Yasemin Çongar: Özür diliyorum, çünkü...

Yasemin Çongar: Özür diliyorum, çünkü...
'Ermeni Kardeşlerimden Özür Diliyorum' kampanyasına destek veren yazar Yasemin Çongar, desteğinin nedenlerini yazdı. Çongar, Taraf gazetesinde (12 Aralık 2008) yayımlanan yazısında, şunları yazdı: Her birinin yaşı o zulüm yıllarını hatırlamaya müsait dev ağaçlarla dolu bir ormanın içinden geçilerek gidilir kampa. Başları göğe eren, gri gövdeleri dimdik, uzun dalları her mevsimi ayrı renkte yaşayan ağaçlardır bunlar. Kampa adını veren de onlardır. Buchenwald “kayın ormanı” demektir. Galiba ilk kez, o kampta yaşamıştım bu duyguyu. Yirmi üç yaşındaydım. Berlin Duvarı yıkılalı kısa bir süre olmuştu; bir grup gazeteciyle birlikte Doğu Almanya’yı dolaşıyordum. Weimar’dan Buchenwald’a gittik; Nazilerin 1937’den 1945’e çeyrek milyon insanı kapattığı, 56 bin insanı öldürdüğü kampı dolaştık. Mihmandarımız, Doğu’ya hayatında ilk kez bizimle geçen bir Batı Alman’dı; yirmi üç yaşındaydı; adı Klaus... Gruptan uzaklaşıp tek başıma gezdim kampı; ağlıyordum. Sonra Klaus geldi buldu beni; ağlıyordu. “Ailemde bilebildiğim kadarıyla hiç Nazi yok,” dedi, “ama suçlu hissediyorum kendimi.” “Ailemde bilebildiğim kadarıyla hiç Alman yok,” dedim, “ama suçlu hissediyorum kendimi.” Buchenwald sadece öfke ve acı vermedi bana, utandırdı da. Mazlumun acısı kadar zalimin suçunu da içimde taşıdığımı, galiba ilk kez o kampta hissettim; insanın insana zulmünden ötürü bağışlanmak istedim. Sessiz bir özür içimde büyürken okudum o sözü; “jedem das seine.” Almanların sık kullandığı bir deyişti, biliyordum. 1950 ve 60’ların büyük bölümünü Almanya’da geçiren annem de sıkça söyler, bazen daha iyi anlayayım diye, “her koyun kendi bacağından asılır” diye eklerdi. Buchenwald’ın kapısında yazılıydı. “Jedem das seine.” Herkes hak ettiğini bulur ya da herkes kendi ettiğinden sorumludur. Prusya Kralı Büyük Frederick’ten miras “liberal” bir şiardı bu; bir “hakkaniyet” ifadesiydi. “Ben yapmadım” diyebilen insanı yapılanın yükünden azat eden bu sözün içinde saklı haksızlığı düşündüm kamptan çıkarken. * * * “1915’te Osmanlı Ermenilerinin maruz kaldığı Büyük Felaket’e duyarsız kalınmasını, bunun inkâr edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum.” Ahmet İnsel, Ali Bayramoğlu, Cengiz Aktar ve Baskın Oran’ın öncülüğünde hazırlanan bu metnin altına imza atıyorum. * * * Biliyorum ki vicdanı, Osmanlı Ermenilerine yapılan zulmü reddeden birçok kişi imza atacak bu metne. Ama birçoğu da imza atmayacak ya da “imza atarım ama...” diyecek... Kimileri “şerh” düşecek Sabah’tan Emre Aköz’ün yaptığı gibi; “Eylem olarak zaten yapmadığım, fikren katılmadığım, bir nebze dahi olsa yararlanmadığım, gerçekleri az çok öğrendiğim günden beri rahatsızlık duyduğum bir konuda neden özür diliyorum” diye soracak. Başkaları, Taraf’tan Ayşe Hür’ün yaptığını yapıp “aklı” ile sorgulayacak bu metni; “Ben bu tür olaylara, Türk milletinin bir ferdi olarak değil, bir bilim insanı, bir tarihçi olarak yaklaşırım. Bence bu olaylar o dönemde kabaran Türk milliyetçiliğinin hatasıdır. Şahsen kendimi bununla özdeşleştirmiyorum ve kişisel olarak özür dileme gereği duymuyorum” diyecek. Diğerleri, Bilgi Üniversitesi’nden Ferhat Kentel gibi, bir yandan girişime sahip çıkarken bir yandan da “Bu metin tamamen benim ruh halime uyuyor. İmzalamayı düşünüyorum. Ama özür dilemekte çok emin değilim. Ben vurguyu, ‘acıyı çok fazla hissediyorum’ cümlesine yapmak istiyorum. O acıyı paylaşmak istiyorum” diye açıklayacak çekincesini. Aköz, Hür ve Kentel gibi daha nice ahlaklı, duyarlı, sorumlu insan “özür dilemek” konusunda itiraz ya da tereddüt sahibi olacaklar; biliyorum. Hepsine saygım var. Ama içimde ne zamandır büyüyen sessiz bir özür de var. * * * Ben 1915’te yaşananlar için Ermeni kardeşlerimden özür diliyorum. Çünkü fiilen yapmasam da, fikren katılmasam da ve bu meseleye illa ki “Türk milletinin bir ferdi” olarak bakmasam da, mazlumun acısı kadar zalimin suçunu da içimde hissediyorum. Çünkü Ermeni soykırımından “bir nebze dahi yararlanmadığımdan” emin olamıyorum. Çünkü Ermenilerin terk etmek zorunda bırakıldığı maldan, mülkten, topraktan üzerime hak geçmediğini zannetmek yetmiyor bana; “ya geçtiyse” ile “geçmemiş olması mümkün mü” arasında bocalıyorum. Çünkü ailemde, bilebildiğim kadarıyla, hiç İttihatçı paşa olmaması rahatlatmıyor beni; “büyükbabam Selanik’te İttihatçılarla çalışmadı mı; en iyi arkadaşlarım arasında İttihatçı paşaların torunları yok mu; hem olsa ne fark eder olmasa ne fark eder; İttihatçı zihniyetteki bu devleti şu veya bu şekilde ayakta tutan toplumun bir ferdi değil miyim ben” diye soruyorum kendime. Çünkü “gerçekleri az çok öğrendiğim günden beri rahatsızlık duyduğum” bu meselenin üzerine gitmek konusunda her zaman yeterince duyarlı, kararlı ve cesur olduğumdan emin değilim. Çünkü tarihe, sadece mesleğimin ve sınırlı aklımın, bilgimin, birikimimin içinden bakamıyorum. Çünkü Ermenilere yapılan zulüm her şeyden önce boğazımda bir düğüm benim. Çünkü “jedem das seine” fikri bu düğümden kurtarmıyor beni. Çünkü zalimle özdeşleşmemem, mazlumun acısını paylaşmam yetmiyor bana; zulmü her iki çehresiyle içimde taşıdığım için bağışlanmak istiyorum.