Yasemin Çongar: Mizaha en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde...

Yasemin Çongar: Mizaha en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde...
T24 - Taraf Gazetesi Genel yayın Yönetmen Yardımcısı Yasemin Çongar'ın Taraf'ta "Mizaha en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde" başlığıyla yayımlanan (21.01. 2012) yazısı şöyle: Verba volant, scripta manent. Harf değil ses olarak doğmasına rağmen uçmayıp kalmasını, bu kudretli sözün aleyhine kullanacak değilim. Bundan belki bin yıl evvel Roma’da bir senatörün, anlaşmaların artık kelâmla değil kalemle yapılması gereğini vurgulamak için söylediği “Söz uçar, yazı kalır” cümlesinin, harikulâde ahengini ve mantığını koruyarak çağları, toplumları, lisanları aşıp bize kadar erişmesinde, bilâhare yazıya geçirilmiş olmasının da payı büyük zira. “Biz” dediğimiz, uçup gidenlerden artakalan şey değil mi zaten?Scripta manent. Söz, ister istemez kulaktan kulağa, hafızadan hafızaya, haliyle de bol bol eğilip bükülerek taşınmasına bağlarken hayatiyetini, yazı durduğu yerde sükûnetle durup, birinin er geç onu bulacağından emin beklemiyor mu? Hayal ya da hakikat, iftira ya da itiraf, itham ya da özür –hâsılı doğrusuyla eğrisiyle, yalanıyla yılankâvisiyle her meramımız– sözde kalmayıp, yazıya dönüştüğünde ölümsüzleşmiyor mu?Hâtırasını saklayacağım, yazıları kalacakGeçtiğimiz hafta bir makale, bir biyografi ve ikisinin ortak hediyesi olan belki doğru belki yalan bir hikâye, bu sözü ayrı ayrı tescillediler zihnimde: Scripta manent.Yazı kalıyor gerçekten. Christopher Hitchens’ın Vanity Fair dergisinin şubat sayısındaki makalesini okurken, geçmişte kâh beni kendine çeken kâh elinin tersiyle itiveren şeyler yazmış olan ve hakkında galiba hiçbir zaman kararımı tam veremediğim bu delişmen adama dair tek tük hatırâmı, zihnimin emniyetli bir köşesinde saklamak istediğimi hissettim. Gazeteci-yazar-edebiyat eleştirmeni Hitchens, 15 aralıkta öldü; kanserle gelen pek vakitsiz bir veda. Altmış iki yaşındaydı.Onu, yıllar önce üç beş kişilik bir yemekte tanımış, ardından birkaç kalabalık davette karşılaşmış ve bir kez de, Washington’daki bir barda tamamen tesadüf eseri yan yana taburelerde, Kıbrıs’tan konuşup sıkılarak sonunu getirdiğimiz birer biranın içimi süresince dinlemiştim. Ama yazdıklarını bilirim. Makalelerinden, kitaplarından bende kalan şeyler var. Ve işte şimdi, ölümünün üzerinden dört-beş hafta geçmişken, basılı halini göremeyeceği son makalesiyle yine “kalmaya” gelmiş sanki. Bu kez, Charles Dickens’ı anlatıyor.Umutsuzluğa çocukça gülerek direnmekİngilizcenin en kudretli yazarlarından, dünyanın gelmiş geçmiş en popüler romancılarından ve Victoria Çağı edebiyatının en büyük ismi sayılan Charles Dickens (1812- 1870), 7 şubatta iki yüz yaşına basıyor.Fransız Devrimi sırasındaki Londra ve Paris’i yazdığı İki Şehrin Hikâyesi ’ni “Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü…” diye bugün artık meselleşmiş bir tarifle başlatan, David Copperfield ’e hayatının hikâyesini anlattırırken, bir insanın ancak kendinden dışarı büyük bir adım attıktan sonra yapabileceği bir sorgulamayla, “Kendi hayatımın kahramanı olacak mıyım, yoksa bu mertebeyi bir başkası mı alacak, bunu şu sayfaların göstermesi gerekiyor” diyerek işe girişen Dickens, hem bunlar gibi nice unutulmaz cümle bıraktı bize, hem de “Dickensians” (Dickensgiller) diye anabileceğimiz epeyce kalabalık bir nüfus… Ebenezer Scrooge’dan Oliver Twist’e, Fagin’den Pip’e, Samuel Pickwick’ten Uriah Heep’e kadar, bir kez tanıdınız mı bir daha kolay kolay aklınızdan çıkmayan, her biri kalıcılaşmaktan öte, türünün emsaline dönüşerek birer “tip” halini alan karakterler, Dickens’ın zaman zaman aşırı duygusal ve karikatürvâri yazmakla eleştirilmesine vesile oluştursalar da, inanıyorum ki, benim gibi nice sıradan okur, onları, haklarında kötü konuşulmasını istemeyecek kadar “kendinden” sayıyor artık.Yine de, “Dickens’a laf söyletmem arkadaş” diyecek değilim. Onun Antikacı Dükkânı’ndaki romantizmiyle, “Bir insanın, Küçük Nell’in ölümünü kahkahadan gözyaşlarına boğulmadan okuyabilmesi için taştan bir kalbi olması gerekir” diye dalgasını geçen Oscar Wilde beni de güldürüyor haliyle. Ama Tolstoy’un söylediği “Dickens, okuruna kendini bu denli sevdirebiliyor çünkü kendisi de, yarattığı edebî karakterkeri gerçekten çok seviyor” sözünü de ziyadesiyle makbul buluyorum.Doğrusu, kalemiyle kime nasıl çelme takacağı pek kestirilemeyen Hitchens’ın Vanity Fair’deki makalesini okumaya başlarken, “Charles Dickens’ın İçindeki Çocuk” başlığındaki istihza beni biraz ürküttü. Yanılmışım. Dickens’ı, sadece romanlarının içinden değil, aynı zamanda daha önce pek bilmediğim bir dizi siyasi gaflet ve marifetiyle birlikte anlatan Hitchens, onu bütün “Dickensgilliği” içinde sahici bir sevgiyle tasvir etmiş.Britanya doğumlu ama hayatı, yazısı ve zihniyeti itibariyle epeyce Amerikalılaşmış bir adam olan Hitchens, Dickens’ın etkisini her şeyden ziyade, kendi şehri Londra’nın kenarda kalmış insanlarını edebiyatının merkezine koymasında görüyor. “O kendi hayatından çok daha geniş ve derin güç kaynaklarından besleniyordu. Bunlardan en önemlisi, sistemin görmezden geldiği onca insanın çıplak ve inatçı varlığıydı” diyen Hitchens’a göre, Amy Dorrit’ten Mr. Micawber’a kadar nice karakterini şehrin mümbit arka sokaklarından toplayan Dickens, onlara çok özel bir iktidar alanı da sağladı: “Hepsinin de, hissettiği bir acısı ve yaşaması gereken bir hayatı vardı ve çoğunun devam edebilmesinin tek nedeni çok özel bir mizah ve absürd duygusuna sahip olabilmeleriydi.”Dickens’ın, Shakespeare’den iki asır sonra ve arada hiçkimsenin başaramadığı şekilde, Londra hayatının zenginliğini ve yoksulluğunu deşerek, şehrin hem önderine hem de vakânüvisine dönüştüğünü yazıyor Hitchens. Bunu yaparken de, Antikacı Dükkânı’nın son bölümlerinde bizzat hatırlattığı üzere, “görüş zaviyesinde hep çocuğu tuttuğunu” söylüyor. Hitchens’ın makalesi, Dickens’ın “içindeki çocuk”la alay etmiyor velhâsıl; aksine, o çocuğun –mizaha en fazla ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde bana çok da iyi gelen– gülme ve saçmalama yeteneğinde, umutsuzluğa karşı kuvvetli bir direnç buluyor.Tabii, Dickens’ın edebiyatının merkezine yerleşmiş olan muzip “çocuğun,” yazarın siyasi yaklaşımlarında kendine pek bir yer bulamadığını da yine Hitchens’dan öğreniyoruz: Onun Britanya’nın hükümranlığından bıkan Amerikan yerlilerine karşı ya da adasındaki isyanı zorbalıkla bastıran Jamaika Valisi Eyre’den yana çıkarkenki haşin tavrını anlatırken, “Dickens’ın içindeki kötülük bir kez harekete geçti mi, azımsanabilecek gibi değildi” diye veriyor hükmünü.Her Bozsevere lâzım bir biyografiHitchens’ın makalesinin şu sıralarda Amerika ve Britanya’da çok tartışılan bir bölümü var ki, insanı, Dickens’ın “içindeki kötülük” üzerine daha etraflı düşünmeye sevkediyor. O bölüme döneceğim ama önce, Hitchens’ın heveslendirmesiyle okumaya başladığım biyografiden söz etmek istiyorum biraz.1933 doğumlu Claire Tomalin, daha evvel Katherine Mansfield, Thomas Hardy ve Jane Austen gibi edebiyatçıların biyografilerini kaleme almış, hâlihazırda İngiliz PEN Örgütü’nün başkanlığını yürüten bir gazeteciyazar. Tomalin’in birkaç ay önce yayımlanan Charles Dickens: A Life (Charles Dickens: Bir Hayat) adlı kitabı, romancının doğumgünü kutlamalarına yetiştirilmiş çalakalem bir derleme olmaktan çok öte, hem sağlam bir edebiyat eleştirisi hem de sırlarla meşgul bir hayat hikâyesi sunuyor okura.Karakterleriyle, Tolstoy gibi Kraliçe Victoria’yı da etkileyen Dickens’ın hayatının ilk konturlarının, babasının iflası sonrasında yoksulluk çekerek ve çocuk yaşta ayakkabı cilâsı üreten bir fabrikada çalışmasıyla çizildiğini okurken, “sistemin dışta bıraktıklarını” niye ısrarla sahiplendiğini daha iyi anlıyorsunuz. Yirmi dört yaşından itibaren hızla ünlenen bir yazara dönüşmesinin arkaplanında, yazma tutkusu kadar ciddi bir para kazanma hırsının da olması, Oliver Twist’in ilk on bölümüyle Mister Pickwick’in Serüvenleri ’nin son on bölümünü aynı anda, her ay tefrika edilmeye hazır doksan sayfa üreterek tamamlamasını açıklıyor. Tomalin, hayatının üçte ikisini müthiş bir enerjiyle hiç durmaksızın çalışarak geçiren, tükettiği onca içkiye ve puroya rağmen ayakta kalmasını, yazmaya asla ara vermemesine borçlu olan bir adamı anlatıyor.Kimileri için hep, bazı eserlerini imzaladığı adla “Boz” olarak kalan Dickens’ın “yazar” zırhının aralanıp, zorba ve zayıf “insan” halinin ortaya çıkmasına ise, aşk sebep oluyor. Kırk beş yaşındayken, henüz on sekizindeki Nelly Ternan’a gönlünü kaptırıyor Dickens ve gözü bu genç kadından başka kimseyi görmüyor artık. Bir yandan, yirmi yıllık karısına eziyet eden bencil ve zâlim bir erkek olarak anlatıyor Tomalin onu; diğer yandan, Victoria İngilteresi’nin katı ahlâkçı ortamında, Nelly ile birlikte olmak için yaptığı pek meşakkatli düzenlemeler nihayet yerli yerine oturduğunda, artık istediği ilişkiyi yaşayamayacak kadar yaşlı ve yorgun bir adam kalıyor Dickens’dan geriye. Onun bitmek bilmez görünen enerjisinin, ellili yaşlarına vardığında nasıl tükeniverdiğini büyük bir şefkatle yazan Tomalin, sıra edebiyatına, özellikle bazı eserlerindeki duygusallık dozuyla dalga geçmeye geldiğinde ise, Oscar Wilde’dan pek aşağı kalmıyor.Dickens bir gün Dostoyevski’ye demiş ki…Gelelim, bugünlerde edebiyat âlemini meşgul eden ve Hitchens’dan “şüphe götürür,” Tomalin’den ise “hayret verici” kayıtları eşliğinde öğrendikten sonra, beni de bu yazıyı yazmaya yönelten müthiş hikâyeye. Buyrun, birlikte okuyalım:“Romanlarındaki bütün o basit kişilerin, Küçük Nell’in, hatta Barnaby Rudge gibi mübarek budalaların bile, aslında kendisinin olmak istediği türden insanlar olduklarını, romanlarındaki kötü kişilerin ise bizzat kendisi olduklarını; daha doğrusu, onları kendi içinde bulduğunu, kendi hoyratlığını, huzura ermek için kendisinden yardım bekleyen muhtaçlara sebepsiz yere gayet hasmâne biçimde saldırmasını ve sevmesi gerekenlerden hoşlanmayıp kaçmasını onları yazarken kullandığını anlattı. İçinde iki ayrı kişi olduğunu söyledi bana: O kişilerden biri, onun hissetmesi gerektiği gibi hissediyordu, diğeri ise bunun tam tersi hislere sahipti: ‘Aksi hislere sahip olanın içinden kötü karakterlerimi yaratıyorum, bir insanın sahip olması gereken hislere sahip olanın içinden ise kendi hayatımı yaşamaya çalışıyorum.’ Ben de ona, ‘İçinde sadece iki kişi mi var’ diye sordum.”Tahmin edeceğiniz üzere, kötülüğe muktedir karakterlerini “olduğu,” iyilerini, saflarını, aptallarını ise “olmak istediği” insandan doğurduğunu anlatan kişi Dickens’dan başkası değil. Sürpriz, Dickens’ı dinleyip, ona içinin niye daha kalabalık olmadığını sormayı akıl eden adamın kimliğinde.İddiaya göre, o adam Fyodor Dostoyevski’den (1821-1881) başkası değil. İddia diyorum, zira ilkin bundan on yıl önce Dickensian dergisindeki bir makalede yer verilen ancak çabuk unutulan bu metin, o güne dek ve o günden sonra, hakkında başka hiçbir bilgiye ulaşılmayan “Dostoyevski- Dickens buluşması” üzerine yegâne tanıklık olmayı sürdürüyor. Bu tanıklığın gerçek mi, sahte mi olduğu tartışması ise, Dickens’ın iki yüzüncü yaşgününün yaklaşması ve Tomalin’in de metne kitabında yer vermesiyle alevlendi. 1905’ten beri yayımlanan edebiyat dergisi Dickensian, bunun üzerine, internet sitesine “Dickens-Dostoyevsky buluşmasının hikâyesi otantik olmayabilir” diye “uyarı” başlıklı bir not koydu geçenlerde.Hikâyeye göre, Dostoyevski 1862’de Londra’ya gittiğinde Dickens’ın çıkardığı All the Year Round dergisinin bürosunda İngiliz romancıyla buluşuyor ve daha sonra, 1878’de Stepan Dimitriyeviç Yanovsky’ye yazdığı mektupta o buluşmayı, burada okuduğunuz alengirli paragrafta anlatıyor. Hitchens, hikâyeyi “inandırıcı” bulmayanlardan… Öyle ya, iki yazarın da kişiliklerinin nefis bir analizini sunan bu paragraf eğer gerçekse, Dostoyevski’nin, hakkında “yazarların hemeroidini tedavi eden hekim” olduğundan başka bir şey bilmediğimiz Yanovksy’ye yazdığı o mektubun Rusça aslı, bugün edebiyatın en değerli hazinelerinden biri sayılmaz mıydı; bu buluşmayı ve diyalogu birinci elden tasvir eden başka metinler, başka tanıklıklar da çıkmaz mıydı ortaya? Hadi söz uçtu gitti diyelim, iki dev yazarın buluşmasından başka bir yazı kalmaz mıydı geriye? Ama belki de o kadar önemli değil bu sorular. “Buluşup, böyle konuşmuş olabilirler ama bundan şüpheliyim” diyen Hitchens, hemen ekliyor nitekim: “Charles Dickens’ı kutlamanın harika olan yönü bu zaten. O hakikaten ölümsüzlerimizden biri bizim, ve efsanesinin, ortaya bir-iki Dostoyevski sürüp, sonra geri çekmesinin pek de bir ehemmiyeti yok aslında.”