, teni tenine değerken bile istediğin gibi dokunamadığın, istediğin gibi dokunmayan, gözlerine yeterince bakmayan, baktığında görmeyen, gördüğünde ne yapacağını kestiremediğin “uzak” bir sevgiliyle konuşmak gibidir.
İki kişiden biri hep sustuğu için değil, iki kişiden biri hiç susmadığı için; diğerinin kendisini işitip işitmediğini asla bilmediği halde, bu ihtimali isteyerek, bu ihtimale inanarak, hatta bu ihtimal sayesinde yaşayarak hiç susmadan konuştuğu için, birmonologdur dua etmek. Tekinsiz aşklar gibi duaların da hiç tükenmemesi bundandır belki; duaların hep hüzünlü olması bundandır. İşitildiğini bilemeyeceğimiz bir duanın kabulünün bize pekâlâ mümkün görünmesi, dualarımızın her tekrarda taze kalabilmesi bundandır.
Yeni asrın ilk on yılının başıyla sonunu tutan iki romanı, Corrections (Aile Sırları, 2001) veFreedom (Özgürlük, 2010) ile bence Amerikan edebiyatında postmodernizmin bitişini de muştulayan Jonathan Franzen, yıllar önceki bir yazısında, James Joyce’un tefrika halinde yayımlamaya 1918’de başladığı ve modernizmin bir nevi manifestosu olarak kabul gören Ulysees romanını “Eski Dünya’ya ait, ikonalarda dolu, büyük, soğuk bir katedral”e benzetmişti. The Paris Reviewdergisinin son sayısında yer alan uzun mülakatında, bu eski tarif sorulmuş 1959 doğumlu Amerikalı yazara, o da içinde “sahici” kelimesi hiç geçmese de, bence her şeyden çok “sahicilik” üzerine mükemmel bir cevap vermiş:
“Benim Joyce zamanım henüz gelmemiştir belki de. Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi’ni çok severim. Dublinliler’i daha da çok severim. Ama bu kitapların ardından, Joyce’un bir tür statü peşine düştüğü duygusundan kurtaramıyorum kendimi. Eserinin onu yerleştirmesini istediği kategoriyi bizzat kendisi icat ediyordu sanki. Katedral imgesi de burada geliyor: Öyle muazzam bir şey inşa edeceğim ki on yıllar boyu, onun hayranı olacak, onu inceleyeceksiniz.”
Franzen, burada Joyce’un meşrebini büyük ölçüde belirleyen statü düşkünü Cizvit elitizmine getiriyor sözü ve kendisi gibi, Amerika’nın geleneksel eşitlikçi değerleriyle ünlü Orta-Batı bölgesinin sade ruhunu taşıyan bir adamla Cizvit kibri arasındaki uzlaşmazlığa dikkat çekiyor. Amerikalı romancının daha sonra söyledikleri ise, Joyce ile bir başka İrlandalı yazar, kendisinden yirmi dört yaş küçük olan ve eseri çoğunlukla “modernizmden post-modernizme bir köprü” muamelesi gören Samuel Beckett (1906-1989) arasında, doğrudan doğruya edebiyatın kılcal damarlarına giren, incelikli olduğu kadar elzem bir kıyaslama yapıyor:
“Beckett gibi birini ben Joyce’dan çok daha sempatik buluyorum. Beckett’ı okumak çoğu zaman Joyce’u okumaktan da zahmetli, dolayısıyla buradaki mesele ‘yazının zorluğu’ değil. Bahsettiğim şey, Beckett’ın hakikaten hissedilmiş bir dehşetin peşine düşüp, o dehşetin içinde mizahı ve evrenselliği bulabildiği duygusunu bana vermesi… Beckett’ın da dile büyük önem verdiği aşikardır ama onun için dil sadece düşünülen değil aynı zamanda hissedilen bir şeyin hizmetindedir. Ve bence, çok daha dostane bir uğraşıdır bu.”
Katedralde kaybolmak istemediğim için
Yazının hakikati diye bir şey var. Tam da Franzen’ın dediği gibi, dilini, salt düşüncenin değil, duygunun da hizmetine sunarak yazanların yaklaşabildiği bir hakikat bu. Yazının içinde, nereden başlayıp nereye varacağını ince ince hesaplayıp, ona göre ekleyip eksilterek, her cümlede kendi kategorisini icat ve teyid ederek ilerlemekten ziyade, hissedilmiş bir dehşetin peşine düşüp, doğaçlayarak, her şeyden çok kendi meçhulünün keşfini göze alıp, kendi içine doğru akarak, kanayarak, ister istemez eksilerek ve eklemeden çoğalarak yazanların yakalayabildiği bir “sahicilik” var.
Kudretinden emin bir yazar, bir mucidin ilahi kibriyle, heybetli bir katedral inşa edercesine yaratabildiği gibi, kısık sesle dua eden, keşfe çıkmış bir çocuk misali seçeneksiz bir güvenle de yazabiliyor bazen ve ben sadece hayatta değil, edebiyatta da, işitilme ihtimaline sığınmamı, bu ihtimal sayesinde azar azar iyileşmeye başlamamı, aslında ne kadar küçük olduğumun farkına vardırarak büyüdüğümü hissetmemi mümkün kılan bir duanın içinde durup ısınmayı, bir katedralin kocaman boşluğunda üşüyerek kaybolmaya yeğliyorum sanırım. Edebiyatta, kâşifleri mucitlerden daha çok seviyorum. Dua okumayı seviyorum. Hikâyelerini, kibirsiz ama sağlam bir itimatla, birer dua gibi boşluğa üfleyebilen yazarları seviyorum.
Şimdi burada, bizim gazetede çalışanların cami yerine mahkemenin yolunu tuttuğu mübarek cumalardan birinde, kış ikindisinin duru aydınlığında, artık yerlisi gibi hissetsem de, gözümde eskidiği için değil, daha inşa edilirken böyle görünmesi öngörüldüğü için köhne görünen bir adliye binasının giriş katında, cam kırığı yeşiline boyanmış soğuk duvarlar arasında, plastik bu rengi de alabiliyormuş dedirten vişneçürüğü sandalyenin üzerinde, önümden gelip geçen sanıkların, avukatların, mahkeme memurlarının gayet alışkın göründükleri hızlı ama telaşsız trafiğin temposuna hem tuşların üzerinde zorlukla gezinen donmuş parmaklarım hem de kirli sarı yer karolarının üzerinde usul tıpırtılarla ısınmaya çalışan ayaklarımla eşlik ederek yazarken, Colm Toibin’in dualarına şükrediyorum.
New York ile Dublin arasında yaşayan 1955 İrlanda doğumlu romancı, hikayeci ve gazeteci Toibin’in, Amerika’da bu ay yayımlanan Empty Family (Boş Aile) kitabı, içindeki her bir hikayeyi “uzak” bir sevgiliyle monolog niyetine okuyabildiğim için belki de, bir dua kitabı etkisi yaptı bende. Duruşmaların çıkışında, arkadaşlarımla gazetenin birinci sayfasını yapıp, bu yazıyı tamamlamak üzere adliyeden aceleyle ayrılırken, duaların teskin eden gücünü, evcillikten, düzlükten, durgunluktan eser taşımayan bu hikâyelere veren şeyin, Toibin’in içimizdeki o inatçı yakarışı işitebilmesi olduğunu düşündüm.
Kıtadan kıtaya, şehirden şehre gidip gelen insanlar var bu hikâyelerde. Doğmayı seçmedikleri diyarlardan ölmeyi seçtikleri diyarlara doğru yollara düşen, bazen de aksi yönde, gönüllü bir sürgün yerinin “gurbet” olmaktan çoktan çıkmış tanıdıklığından, tanıdık bir anayurdun sürgünde geçen yıllar içinde artan garabetine seyahat eden insanları anlatıyor yazar. Enlem ve boylamları hızla değişirken, dışarıdaki bütün o hareketten azade iç seslerinin dinginliğinde, cesaretle bir başlangıca yürümek kadar, bir sona vakarla yürümenin de muhasebesini yapmaya devam eden mütefekkir kulların hayatın manasına nasıl erdiklerini ya da eremediklerini anlatıyor.
“Two Women” (İki Kadın) adlı hikâyede, Hollywood’da sinema filmlerine set kuran, işinde hayli usta, tanınmış ve olağanüstü titiz bir kadının, yine işini yapmak üzere doğduğu yer olan Dublin’e gidişini okuyoruz. Hikâyenin en başında, sabahın altısında vardığı bu “eski” ve “uzak” şehirde, yeşil ışığın yandığını fark etmeyen taksi şoförünü uyarmanın kabalık olup olmayacağını merak eden Frances, Amerika’dayken “sıcak” duygularla düşlediği İrlanda’nın ayak basar basmaz içini soğutmasına anlam vermeye çalışırken, “ruh hali böyle hızlı değişebildiği müddetçe, yaşlı olamayacağını” düşünerek avunuyor. Çok geçmeden, bu ziyadesiyle çalışkan, inatçı, çevik ve artık “işi dışında sadece tek başına yaşadığı evini ve kendi kafasının içini” düşünecek kadar yalnız kadının, “yetmiş beş ile seksen yaş arasındaki yolun neredeyse tam orta yerinde” olduğunu öğreniyoruz. Ama Frances, hikâyenin hiçbir anında ihtiyarlamıyor bizim için. Çünkü Toibin, insanın, hangi yaşa gelirse gelsin ve ne kadar değişirse değişsin, hiç susmadan konuştuğu için hep “aynı” kalan iç sesinin sessiz dinleyicisi yapıyor okuru. Frances’in iki kişilik monologu, otuz yıl önce “artık eskisi gibi istenmediğini hissettiği” bir gece, ani bir kararla ayrıldığı ve ölümüne dek bir daha hiç görmediği tek sevgilisinin yörüngesine girip büsbütün mahremleştiğinde bile, o monolog dışlamıyor bizi; nihayetinde her birimiz için özel olan yalnızlığın tarihi de tekerrür eden bir tarih zira ve o tekrarların hep taze tuttuğu yaralarımız sandığımızdan daha çok benziyor birbirine.
Kâşif yazarların, mucit yazarlardan farkı da bu değil mi zaten? Bugüne dek bildiğimiz hiçbir şeye benzemeyen yeni buluşlar yapmak yerine, bizi biz yaptığını belki de bilmediğimiz kadim benzerliklerimizi yeniden keşfederek, hissedilmiş dehşetlerin sırrında evrenseli bularak yazıyor Toibin.
“One Minus One” (Bir Eksi Bir) adlı hikâyede, bu kez New York’taki yeni ve parlak hayatından, İrlanda’ya, ölen annesinin yanına dönen bir adamı, yine eski sevgilisiyle ve yine dua edercesine konuşturuyor. “The New Spain” (Yeni İspanya), bir kadını, Franco’nun devrilmesinden hemen sonra doğduğu şehir olan Barcelona’ya döndürüyor ve orada, yeni İspanya’da, eski İspanya’yı kanatan kavganın ve kayıpların, kendisiyle ailesi arasında artık kapanması imkânsız bir uçurum bıraktığını keşfetmesine tanık oluyoruz. “The Street” (Sokak), yine Barcelona’ya, bu kez memleketleri Pakistan’dan kaçarak gelen iki erkeğin, hızla gettolaşan bir göçmen cemaati içinde, birbirlerinin sevgilisi olup imkânsız bir hayatı, imkânsız bir aşkı, imkânsız bir kurtuluşu kabul edilmesi pekala mümkün bir dua gibi itimatla boşluğa bırakabilmelerini anlatıyor. Hikâyenin sonunda Malik ve Abdul, birlikte belirsiz bir istikbale yürürken, Malik “sadece bu yürüyüşün sürmesini istiyor, başka hiçbir şey söylemek istemiyor; istiyor ki Abdül de, sessizliğe bir yer açsın” ve ikisi, kendi hayatları dışında herşeyden izinli oldukları bu ikindi vakti, kendi dışlarındaki gerçeklikten yavaş yavaş uzaklaşırken, birbirlerine daha da yaklaştıklarını hissederek yürüyorlar. Arada birinin omzu diğerininkine hafifçe dokunup bacakları birbirine sürtündüğünde, bunu en fazla birkaç kez ve sadece kimse onları seyretmezken yapabileceklerini bilerek yürüyorlar. Onları orada öyle yürürken bırakıyorum; kitabı kapatıp, kimse bizi seyretmezken yaptıklarımızı, kimse bizi işitmezken söylediklerimizi düşünmeye dalıyorum.