Frank Swain
BBC Future
100 yaşından fazla yaşayanların sayısı giderek artıyor. Ömrü daha da çok uzatmak, teorik ve pratik olarak mümkün mü?
Alman doktor Huseland sekiz yıllık bir araştırma sonucu 1797’de ‘Ömrü Uzatma Sanatı’ adlı kitabını yayımlamıştı. Kitapta, uzun ömrün sırrı olarak şu faktörler sıralanıyordu: Bol sebzeli, az etli, az şekerli ve az unlu bir diyet, bol hareket, iyi diş bakımı, haftada bir ılık su ve sabunla banyo, iyi bir uyku düzeni, temiz hava ve uzun ömürlü ebeveynden doğmuş olmak. Huseland, ideal koşullarda insan ömrünün 200 yıla kadar uzatılabileceği sonucuna varıyordu.
Peki bu, 18. yüzyılda yaşamış bir doktorun hayal gücü ile sınırlı bir iddia mıydı? Almanya’nın Rostock kentindeki Demografik Araştırmalar Enstitüsü’nden James Vaupel “yüz yılda bir ömrün 2,5 yıl uzadığını” belirterek bunun mümkün olabileceğini düşünüyor. Vaupel, 1950 öncesinde ömür uzunluğunda kaydedilen gelişmenin bebek ölümlerinin azaltılması sonucu olduğunu, fakat bu tarihten sonraki artışın 60 yaş üstü, son zamanlarda ise 80 yaş üstü nüfusta kaydedildiğini belirtiyor. Başka bir deyişle, sadece bebeklerin hayatta kalma oranı değil, insan ömrü de artmış durumda.
2010-2050 yılları arasında 100 yaşını aşmış insan sayısının 10 kat artış göstermesi bekleniyor. Dr. Huseland’ın da öngördüğü gibi bundaki önemli faktörlerden biri ebeveynlerin yaşı, yani genetik faktör. Ama bu durum sadece genetikle açıklanamaz; son 200 yılda genetik bakımdan büyük bir değişim yaşanmadı. O halde yaşam tarzındaki iyileşme, daha uzun ve daha güçlü bir yaşam sürme şansını artırmıştır denebilir. Yani sağlık ve eğitim hizmetlerinde ve tıbbi tedavideki gelişmeler, temiz hava ve su tedariki gibi kamu hizmetlerinin gelişmesi, eğitim olanaklarının artması, daha iyi konutlarda yaşama şansı...
Vaupel bunu kısaca “daha çok ilaç ve paraya sahip olmak” şeklinde ifade ediyor.
Ne var ki, daha iyi sağlık ve yaşam koşulları bazıları için hala yeterli gelmiyor ve ömrü uzatma terapilerine olan ilgi giderek artıyor. Bu amaçlı popüler çalışmalardan biri kalori sınırlaması. 1930’larda yapılan bazı araştırmalarda, açlık sınırında bir diyet uygulanan farelerin, tıka basa yiyen farelere oranla daha uzun yaşadığı görülmüştü. Daha sonra alyanaklı (rhesus) maymunlarla yapılan deneyler de benzer sonuç vermiş; fakat ABD Yaşlanma Enstitüsü’nün 20 yıl süren araştırmaları bunu doğrulamamıştı. Bu araştırmada, kalori sınırlaması uygulanan maymunların yaşlanma sonucu gelişen hastalıklara daha geç yakalandığı, ama daha uzun yaşamadıkları sonucuna varıldı. Araştırmayı yapan ekip, kalori sınırlamasının bazı yararları olmakla beraber, bunların genetik, beslenme ve çevre faktörleriyle karmaşık bir etkileşim halinde olduğunu vurguladı.
Ümit veren bir diğer madde ise, başta üzüm kabuğu olmak üzere bitkilerde doğal olarak üretilen ve resveratrol adı verilen bir kimyasal. Ancak üzüm bağlarının gençlik iksirini içerip içermediği henüz belli değil. Bu kimyasalın da, kalori sınırlaması gibi, hayvanlar üzerinde bazı yararları olduğu görülse de, insan ömrünü uzattığına dair herhangi bir veri bulunmuyor.
“Vücudumuz her gün hasar görüyor ve tam olarak onarılamıyor; bu hasarın birikmesi de yaşla ilgili hastalıklara yol açıyor,” diye açıklıyor Vaupel. Ancak bu, tüm canlılarda aynı değil. Örneğin hidra adı verilen, denizanası türü basit canlılar hemen hemen bütün hasarlarını onarabiliyor ve onarılamayacak durumdaki hücreleri de bedenlerinden atabiliyor. İnsanlarda kanserli hücrelerin oluşmasına neden olan ise, işte bu hasarlı hücreler.
“Hidralar kaynaklarını esas olarak üremeye değil onarıma yönlendiriyor,” diyor Vaupel. “İnsanlar ise kaynaklarını üreme amaçlı kullanıyor daha çok; yani türler düzeyinde farklı hayatta kalma stratejileri sözkonusu.” İnsanlar hızlı yaşayıp genç ölüyor denebilir; ama insandaki olağanüstü doğurganlık bu yüksek ölüm oranını tazmin ediyor. Bebek ölümlerindeki azalma sayesinde bu kadar çok kaynağın üremeye ayrılmasının aslında zorunlu olmadığını belirtiyor Vaupel. “Sorun, enerjinin yağlanma yerine tamire yöneltilmesini sağlamak. Kimse nasıl yapılacağını bilmese de, teorik olarak bunu yapmak mümkün.” Hücrelerdeki hasarın birikmesinin önüne geçilirse belki o zaman üst yaş sınırı diye bir şey olmayabilir. O durumda, ölmek için de bir neden kalmaz.
Üzerinde durulan bir teknolojik müdahale aracı telomerler. Kromozomların uçlarındaki bu maddeler her hücre bölünmesinde kısaldığı için hücrelerin kendisini yenileme miktarına sınır koymuş oluyor. İşte hidralarda telomer kısalması sorunu yaşanmıyor. Ama aslında bu sınırlamanın da bir nedeni var. Bazı durumlarda ortaya çıkan mutasyonlar sonucu hücreler telomer kısalması olmadan bölünerek “ölümsüz” hücre dizilerine yol açabiliyor. Ancak kontrolsüz halde olunca bu hücreler kanser tümörlerine dönüşüyor.
Ünlü gerontoloji teorisyenlerinden Aubrey de Grey, önümüzdeki 25 yıl içinde minimum yaşlanmayı başarma şansının yüzde 50 olduğunu düşünüyor. Vaupel de, bu süre içinde bunun yapılabileceğini ama pek de olası olmadığını belirtiyor. Vaupel, tıptaki gelişmeler sayesinde insan ömrünün hızla uzamasının mümkün olduğunu, ancak hastalık, ekonomik kriz, iklim değişikliği gibi önceden kestiremediğimiz sorunların ölüm oranlarının artmasına da neden olabileceğini vurguluyor.
Şimdilik okurlarımız, Batı dünyası açısından kanıtlanmış iki büyük ölüm nedeninden kaçınmanın yolları olduğu bilgisiyle yetinmek zorunda: Kalp krizi ve kansere karşı spor yapmak, sağlıklı beslenmek ve alkol ile kırmızı et tüketimini sınırlamak.
Bu kriterleri uygulamak birçoğumuza zor geliyor. Belki de “yiyip içeyim de, az yaşayayım” diye düşünüyoruz. O halde, ebedi hayat mümkün olsaydı, yine bu ikilem karşısında kaldığınızda, gereken bedeli öder miydiniz?