Yasemin Çongar: Yaşarken cehennem, yazarken cennet

Yasemin Çongar: Yaşarken cehennem, yazarken cennet

 

 
Yasemin Çongar 
(Taraf, 24 Mart 2012)
 
 
Onu sevenler süsünü de severler. Şehirlerini böyle şerbetli, kadınlarını bu kadar baharatlı anlatmasa muhtemelen daha az sevilen bir yazar olacaktı. Yazarın gücü illâ ki yazısının şehvetiyle ölçülmez elbet, ama Lawrence Durrell’ın etkisi bence tam da burada, insanı yaşamaya ve yazmaya kışkırtarak yazmasındadır.
 
İçinde hayat kalmış yazarların, içinde söz büyüten okurların, ağırlığını çok iyi bildikleri o yumrulu ukteyi çözen yegâne şey de zaten, Durrell gibilerinin “Her şey çevremizdeki sessizliği nasıl yorumladığımıza bağlı değil mi” nevînden tek bir soruyla harekete geçirebildiği diriliş dürtüsü değil mi çoğu zaman? Sahi, baharın daha iyi bir tarifi var mı?
 
 

Parmaklarında yiten, kafanda canlı o duygu

 
 
Hiç ummadığımız bir anda karşımıza çıkan papatya tarlasının ortasından geçip, rengi, kokusu ve kuralsızlığıyla insana hükmeden bir mimoza ağacının altında durduğumuz o ikindide, vaktin artık uyanma vakti olduğunu tabiata ait kadim bir sırrı ilk kez keşfedercesine hayretle hatırlamasaydım bile, sanırım bu mevsim Durrell’a dönecektim ben.
 
İlk müsebbip Stratis Tsirkas’tı. Can Yayınları çok hayırlı bir iş yapıp, Başıboş Kentler’in yeni baskısını kucağımıza bırakınca, kıştan Tsirkas’la çıkmak şahane bir fikir gibi göründü bana. Ama onun,“Seni unutacak olursam, sağ elim tutmaz olsun” diye söz verdiği sevgili Kudüs’ünün, savaşın kızgın tavında dövülmüş ve nerdeyse soğumaya yüz tutmuş bir bilgelikle, “Her toprak parçası mezara dönüşebilir.
 
Her toprak parçası…” diye fısıldayarak vardığı Kahire’sinin içinden bu kez haddinden hızlı geçtim. “Amaçsız dolaşmak, nereye çıkacağı bilinmeyen sokaklara dalmak, keşifler yapmak” için sabırsızlandım sanırım; karşıma “tabanı mavi maltataşı kaplı bir iç avlu, yerinden çıkmış bir parmaklığın biçimi, futbolcu forması gibi sarı pembe çizgili boyanmış küçük bir cami ve onun yanında, parlak gövdeli, yapraklarının arasına kumruların doluştuğu bir ağaç” çıksın diye bekledim, “eski kapıların önünde durmak, taşa ya da ağaca kazınmış tarihleri okumak” istedim… Kim bilir belki de “ay erkenden battı, gece kuru ve kapkara” dedirten bir boşlukta bir başıma ürpererek düşünmek için; “parmaklarınla artık yeniden duyumsamana olanak olmayan bir şeyi kafanın içinde yeniden yaşamak bu kadar mı acı verici” anlamak için.
 
Bütün bunların İskenderiye’de mümkün olduğu, dönüp karıştırmayı sevdiğim eski bir kitabın altı çizili satırlarıyla tescilli zira. Yunancanın Kahire doğumlu kudretli yazarı Tsirkas (1911-1980), aslında bu üç şehri de onlara hiçbir zaman sahip olamayacağını hissettiren bir tevazuyu hep onlara ait kalacağını kabul eden bir teslimiyetle birleştirerek anlatır, ama onun İskenderiye’si, sanırım biraz da Durrell’ı yeniden düşünme fırsatı verdiği için diğer iki kitabından daha çok kendinde tutuyor beni.
 
Tsirkas’ın yazdığı İskenderiye’yi, Durrell’ın yazdığı İskenderiye’den ayıran şey, on beş yıl kadar ileride ve Eski Kıta’dan dünyaya taşan savaşın yanıbaşında durması değil sadece. Tsirkas, 1943 İskenderiye’sine her bakışında, Büyük İskender’in iki bin küsur yıllık şehrinin damarlarından akan bütün bir mitolojiyle birlikte, yirminci asırlı bir Yunanlı için “ebediyen kaybedilmiş bir yuvayı”da görüyor. Durrell’ın İskenderiye Dörtlüsü’nde soluduğumuzdan farklı bir nostalji bu; zaman ve mekâna daha çok bağlı, politik.
 
Hindistan doğumlu İngiliz yazar Durrell’ın (1912-1990), “pudding adası” diye dalgasını geçtiği memleketinin muhafazakâr kuralcılığından kaçıp, Yunanistan’da, Mısır’da yaşadığı gönüllü sürgün ise daha evrensel bir iz bırakıyor geriye; sanırım kuartetin ikinci kitabı Balthazar, yazarın esas meselesinin “modern aşkın araştırılması” olduğunu ilan etmeseydi de, Durrell’ın İskenderiye’sini nostaljik kılan şeyin, bu mutlak görünümlü duygunun hiç tükenmeyen izafiyeti olduğunu er geç kavrayacaktık.
 
Nihayetinde Tsirkas, “gerçek” bir şehirde dolaştırır bizi; Durrell ise “Kahramanların ve anlatıcının kişilikleri gerçek dışıdır… Yalnızca kent gerçektir” demesine rağmen İskenderiye’yi “gerçek” kılmaz hiç; tarihine de, coğrafyasına da mahkûm etmez onu, “limon kokularının arasından süzülen ışığı” ve “kış gecelerinin derinliğindeki tek saat olan denizi” ile şehir, aynı tatmin ve tatminsizlikleri birbirlerinden farklı algılayıp, farklı aksettiren karakterlerle birlikte çoğalan bir gündüz düşüne dönüşür.
 
Eskimez. Asla. Dilini fazla süslü, kimi karakterlerini biraz kaygan bulsanız bile, onları kendinde buluşturan o hayal şehirde “benim”diyebileceğiniz bir köşe sizi her zaman bekler sanki. Durrell’ın “Ben hep içinde batmaya da, üzerinden hızlıca geçmeye de imkân veren bir şekilde yazmak istedim” diye özetlediği edebî hedefine, İskenderiye Dörtlüsü özelinde ulaştığını hissedersiniz.
 

 

Bir pumanın yabanî sessizliği

 
 
Hayır, baştan çıkmayacağım. Bin kez yapılmış bir şeyi yeniden yapıp, sevenlerin tutkuyla sevdiği ve devamı değil, yine Durrell’ın deyişiyle “öz kardeşleri” olan Balthazar’ı, Mountolive’i, Clea’yı ne hikmetse merak etmeksizin, sadece onu göğsüne yakın tuttuğu Justine’den bol alıntılı bir yazı daha yazmayacağım. Vites değiştiriyoruz…
 
Baharın beni Durrell’a döndürmesinin diğer sebebi bir biyografi. Britanyalı polisiye ve tarihî romanlar yazarı Joanna Hines, bu kez “kurgusal” olmayan bir kitap çıkardı; aradaki farkı vurgulamak için de kızlık soyadını kullanıp,
 
Joanna Hodgkin imzasıyla yaptı bunu. Kitabın adı, Amateurs in Eden: The Story of a Bohemian Marriage (Cennetteki Amatörler: Bohem bir Evliliğin Hikâyesi). Söz konusu “cennet,” Yunanistan’ın batısında, İonya Denizi’ndeki Korfu Adası; söz konusu “amatörler,” Lawrence Durrell ile ilk karısı Nancy Myers. Joanna Hodgkin salt edebî bir merakla yazmıyor; daha ziyade, 1993’te ölen annesi Nancy Hodgkin ile Alzheimer hastası ablası Penelope Durrell’a bir reverans bu kitap: Yazar, annesinin kendi babasından önce on yıl evli kaldığı Durrell’la ilişkisini anlatarak, bugüne dek yazarın hayatından adeta özenle silinmiş olan Nancy’yi yerli yerine oturturken, kitabın gelirlerini de, Nancy ve Lawrence’ın tek çocukları olan Penelope’nin tedavisine adamış.
 
Amateurs in Eden, Britanya edebiyat elitinin “kitsch” dediği, “bayağı” bulduğu, “melodram düşkünü” diye damgaladığı ama tılsımını büsbütün görmezden gelemediği için de hep biraz küçümseyerek sevmeyi tercih ettiği Lawrence Durrell’ı belki de ilk kez gerçekten bağrına basmaya hazırlandığı bir sırada yayımlandı. Yüzüncü yaşı nedeniyle yazarın romanlarının yeni baskıları yapılıyor, hakkında eleştiri kitapları çıkıyor, Guardian gazetesi bu ay İskenderiye Dörtlüsü için bir okuma grubu kurdu ve haziranda dünyanın her yanından uzmanlar, Londra’da British Library’nin düzenleyeceği beş günlük Durrell 2012 konferansında buluşacaklar. Hodgkin de Durrell’ın hayatındaki “kayıp halka”yı anlatmak üzere orada olacak.
 
Kayıp halka, Lawrence –ya da herkesin ona seslendiği adla Larry– ve Nancy henüz yirmi yaşındayken başlıyor. Nancy, rüzgârda dalgalanan ince, uzun ve çok güzel bir kadın, genç bir ressam adayı; akademiye devam ediyor ve kuralların dışında bir hayat yaşayıp sadece resim yapmak istiyor. Larry kısa boylu, tıknaz ve İngiltere’de bile dikkat çekecek kadar sarışın; şiir yazıyor, roman düşlüyor, kuralları sevmiyor, yazmak ve sevişmek istiyor. Üç yıl boyunca önce Londra’da, sonra Nancy’nin ailesinden bir miktar para kalınca Sussex’de küçük bir evde yaşıyorlar; Nancy, Larry’ye hediye aldığı piyano ile döşüyor evi. Cennete –Durrell’ın ailesiyle içiçe yaşayacakları Korfu’ya– göçmeden önce evleniyorlar. Karısıyla arasındaki sekiz santimlik boy farkına hayıflanan Larry’nin nikâh şahidi olarak sirkten iki cüce kiraladığı anlatılıyor.
 
Larry’nin kardeşi Gerald Durrell’ın sonradan yayımlayacağı My Family and Other Animals (Ailem ve Diğer Hayvanlar) başlıklı hatıratta nedense kendine hiç yer bulamıyor Nancy, ama Korfu’daki zamanının çoğunu mutfakta reçel yaparak geçirse bile, bu eğlenceli ailenin bir parçası olmaktan, fazla bir sorumluluk üstlenmeksizin, denizin, güneşin tadını çıkararak uzatmalı bir tatil, bir tür “idil” yaşamaktan memnun. Larry’nin ele güne methetmeyi pek sevdiği cinsel birliktelikleri, Nancy’nin hamile kalma korkusuyla çoğu zaman pasif kaldığı, buna rağmen gecikmiş bir kürtaj olmaktan kurtulamadığı günlerde –“Cenini görmek ister misiniz” diyen hemşireye Larry’nin cevabı “Kıçınıza sokun” oluyor— genç yazarın genç karısına öfke kustuğu nice âna tanıklık etse de, onları bekleyen “cehennem” Korfu’da değil, Paris’te başlıyor.
 
Durrell’ın yakın arkadaşı yazar Henry Miller ve sevgilisi Anaïs Nin’le birlikte oldukları Fransa günlerinde, Nin “puma” lâkabını takıyor Nancy’ye. Kendini gizleyen bir kedi o; tırmalamıyor, kükremiyor, saldırmıyor; içindeki yabanîyi resim yaparak ehlileştirmeyi deniyor. Nin ve Miller, Greta Garbo’nun soğuk güzelliğini görüyorlar onda. “Nancy’nin gözleriyle, parmaklarıyla, saçıyla, yanaklarıyla konuştuğunu düşünüyorum” diye yazıyor Nin, “ne muhteşem meziyet.”
 
Bu sessizlik Larry’nin giderek daha tatminsiz, daha öfkeli, daha çok bağıran ve daha fazla kıran çehresine çarpıp duruyor. “Mutluluk reçetem, her gün dört erkeğin spermini birbirine karıştırmaktır” diyen Nin’le Nancy’nin arkadaşlığı, kıskançlık nöbetleri geçirtiyor Larry’ye. Miller ve Nin’le ne zaman edebiyattan konuşsalar, “Sen ne anlarsın, kapa çeneni” diye aşağılıyor karısını. Büsbütün kızınca “Pis Yahudi n’olucak” diye bahsediyor ondan; tanımadığı bir adamla konuştuğunu görünce “orospu” diyor; bir keresinde merdivenlerden aşağı itiyor.
 
Hodgkin, biyografinin akışını edebî parantezlerle bölmüyor pek ama bu şedid yıllarında Durrell’ın henüz otuzuna varmamış ve yıllardır içinde taşıdığına inandığı kitabı çıkarmaktan hâlâ çok uzak olduğunu bilince, gitgide kızışan bir magma kütlesi gibi akacağı günü beklediğini düşünüyorsunuz ister istemez. Larry’nin bağrından fışkıramadığı dünyayı karısı için cehenneme çevirmesini “yazarlık gazabı” diye geçiştirmek imkânsız ama Nancy’nin onu niye terketmediğini anlamanız bir nebze kolaylaşıyor.
 
Korfu’ya döndüklerinde Miller’ın bütün övgülerine rağmen ressamlığından artık hiç emin olamayan, Larry’nin iyi bir yazar olacağına ise kuvvetle inanan Nancy, çocuk doğurmaya karar veriyor. Haberi arkadaşlarına, “Kaltak bebek istiyor” diye iletiyor Larry, savaş Korfu kıyılarına yaklaşırken birlikte Atina’ya kaçıyorlar, kızları Penelope 1940’ta, Larry British Council’da çalışıp, “geçinmek zorunda olmak korkunç bir şey” diye söylenirken doğuyor; babası “piçkurusu” adını takıyor ona.
 
Amateurs in Eden’ın en etkileyici bölümü, çiftin kısa süre sonra küçük kızlarıyla birlikte Almanlardan kaçarken Atina’dan Korfu’ya, oradan Kahire’ye, kamyonlar ve teknelerle yaptıkları ölümkalım yolculuğunu anlatıyor. Ölmüyor kalıyor ve ayrılıyorlar. Nancy, kızını alıp Kudüs’e yerleşiyor. Çok geçmeden boşanıyorlar.
 
Durrell’ın üç kez daha evlendiğini, Nancy’nin de gazeteci Edward Hodgkin’le yeni bir aile kurduğunu biliyoruz. O ailenin çocuğu ve bu kitabın yazarı olan Joanna Hodgkin, evliliğinde tam bir zorba olarak tasvir ettiği Durrell’ın, annesinin gözünde yine de hep “sevgili” kaldığını anlamamızı da sağlıyor nihayet.
 
Ayrılmalarından çeyrek asır sonra, Larry’nin üçüncü karısının öldüğünü haber alıyor Nancy; “Ona şimdi kim bakacak” diye soruyor. Joanna Hodgkin annesinin ağladığını ilk kez o gün görüyor. Larry ise kendi payına, İskenderiye Dörtlüsü’nde “Clea” olarak yeniden yarattığı Nancy’yi, kuartetin son kitabının sonunda bir deniz kazasında ölümden döndürüp, ebediyen sakat bırakıyor.
 

 

Kabarcık varsa eğer, sıvarsın

 
 
Onu sevenler süsünü de severler. Durrell’ın en “vahşi” olanlar dahil hiçbir kitabında kendini tam olarak ele vermeyen iç vahşetini, Amateurs in Eden’da hissedince, bunu tekrar düşündüm. Durrell da, İskenderiye Dörtlüsü’nün yayımlanması üzerine, 1959’da, The Paris Review dergisine verdiği mülakatta süslülükten söz etmiş:
 
“Yazdıklarım, haddinden fazla ağız sulandırıcı. Belki biraz daha az cafcaflı, biraz daha berrak yazabilmek için birkaç parasal panik filan yaşamam gerek. Daima haddinden süslü yazdığımı hissediyorum. En büyük zorluklarımdan birinin bu olduğunun bilincindeyim. Hedefinden emin olmadığın zamanlardaki kararsızlığın bir sonucu bu. Yüzeydeki bir kabarcıktan kurtulamayınca, emin olmak için lanet olası şeyi baştan aşağı alçıyla sıvıyorsun.”
 
Ancak kitabına çok güvenen bir yazarın yapabileceği türden bir özeleştiri bu. Hemen ardından,“edebiyatta önceliği niye biçime verdiğinin” sorulması üzerine söyledikleri ise, Durrell’ın gücü kadar güçsüzlüğünü de ortaya koyuyor bence. Onun cehenneminin hayat, cennetinin ise her zaman ve sadece yazı olduğunu daha iyi kavrıyorsunuz:
 
“Evet, biçime başkalarından daha çok önem veriyorum. Belki de ortaya dökecek pek bir şahsiyetim yoktur. Biçime olan ilgim –şimdi tevazuyla değil ciddiyetle konuşuyorum— ikinci sınıf bir yeteneğin işareti olabilir. Birinci, ikinci, ya da üçüncü sınıf olmanız bir şey değiştirmez ama suyun kendi seviyesini bulması ve size verilen kuvvetle yapabileceğinizin en iyisini yapmanız hayatî önemdedir. Erişemeyeceğiniz şeylere öykünmek ahmakçadır, tıpkı sahip olduğunuz meziyetler konusunda tembel davranmanın basbayağı ahlaksızca olması gibi. Görüyorsunuz ya, esasen sanatçı ilgilendirmiyor beni. Ben sanatçıyı mutlu bir adam olmak için kullanıyorum ki bu benim için epey zor bir şey. Sanat kolay geliyor bana. Zor olan hayat.”